Her türlü medya vasıtasının değişmeyen gündemlerinden biri de ‘sansür’ iddialarıdır. Siyasî sistem nasıl olursa olsun; mutlaka sansürden, baskıdan ve engellemelerden şikâyet edenler olur. Benzer şikâyetler az ya da çok ‘hür ve demokrat’ ülkelerde de dile getirilebilir.
Türkiye şartlarında hadiseye baktığımızda, baştan sona çelişkiler yumağı ile karşı karşıya olduğumuz görülür. En fazla sansürün uygulandığı dönemler ‘tek parti’ ve ihtilâller dönemidir. Elbette ‘tek parti öncesi’ dönemde de sansür uygulanmıştır, ama demokrasinin ‘d’sinin olmadığı dönemlerdeki sansür uygulaması liderliği kimseye bırakmayacak nisbettedir.
Sansür ya da baskının anlaşılabilmesi için yapılan keyfî uygulamalara ‘Bu sansürdür’ denilmesi gerekmez. Uygulamalar, neticeleri itibarıyla değerlendirilir. 1950 öncesi tek parti devrindeki keyfî uygulamaları bir yana bırakıp, çok uzak olmayan ‘28 Şubat süreci’ne bakalım. Bilhassa bu dönemde ayyuka çıkan ‘akredite’ uygulaması başlı başına bir sansür değil midir?
Gözden uzak tutulan bir sansür çeşidi de, medya patronlarının ya da gazetecilerin ‘menfaatleri gereği’ gönüllü sansürcü olmasıdır. ‘Kaz gelecek yerden tavuk esirgenmez’ kaidesince hareket eden bu cenah, haberleri ters yüz etmekle güya maddî kazanç elde ediyorlar, ama aslında kendi ayaklarına kurşun sıktıklarının farkına varamıyorlar.
28 Şubat günlerini unutanlar için ‘dün’den örnekler de verebiliriz. Malûm, son günlerde bazı gazeteler yakın tarihlerdeki ‘darbe planları’yla ilgili çok önemli yayınlar yaptı. İddialara göre bir dönem genelkurmay başkanlığı yapan bir general, yürürlükteki kanunlara göre apaçık ‘suç’ olan fiillere imza atmış. “Ben ne dersem o olur, o oldu” anlamındaki sözleri bazı gazetelerin manşetlerini ya da internet sitelerini süsledi. Hadi onu da bir yana bırakalım, bazı ‘itirafçı’ların sarsıcı iddiaları sonrası ‘bir kısım medya’nın “Görmedim, duymadım, bilmiyorum” tavrı baştan sona gönüllü bir sansürcülük değil mi?
Bütün bu hadiseler yaşanırken maddî menfaatlerine dokunan ekonomik uygulamaları ‘sansür’ diye eleştirmek acaba inandırıcı olur mu? Tamam sansürün her türlüsüne karşı çıkalım, ama önce ‘gönüllü sansür’cülüğü bir yana bırakmak gerek.
‘Bir kısım medya’nın son yıllarda gizlediği, görmezden geldiği haberleri ‘sansür dosyası’nda toplamaya kalksak her halde ‘Ergenekon dosyaları’ kadar bir yekûn teşkil eder. O halde gönüllü sansürcülerin, hukukî sansürcülerden şikâyet etmeye hakları kalmaz.
Üzerinden 12 yıl geçen ‘28 Şubat süreci’ bir de bu gözle ele alınsa, acaba nelerle karşılaşacağımızın farkında mıyız? Kendi yazarlarını ‘andıç’layan gazete yöneticileri acaba ‘sansürcü başı’ ödülü almayı hak etmiyor mu? Ya da keyfî kriterlerle uygulanan ‘akredite’ kıstaslarına sessiz kalanların sansüre karşı çıktıklarına inanmak mümkün mü?
04.03.2009
E-Posta:
[email protected]
|