|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Sürprize açık seçim |
|
AKP 3 Kasım 2002 seçiminde yüzde 34 oyla Meclisin üçte ikisini alıp tek başına iktidar olduğunda, parti ileri gelenleri ve sonrasında hükümette görev alanlar, her fırsatta aynı şeyi tekrarlıyor; en az iki ya da üç dönem ülkeyi yöneteceklerini söylüyorlardı.
Partinin oyları, 2004 yerel seçiminde yüzde 35.5’e, 2007 genel seçiminde yüzde 47’ye çıktı.
29 Mart yerel seçimi öncesinde Erdoğan, çıktığı meydan mitinglerinde yüzde 47’nin de üzerinde oy beklediğini tekrar tekrar ifade ediyor.
Bunun olup olmayacağını 29 Mart akşamı sandıklar açılıp oylar sayılarak tasnif edildiğinde göreceğiz. Bakalım, seçmen neye karar verecek?
Önümüzde dört haftadan az bir süre var. Bu zaman zarfında yaşanacak gelişmeler, seçmenin yapacağı tercihleri hangi yönde etkileyecek?
Meydanlarda ve medyada devam eden polemiklerin, bu tercihi belirlemede fazla bir etkisinin olacağını sanmıyoruz. Buna karşılık gerek genel şartlar, gerekse yerel dinamikler, her türlü sürprize açık bir süreç yaşandığına işaret ediyor.
Evvelce ifade ettiğimiz gibi, seçim sonucunu belirleyecek en önemli dinamiklerden biri, giderek derinleşen ekonomik kriz, işsiz sayısındaki artış, reel piyasadaki durgunluk ve daralma.
Ne artık rüzgârı büyük ölçüde dağılmış görünen Davos çıkışı, ne de bundan sonra iktidar cenahından sâdır olabilecek muhtemel sansasyonel atraksiyonlar, bu durumu değiştirebilir...
Buna karşılık, Adalet Bakanının “Yerel yöneticileri iktidar partisinden seçmezseniz hizmet almanız zor olur” şeklinde algılanan sözleriyle oluşan tepki, bir “ters dalga”ya kuvvet verebilir.
Peki, muhalefetin durumu ne?
Meclis içi muhalefetin, münferit ve mevziî yerler dışında, fazla bir varlık gösterdiğini söylemek zor görünüyor. CHP ve MHP kitlelerde mâkes bulan bir politika tutturabilmiş değiller.
Güneydoğu özelindeki AKP-DTP rekabeti, kendi şartları içinde kızışmış gibi. Bakalım, bölge halkı yine DTP’ye mi güç verecek, tercihini AKP’ye mi kaydıracak, yoksa daha farklı alternatiflere yönelişin işaretlerini mi sergileyecek?
Bu meyanda, söz konusu tercihte TRT Şeş açılımı mı etkili olacak; Ahmet Türk’ün Meclis çatısı altında Kürtçe konuşması yapması mı?
Aslında sandıktan çıkacak sonuçta asıl etkili olacak faktörlerin Meclis dışı muhalefet cenahında yer aldığını ifade etmek pek yanlış olmaz.
Bunlardan biri, Numan Kurtulmuş’un başkan olmasıyla birlikte farklı bir hareketlilik ve dinamizm içine girdiği gözlenen SP. AKP’ye, içinden çıktığı millî görüş damarından vurucu ve etkili eleştiriler yönelten Saadet, son üç seçimde bu partiye kayan oylarının bir kısmını geri alabilir.
Başörtüsü, imam hatip, Kur’ân kursu, hafızlık, katsayı... meselelerinde altı buçuk yıllık AKP iktidarında bir arpa boyu dahi mesafe alınamaması, hattâ sorunların yer yer daha da kronik hale gelmesi, iktidar partisi için ciddî handikap.
Ancak bu konulardaki 28 Şubat uygulamalarının mağdurları SP tabanıyla sınırlı değil. Dahası, bu sorunların yaşanmasında, bugün SP tarafından temsil edilen millî görüş çizgisinin taşıdığı sorumluluk, bu partiyi de zora sokuyor.
Ve bu noktada, farklı bir alternatif devreye giriyor: Seçildiği günden itibaren Anadolu’yu defalarca dolaşarak, yılların yorgunluğu ve yıpranmışlığı içerisindeki teşkilâtları yeniden toparlayıp ayağa kaldırmaya çalışan genç liderine son kongrede verdiği taze destekle, imkânsızlık ve zorluklar içinde yeni bir dinamizm kazanan DP.
Partisinin dibe vurma sürecini samimî ve esaslı bir özeleştiriye tâbi tutup, hataları açık yüreklilikle dile getiren ve yaşananlardan doğru dersler çıkararak, parti tabanı ve teşkilâtla büyük ölçüde bütünleşmiş bir yönetim anlayışıyla yola devam eden DP de seçime çok iyi asılıyor.
Sonuç: Bu seçim sürprizlere açık görünüyor.
04.03.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Gönüllü sansürcüler |
|
Her türlü medya vasıtasının değişmeyen gündemlerinden biri de ‘sansür’ iddialarıdır. Siyasî sistem nasıl olursa olsun; mutlaka sansürden, baskıdan ve engellemelerden şikâyet edenler olur. Benzer şikâyetler az ya da çok ‘hür ve demokrat’ ülkelerde de dile getirilebilir.
Türkiye şartlarında hadiseye baktığımızda, baştan sona çelişkiler yumağı ile karşı karşıya olduğumuz görülür. En fazla sansürün uygulandığı dönemler ‘tek parti’ ve ihtilâller dönemidir. Elbette ‘tek parti öncesi’ dönemde de sansür uygulanmıştır, ama demokrasinin ‘d’sinin olmadığı dönemlerdeki sansür uygulaması liderliği kimseye bırakmayacak nisbettedir.
Sansür ya da baskının anlaşılabilmesi için yapılan keyfî uygulamalara ‘Bu sansürdür’ denilmesi gerekmez. Uygulamalar, neticeleri itibarıyla değerlendirilir. 1950 öncesi tek parti devrindeki keyfî uygulamaları bir yana bırakıp, çok uzak olmayan ‘28 Şubat süreci’ne bakalım. Bilhassa bu dönemde ayyuka çıkan ‘akredite’ uygulaması başlı başına bir sansür değil midir?
Gözden uzak tutulan bir sansür çeşidi de, medya patronlarının ya da gazetecilerin ‘menfaatleri gereği’ gönüllü sansürcü olmasıdır. ‘Kaz gelecek yerden tavuk esirgenmez’ kaidesince hareket eden bu cenah, haberleri ters yüz etmekle güya maddî kazanç elde ediyorlar, ama aslında kendi ayaklarına kurşun sıktıklarının farkına varamıyorlar.
28 Şubat günlerini unutanlar için ‘dün’den örnekler de verebiliriz. Malûm, son günlerde bazı gazeteler yakın tarihlerdeki ‘darbe planları’yla ilgili çok önemli yayınlar yaptı. İddialara göre bir dönem genelkurmay başkanlığı yapan bir general, yürürlükteki kanunlara göre apaçık ‘suç’ olan fiillere imza atmış. “Ben ne dersem o olur, o oldu” anlamındaki sözleri bazı gazetelerin manşetlerini ya da internet sitelerini süsledi. Hadi onu da bir yana bırakalım, bazı ‘itirafçı’ların sarsıcı iddiaları sonrası ‘bir kısım medya’nın “Görmedim, duymadım, bilmiyorum” tavrı baştan sona gönüllü bir sansürcülük değil mi?
Bütün bu hadiseler yaşanırken maddî menfaatlerine dokunan ekonomik uygulamaları ‘sansür’ diye eleştirmek acaba inandırıcı olur mu? Tamam sansürün her türlüsüne karşı çıkalım, ama önce ‘gönüllü sansür’cülüğü bir yana bırakmak gerek.
‘Bir kısım medya’nın son yıllarda gizlediği, görmezden geldiği haberleri ‘sansür dosyası’nda toplamaya kalksak her halde ‘Ergenekon dosyaları’ kadar bir yekûn teşkil eder. O halde gönüllü sansürcülerin, hukukî sansürcülerden şikâyet etmeye hakları kalmaz.
Üzerinden 12 yıl geçen ‘28 Şubat süreci’ bir de bu gözle ele alınsa, acaba nelerle karşılaşacağımızın farkında mıyız? Kendi yazarlarını ‘andıç’layan gazete yöneticileri acaba ‘sansürcü başı’ ödülü almayı hak etmiyor mu? Ya da keyfî kriterlerle uygulanan ‘akredite’ kıstaslarına sessiz kalanların sansüre karşı çıktıklarına inanmak mümkün mü?
04.03.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Robert MİRANDA |
ABD, Irak’tan çekilsin; Nursî yolu gösteriyor |
|
Başkan Barack Obama son yaptığı bir açıklamada Irak’tan 18 ay içinde çekileceklerini açıkladı. Obama dedi ki: “İzin verin en açık şekilde söyleyeyim. 31 Ağustos 2010 itibariyle, Irak’taki görevimiz sona erecek.”
Ancak Obama, deniz ve kara kuvvetleri komutanlarından önce yaptığı aynı konuşmada buradaki kuvvetlerin büyük çoğunluğunun bu sene içinde çekilmeyeceğini de söyledi. Aynı zamanda dedi ki; onbinlerce ABD’li görevli Irak’ta kalıp, Iraklıları eğitmeye ve danışmanlık yapmaya devam edecek.
Şimdi bu durumda, ABD Irak’tan çekiliyor mu, çekilmiyor mu?
Açıkça görülüyor ki, ABD, Irak’ı öyle kolayca terk etmeye niyetli değil. Amerikalıların tıpkı Vietnam’ı terk ettikleri gibi Irak’ı terk edecekleri fikri ihtimal dışıdır. Bizce Birleşik Devletlerin Irak’ı gerçek anlamda terk etmesinin tek yolu Irak’ın, Orta Doğu’da bir Amerikan kolonisi olmayacağını deklare etmesinden geçiyor.
Gerçekten de, son sekiz yıl içinde, toplumlar ciddî bir patlamayla karşılaştı ve insanlık ailesi barbarlık zamanlarına doğru ciddî bir gerileme yaşadı. Eski Başkan George W. Bush önderliğinde orman kanunları uygulandı ve kaba kuvvet ve güç; kardeşlik, insan haysiyeti, ahlâk ve barış gibi ilâhî kanunları dünya yüzeyinden silmek için acımasız bir mücadeleye girişti.
Obama kendi savaş çağına başlamadan önce, büyük bir arzuyla istiyorum ki; bir Amerikan Başkanı olarak, Bediüzzaman Said Nursî’nin savaşlar hakkındaki düşüncelerini okuyabilsin.
Bediüzzaman Said Nursî’nin düşünceleri bize savaşların kaçınılmaz sonuçlarını ve barışa giden yolları anlamamızda yol gösterici olmaktadır. Bediüzzaman, savaş ve barış mevzularını fildişi kulelerinde düşünerek yazmamıştır. O her iki Dünya Savaşı’nın dehşetini bizzat yaşamış bir insan olarak bu konularda yazmıştır. O ki; Birinci Dünya Savaşı’nda bir onur madalyası almayı hak etmiş ve Kafkaslarda bir milis teşkil edip bunlara komuta ederek vatanını savunmuştur. O dinî inancındaki kuvvetini, savaşın tam orta yerinde, savaş meydanında bir kâtibe Kur’ân tefsiri yazdırarak ispat etmiştir.
İşte bu Said Nursî, Irak’tan çıkış yolunu işaret etmektedir. Obama şunu anlamalıdır ki, Irak’taki işgali uzatmak Birleşik Devletlerin faydasına değildir. Bu ancak ve ancak yıkımı ve ölümleri arttıracaktır. Birleşik Devletler asıl Irak’ta maneviyatı tesis edecek adımlar atmalıdır. İslâmiyetin hakikatlerinin burada yayılması ve filizlenmesine izin verilerek, ölüm bu topraklardan kovulmalıdır.
Şüphesiz hakikî iman sahipleri savaşın dehşetli ve vahşetli gerçeklerinden önemli dersler alabilir ve kendini Allah’a adamış bir insan, savaşın sebep olduğu kötülüklere ve çirkin sonuçlarına duyarsız kalamaz. Nursî’nin görüşleri esasında şu meşhur deyişi teyid eder cihettedir: “Tarihin hatalarından ders almayı red edenler, onları tekrarlamaya mahkûmdur”.
Felâk Sûresini (Kur’ân 113:4) tefsir ederken, burada bahsedilen “düğümlere üfleyen” şerli insanlardan yola çıkarak, Nursî konuyu, kendi propagandasını yapan ve siyasî entrikalar peşindeki savaş çığırtkanı siyasetçilere ve onların kontrolündeki medyaya getirir.
Evet, savaşlar siyasetçilerin gerçek yüzlerini, askerî gücün sınırlarını ve insan hayatının fani ve zail tabiatını ortaya çıkarır. Bütün gücü elinde bulunduran Allah, şüphesiz, insanların etrafını saran hile ve düzenlerinden daha güçlüdür ve onları aydınlatabilir ve liderlerin ve yöneticilerin kalbini evirip çeviren de O’dur.
Ne yazık ki; görülüyor ki; Obama henüz savaşlardan tam anlamıyla dersini almış değil. Bu sebeple de, egoizm, merhametsiz zalimlik ve korku ile örülmüş olan neo-konservatif ajandanın ilkelerini uygulamaya devam edecek gibi görünüyor. Bunlar ise insanlığı “gıpta, rekabet ve çatışmaya” götüren yolların parke taşları mesabesinde yeni savaşın ilkeleridir.
TERCÜME: UMUT YAVUZ
United States Out of Iraq – Nursi Shows the Way
President Barack Obama recently stated that he will withdraw combat forces within 18 months from Iraq. “Let me say this as plainly as I can,” he said. “By August 31, 2010, our combat mission in Iraq will end.”
Yet in the same speech before marines and military leadership, he said the vast majority of those involved in the pullout will not leave this year. Obama also said tens of thousands of U.S. personnel will remain behind to train and advise Iraqis.
So is the United States in or out of Iraq?
It’s clear the United States is not going to just leave Iraq. The idea that the Americans are just going to surrender Iraq like they did with Vietnam is out of the question. The only way the United States is going to leave Iraq is declaring that Iraq will not be an American colony in the Middle East.
Indeed, civil society has been dealt a serious blow, and the human family has taken a great step backwards into barbarity over the past eight years. The law of the jungle advanced by former president George W. Bush in which brute power and force makes right over the Divinely-revealed values of brotherhood, human dignity, morality, and peace must be eradicated from the face of the Earth.
As Obama begins his era of war, it is with great passion I ask that the President of the United States read the thoughts of Bediuzzaman Said Nursi with respect to war.
The thoughts of Bediuzzaman Said Nursi provide us the understanding of the implications of war and the path to peace. Said Nursi did not write about war and peace from an ivory tower. He was a man who experienced personally the horrors of two World Wars—winning medals of honor for his service in the First World War, and commanding militia forces in the Caucasus defending his homeland. He proved his religious faith by dictating Qur’anic commentary to a scribe in the midst of battle.
Said Nursi points the way for Iraq. Obama ought to see that it is not for the United States to prolong its occupation. This only continues destruction and death. The United States should take steps to restore spirituality in Iraq. Islam must be allowed to move Iraq away from death.
Even though believers can learn important lessons from the brutal realities of war, a person who is devoted to God cannot blind himself to war’s evil causes and ugly effects. Nursi’s views hold true to confirm the old adage that “Those who refuse to learn from the errors of history are condemned to repeat them.”
Commenting on the verse in Surat al-Falaq (Qur’an 113:4) on the mischief of those who blow on knots, Nursi relates the passage to the self-serving propaganda of and diplomatic machinations of war-mongering politicians and the news media they control.
Wars show the true face of politics, the limitations of military power, and the transient nature of human life. All-powerful God is more powerful than the deceptions with which men surround themselves and is able to enlighten and change the hearts of leaders and rulers.
Unfortunately, it appears that Obama has not learned the lessons of war, and he is responding with continuing the neo-conservative agenda which is filled with egotism, pitiless cruelty, and fear, all of which paved the way for human duplicity in the form of “envy, rivalry and clashes” for the next war.
04.03.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali OKTAY |
40 yaşında bir genç c |
|
Geçtiğimiz Pazar günü gazetemiz Yeni Asya’nın 40. yıl dönümünü kutladık. İstanbul’da Çemberlitaş Fırat Kültür Merkezi’ndeydik okurlarımız, yazarlarımız ve bütün Yeni Asya camiasıyla. Soğuk İstanbul akşamı yerini içerde sımsıcak bir havaya bırakmıştı. Bu özel gecede biz de okuyucularımıza tasavvuf müziğimizi icra edecektik. Ne yazık ki bu tür organizasyonlarda bizler sahne öncesi hazırlık ve prova dolayısıyla salonda neler olur, kimler konuşur pek takip edemeyiz. Ama arada bir fırsat buldukça göz attığımda Pazar akşamının ilerleyen saatine, soğuk havaya rağmen vefakâr okuyucularıyla dolu bir salon, tatlı bir koşuşturma, heyecanlı, mütebessim çehreler vardı. Bahri Güngördü’nün şefliğinde Bizbize Topluluğu ile sahnedeki yerimizi almaya sıra geldiğinde o heyecan bizleri de sarmıştı. Udda Hüseyin Sert, ritimde Cem Dişçi, neyde İsmail Hakkı Okur, kanunda ise Bahri Güngördü’nün sazları ve sesleri eşliğinde ilâhilerimizi paylaştık. Tepelice Çama Çıktım ilâhisinde ise dinleyicilerimiz bize eşlik etti. Bediüzzaman Hazretlerinin talebesi Mustafa Özsoy’un şiiri ve Mehmet Emin Altıntop’un bestesi olan Feyzin Kalbimize Doldu Üstadım ilâhisini solo olarak seslendirerek bize ayrılan süreyi doldurmuş olduk. O an sahnede kısıtlı zaman içinde dile getirmeye çalıştığım duygularımı yeri gelmişken yazmak isterim:
1990-91 yılları. İstanbul Hukuk Fakültesinde öğrencilik yıllarım. Sevgili kardeşim Nazım Altay, Yeni Asya ‘nın Aksaray’daki binasında müzik dersleri verildiğini söyleyip ‘beraber gidelim mi?’ dedi. Lise de iken bir sazım vardı ama ne ders almıştım doğru dürüst ne de düzenli bir eğitim. Biraz merak, çekingenlik ve büyük bir heyecanla gittim. Bahri Beyle tanışmamız böyle oldu ilk. Yani hocamızla. Kültür Bakanlığı sanatçısıydı aynı zamanda. Oysa ben o günden bugüne devam eden süreçte bir ağabey kazanmışım meğerse. Ud hocamız Hüseyin Sert ve beraber ders aldığım kardeşim Latif Gültekin’le de böylece tanışmış olduk. Aklımda gönlümde olmayan şeydi müzik ve bu vesileyle Yeni Asya sayesinde hayat çizgimin değiştiğini sonraları görecektim. Fakültede İnkılâp Tarihi dersinde laiklik konusunu hazırlama ve seminer görevini üstlenmiştim. Yaptığım 80 sayfa civarındaki çalışmamı gazetemizin genel yayın yönetmeni Kâzım Bey’e gösterdim. Hiç beklemediğim şekilde o çalışmam Yeni Asya’da 14 gün süren bir yazı dizisi olunca yaşadığım heyecan ve gurur hislerimi izah edemem. Daha genç bir üniversite öğrencisisiniz ve bir gazete sizin çalışmanızı 2 hafta boyunca ve neredeyse tam sayfa yayınlıyordu. Tarifi zor bir mutluluktu benim için gerçekten.
Müzikle uğraşımız devam ederken bir yandan da nereden geldiyse “Acaba beste yapabilir miyim?” diye düşünmeye başladım. Tabiî bu amatör heyecanımızın bir tezahürü idi. Yeni Asya’dan kestiğim şiirleri, konusuna duygusal yoğunluğuna göre ayırırdım. İlk beste taslağı çalışmalarımı da hep o şiirlerden yaptım. 1996 yılında Latif kardeşimizin aracılığıyla kaset yapma teklifi yine Yeni Asya’mdan gelmişti. 6 yıl içinde, amatörce başladığım ve sürdürdüğüm müzik çalışmaları bir albümle somutluk kazanıyordu. Bir sene sonra 15 Şubatta Fırat Kültür Merkezinde yaptığımız galada—o soğuk havaya rağmen—yanımda yine başta Mehmet Kutlular Ağabey olmak üzere Yeni Asya vardı. Galaya katılan sanatçı dostlarım, organizasyondan, katılımdan, ilgiden dolayı çok beğendiklerini söylemişler, tebrik etmişlerdi. Sonraları ise Kâzım Güleçyüz Bey olsun, Abdullah Eraçıkbaş Bey olsun müzik üzerine yazmam yönündeki teşvik ve destekleri sayesinde gazetemizde bir de Müzik Yazıları yazma zemini doğdu. Zaman zaman meşgaleler dolayısıyla ara vermekle birlikte son bir yıldır düzenli olarak her hafta Salı günleri bu köşede sizlerle buluşuyor müzik adına bir şeyleri paylaşıyoruz. Geçen gün Nejat Eren Ağabey “Ali Kardeş bana Dede Efendi’ye duâ ettirdin. Dede Efendi ile ilgili yazını işte kestim çantamda duruyor. Dede Efendi’nin Hazreti Hatice’nin ayak ucunda gömülü olduğunu yazıyı okuyunca öğrendim" deyince bu paylaşmanın anlam ve önem kazandığını gördüm yine. Yine Gemlik'ten Kemal Akay Ağabeyin de geçen günkü sohbetimizde söyledikleri ve sizlerden gelen mesajlarda, Yeni Asya’nın aslında ne kadar büyük ve birbirine bağlı bir aile olduğunu gösteriyordu.
Amacım bir 40. yıl yazısı yazmak değildi elbette. Çünkü en güzel yeni Asya yazılarını gazetede okudunuz zaten. 40 yıllık okuyucularımızın fedakârca sahiplenme öykülerini hatıralarını, karşılaştıkları zorlukları bizlerde onlarla birlikte yaşadık yeniden. İnşallah daha nice 40 yıllara Yeni Asya…
04.03.2009
E-Posta:
alioktay@alioktay. net
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Altındal’ın hangi yanlışını düzeltelim? |
|
Adam işten yorgun-argın evine döner. Yemeğini yer, koltuğuna çöker ve gazetesini okumaya başlar. Bu sırada hamur yoğuran hanımı, bir fıkra anlatarak beyini dinlendirmek ister: “Bey, Hz. İsa’nın keçisi bir gün kaçmış…”
Bey, daha da yorgun bir ses tonuyla: “Hangi birisini düzelteyim hanım! Bir kere Hz. İsa (as) değil, Hz. Musa (as); keçisi değil, koyunu…”
Bir televizyonda “Türkiye’de Cemaat Baskısı Artıyor mu?” programında konuşan araştırmacı-yazar Aytunç Altındal, hiç ilgisi olmadığı halde, üzerine basa basa bazı meseleleri birbirine karıştırarak, Said Nursî’nin İngiliz Muhipler Cemiyeti’ne girdiğini ileri sürmüş… Bu cehaletinin eseri değilse; kasıt ve ifsadının bir göstergesidir!
Evvelâ şunu belirtelim: Said olarak bilinen meşhur üç isim var: 13 Şubat 1925’teki isyanı patlatan Palulu Şeyh Said başka, İngiliz Muhipler Cemiyeti kurucusu Said Molla başka, Bediüzzaman Said Nursî bambaşka şahsiyetlerdir. Said Molla, 14 Temmuz 1930 Romanya doğumlu. Osmanlı ülkesinde misyonerlik faaliyetlerinde bulundu. Mondros Mütarekesi’nden (30 Ekim 1918) sonra İngiliz haber alma servisi ajanı olarak İstanbul’da bulunan, Millî Mücadele’yi engelleyebilmek için çalışmalar yürüten, Batı Anadolu’da Albay Emiling adıyla faaliyetlerde bulun İngiliz ajanı rahip Robert Frew (Rahip Fru) ile yakın ilişkileri oldu. 20 Mayıs 1920’de İstanbul’da İngiliz Muhipleri Cemiyeti’ni kurdu. Ajan Robert Frew aracılığıyla İngiliz yönetiminden parasal destek sağladı. 1918-1921 arasında İstanbul Gazetesi’ni yayımladı. İngiliz casusu olduğu tesbit edilince, Kurtuluş Savaşı’ndan sonra Romanya’ya kaçtı. 1924’te “Yüzellilikler” listesine alındı ve 1927’de vatandaşlıktan çıkarıldı. Bediüzzaman Said Nursî ise, Şeyh Said’i isyandan vazgeçirmeye çalışan, Ahmed’i Mehmed’e kırdırmanın İslâmiyetle bir ilgisi olmadığını söyleyen, Van ve civarını isyana katılmaktan kurtaran, meşrutiyetçi, hürriyetçi (gerçek demokrasinin ruhunu İslâm’dan aldığını söyleyen), 6 bin küsûr sayfa eser yazan ve ilmi, cesareti, kahramanlığı ve hürriyet mücadelesiyle kendisini dünyaya kabul ettiren dünya çapında bir mütefekkirdir.
Bediüzzaman, İstiklâl Savaşı’nda İngiliz baskısı altında Şeyhülislâm’ın Kuva-i Milliyeciler hakkında verdiği “İsyancıdırlar” fetvasının geçersiz olduğunu söyler ve buna mukabil fetva yayınlar: “İşgal altındaki bir memlekette İngilizlerin emri ve tazyiki altında bulunan bir idarenin ve Meşihat’ın fetvası mualleldir; mesmu’ olamaz (dinlenilemez). Düşman istilâsına karşı harekete geçenler asi değillerdir. Fetva geri alınmalıdır.” (Necmeddin Şahiner, Bilinmeyen Taraflarıyla Bediüzzaman Said Nursî, Nesil Yayınları, 2005, s. 255.) Hutuvat-ı Sitte isimli eseri yayınlayarak İngiliz desiselerini çürütür, ulemayı ve kamuoyunu onların tuzaklarına düşmekten kurtarır. Zaten, gerek I. Dünya Savaşı, gerekse İstiklâl Savaşı’ndaki kahramanlıklarını bilen Ankara hükümeti ve M. Kemal onu ısrarla Ankara’ya dâvet eder. Meclis’te dine karşı bir lâkaytlık ve batılılaşma bahanesi altında kudsî değerlere, İslâmî şeâire karşı bir soğukluk görür. Bunun üzerine on maddelik bir beyanname yayınlayarak, İslâmiyetin hakikatlerine uygun “demokratik bir yapı” kurulması gerektiğini beyan eder. Mustafa Kemal, Büyük Millet Meclisi’nde şiddet ve hiddetle Bediüzzaman’a karşı bağırarak “Seni buraya çağırdık ki, bize yüksek fikir beyan edesin. Sen geldin, namaza dair şeyler yazıp içimize ihtilâf verdin” der. Onun hiddetine karşı, “Kâinatta en yüksek hakîkat îmandır, îmandan sonra namazdır. Namaz kılmayan hâindir; hâinin hükmü merduddur. Cenâb-ı Hak, Kur’ân-ı Kerîminde, yüz yerde edâsını emrettiği namazdan daha büyük bir hakîkat olsa idi, îmandan sonra onu emrederdi” diye cevap verir.
İngiliz Muhipleri Cemiyeti kurucusu Said Molla, işgalci İngilizlerin yönlendirmesiyle Kürdistan Teali Cemiyeti’nin kurulmasında önemli rol oynamıştı.
Bu cemiyetin önde gelen isimleri, Doğu bölgesinde özerk bir Kürt devletinin kurulması yönünde Said Nursî’nin desteğini kazanabilmek için çeşitli teşebbüslerde bulundular. Fakat o, gelen teklifleri kesin bir ifadeyle reddetti. Üstelik bununla da kalmayıp, Türklerle ittihada zarar verebilecek her türlü hareketi kınadı. Sözü edilen maksada yönelik Said Nursî’ye gelenlerden birisi, mezkûr cemiyetin başkanı olan Seyyid Abdülkadir’e Said Nursî’nin verdiği cevap şu oldu:
“Allah-u Zülcelâl Hazretleri, Kur’ân-ı Kerim’de, [meâlen] ‘Öyle bir kavim getireceğim ki, onlar Allah’ı severler, Allah da onları sever’ [5:54] diye buyurmuştur. Ben de bu beyan-ı İlâhî karşısında düşündüm, bu kavmin bin yıldan beri âlem-i İslâm’ın bayraktarlığını yapan Türk milleti olduğunu anladım. Bu kahraman millete hizmet yerine, dört yüz elli milyon hakikî Müslüman kardeş bedeline, birkaç akılsız kavmiyetçi kimsenin peşinden gitmem.” (Necmeddin Şahiner, Bilinmeyen Taraflarıyla Bediüzzaman Said Nursî, s. 233-234.)
Bediüzzaman Said Nursî, asla ifsat, zındıka ve dinsizlik komiteleriyle barışık değildir ve olamaz. Ayrıca, Risâle-i Nur, siyasî bir hareket değil, Kur’ân, iman hareketidir. Nurcuların gayesi, dünya değil, ahirettir.
04.03.2009
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Kur’ân eczanesinden şifa reçetesi |
|
Cenâb-ı Hak Yüce Kitabından inananlar için bir hidayet rehberi ve şifa olarak bahseder.1
Evet, Kur’ân bir öğüt, hidayet ve rahmet olduğu gibi kalblerdeki hastalıklar için de bir şifadır.2
Hz. İbrahim (as) “Hastalandığımda bana şifa veren Odur”3 derken Allah’tan şifa bekliyordu. Biz de şifayı Allah’tan bekliyoruz. Peygamberimiz de (asm) bir hastayı ziyaret ettiğinde şöyle duâ etmişti: “Allah’ım, hastalığımı ve sıkıntımı gider. Ey insanların Rabbi, şifa ver. Şifa veren ancak Sensin. Senin vereceğin şifadan başka şifa yoktur. Senden hiçbir hastalık bırakmayan bir şifa istiyorum.”4
Öyleyse şifayı Allah’tan isteriz, diğer hususlarda olduğu gibi sihir gibi bir felâket esnasında da O'na yönelir, şifayı O'ndan bekler, yüce kelâmı Kur’ân’ındaki şifa âyetlerine müracaat ederiz.
Sebebi bilinmeyen ve hiç geçmeyen bir iç sıkıntı içinde misiniz? Dünyaya sığmaz oluyor, cendereye sıkıştırılmışcasına patlayacak hâle geliyor, çabucak, hem de basit bir meseleye dahi kızıyor, birisi hâlinizi hatırınızı sorsa “Ne var ne yok” dese bile kızıyor, çabuk parlayıp peşinden hemen pişmanlık duyuyor musunuz?
Doğuştan böyle bir durumunuz yoksa bu sihir yapıldığının işareti olabilir. O zaman hemen Kur’ân’ın bu husustaki şifa âyetlerine başvuracaksınız.
Dürüst, içi dışı tertemiz, ahlâklı, faziletli bir insan güzelce bir abdest alır, bir kaba tuz koyup kıbleye yönelerek üç defa, “Allâhümme salli alâ Muhammed’in ve alâ âl-i seyyidina Muhammed ve sellim” diye salât ü selâm getirir. Sonra 34 defa Ve’d-Duhâ, 17 defa Âyetü’l-Kürsî, daha sonra da 11 defa Yunus Sûresinin 81-82. âyetlerini okur. Tekrar 3 defa salâtü selâm getirip tuza üfler ve her defasında tuzu karıştırır. Sonra da sihre maruz kalan kişiye bir defa yalatır. Ayrıca bu tuz pişirilen yemeğe tuz yerine konulabilir. Başkası da bu tuzu kullanabilir. Yalnız cünüp kişi, aybaşılı ve lahusalı kadın el sürmemelidir, yoksa faydası gider, tesiri kaybolur.
Eğer gerçekten kişide sihir varsa en geç üç gün içerisinde neşeli, mütebessim, anlayışlı bir kişi hâle gelir. Değişiklik olmadığı takdirde bu hâlinin sihirden değil, doktorluk bir hastalıktan dolayı olduğu anlaşılır. Doktora gitmelidir.
Şerlerden korunma yollarından biri de Amenerresûlü’yü okumak. Bir hadis-i şerifte Bakara Sûresinin son iki âyeti olan Âmene’r-Resûlü’yü yatmadan önce okuyan kimsenin Cenâb-ı Hakk’ın himaye ve koruması altına girdiği bildirilir.
Yarın da İnşaallah diğer korunma şekillerine yer verelim.
Dipnotlar:
1- Fussılet Sûresi: 4.
2- Yunus Sûresi: 57.
3- Şuara Sûresi: 80.
4- Tirmizî, Daavât: 112.
04.03.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Kısmetimizi ararken |
|
Hasan Bey: “Evlilik olayı tamamen nasip ve kısmet işi midir? İnsanın cüz’î ihtiyarı bunda ne kadar etkilidir? Erkek bu konuda daha özgürdür. Oysa kızlar gelenlerden seçiyor! İzlenecek yol ne olmalıdır? Kızlar sadece oturup beklemeli mi? Kız tarafı olarak âilenin yapabileceği nedir?”
Nasip, Cenâb-ı Hakkın bir şeyi bizim için tensip buyurması, uygun görmesi ve onu takdir etmesidir. Kısmet de, Cenâb-ı Hakk’ın herkese kendi özel şartlarında, kendine lâzım olacak şeyleri, diğer sayısız seçeneklerden seçip ayırıp vermesidir. Her ikisi de Allah’ın tensip ve takdiri demektir.
Elbette her şey tamamen nasip ve kısmet işidir. Fakat bu, cüz’î irâdemizi inkâr etmemiz ve yok saymamız mânâsına da gelmiyor. Bir şeyde her ikisini birden algılayabilmeliyiz.
Evleneceğimiz adayı tesbit ederken, önce Allah’tan hep hayırlısını isteriz. Sonra bizim için hayırlı olabileceğini umduğumuz şahıslara ilgi duyarız. Ardından, ilgi duyduğumuz şahıslara haberci gönderip, “Allah’ın emriyle, Peygamber’in (asm) kavliyle” evlenmek niyetimizi açıklarız. Bu aşamaların hepsinde, bu teşebbüsümüzün bizim için hayırlı olmasını, bizi hayra yönlendirmesini Cenâb-ı Hak’tan hep isteriz. Hem isteriz, hem de teşebbüslerimize devam ederiz. Bir yerlerde bir olumsuzluk çıktığında, akl-ı selimle hareket edip çözmeye çalışırız. Olumsuzluklar artarsa, akl-ı selimi yine elden bırakmayız. Bu esnada etrafımıza ve çevremize de akıl danışırız, istişâre ederiz. Olumsuzlukları aşamaz, fakat bu tercihimizin bizim için hayırlı olacağını hâlâ umarsak; Allah’a dayanarak ve Allah’tan hayır bekleyerek çözüm üretmeye devam ederiz. Pes etmeyiz. Ümitsiz olmayız. Fakat olmayacak duâya da “âmin!” demeyiz. “Hayırsızsa da bu olsun, hayırlıysa da bu olsun!” tarzında bir ısrar ile hayır duâmızı bulandırmayız. Hayır istemekten vazgeçmeyiz. İşimiz yolunda gitmediğinde her şeyin bittiği evhamına kapılmamıza gerek yoktur. Allah’ın bizim için bir hayır tercihi yaptığını düşünürüz. Tevhid inancı bunu gerektirdiği gibi, huzur ve saadet de bundadır!
Evlilik tercihi meselesinde kızların seçici olmadığını söylemek yanlıştır. İslâmiyet’te erkekler kadar kızlar da, edep ve hayâ çerçevesinde kalmak şartıyla, evlenecekleri erkeği seçmekte hür ve muhtardırlar.
Kadına seçicilik hakkı veren, edebin her türlüsünü şahsında toplayan1 Resûlullah’tan başkası değildir. Kızın veya kız tarafının da bir erkeğe talip olması söz konusu olabilir. Sehl bin Sa’d (ra) bildirdi ki: Bir kadın geldi ve bir toplulukta kendisini Resûlullah’a arz etti. Dedi ki: “Yâ Resûlallah! Ben evlilik için kendimi size arz ediyorum. Nasıl isterseniz öyle yapın! İster kendiniz alın, ister başkasıyla evlendirin!”
Bunun üzerine topluluktan birisi kalkarak:
“Yâ Resûlallah! Beni onunla evlendirin!” dedi.
Resûlullah da (asm):
“Öyleyse haydi git, araştır. Demir de olsa bir yüzük bul, getir!” buyurdu.
Adam gitti, fakat demir bir halka bile bulamadı. Bunun üzerine Resûlullah (asm):
“Kur’ân sûrelerinden ezberinde bir şey var mı?” buyurdu. Adam:
“Evet!” deyince, Resûl-i Ekrem (asm), ezberinde olan Kur’ân sûreleriyle adamı o kadınla evlendirdi.2
Anlaşılıyor ki, kızın veya kız tarafının da bir erkeğe talip olması söz konusu olabilir. Kız ailesi uygun gördüğü erkek tarafına yakın durabilir, haber gönderebilir. Bu ne ayıptır, ne de günahtır! Yeter ki, âdâb, erkân, ahlâk ve hayâ çerçevesinde olsun.
Öyleyse unutmayalım ki, “Kısmet ne ise, o olur” deyip eli kolu bağlayıp durmak doğru olmadığı gibi; hiç şüphesiz, seçicilik yapacağım diye arsız, edepsiz ve hayâsız davranmak da doğru değildir.
Dipnotlar:
1- Bediüzzaman, Lem’alar, 181
2- Nesâî, Nikâh, 1, 69
04.03.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Demokratlara iki müthiş darbe |
|
Bediüzzaman Said Nursî'nin—kendi tâbirleriyle—"Otuz beş seneden beri" terk etmiş oldukları siyasete 1950'den sonra tekrar bakmaya başladığı ve siyaset sahnesinde başında "Menderes gibi zatların" bulunduğu Demokrat Partiye destek verdiği, talebeleriyle birlikte onlara "nokta–i istinad" olduğu su götürmez ve tereddüt kaldırmaz bir hakikattir. (Bkz: Emirdağ Lâhikası, s. 387 ve 422)
Son derece dikkat çekici olan bu hakikatin dahası da var. Şöyle ki:
1) Üstad Bediüzzaman, 1950'de iktidara gelen Demokratları, Osmanlı zamanındaki Ahrarların devamı ve aynı misyonun takipçileri olarak görmüş ve her ikisine de aynı maksatla destek vermiştir.
2) Bediüzzaman Hazretleri, Demokratları "Kur'ân, vatan ve İslâmiyet nâmına" muhafazaya çalıştığını açıkça beyan etmişlerdir.
3) Aynı şekilde, özellikle 1957 seçimlerinde sandık başına giderek Demokratlara alenen oy veren ve hayatının son dönemine kadar aynı desteğini sürdüren Üstad Bediüzzaman, vefatına yakın bir zamanda Demokratların devrileceğini hissetmiş ve bu durum karşısında aynen şunu söylemiştir: "Halkçılar ırkçılığı elde edip tam sizi (DP lideri Menderes') mağlup etmeye bir ihtimal–i kavî ile hissettim ve İslâmiyet nâmına telâş ediyorum."
4) Bir gün Emirdağlı talebelerinden Hamza Emek ve Mehmet Çalışkan'ı çağıran Üstad Bediüzzaman, onlara hitaben "Benim ve Risâle–i Nur'un bedelinesz Demokrat Partiye kaydolun" demiştir. Bu tavsiye üzerine, Nur Talebelerinden tam 14 kişi gidip partiye kaydını yaptırmış ve hatta o tarihten sonra DP'nin Emirdağ ilçe teşkilâtını yönetmeye başlamışlardır. (Bkz: 1– Emirdağ Lâhikası, s. 422/1994 yılı baskısı; 2– Son Şahitler–II, s. 422/1993 yılı baskısı.)
NOT: Garip bir tevafuktur ki, burada kaynak olarak zikrettiğimiz her iki eserin ilgili sayfa numarası de aynen 422 çıkarken, baskı tarihleri ise sadece bir tek farkla (1993'e 1994) tevafuk eyledi.
1960 ve 1980 darbelerine işaret
Vefatından evvel Demokratların başına gelecek dehşetli bir darbeyi hisseden ve bundan dolayı "İslâmiyet nâmına telâş eden" Üstad Bediüzzaman, ne aciptir ki, aynı eserinin bir başka mektubunda, vaktiyle (1909) Ahrar Fırkasının başına geldiği gibi, bundan sonra da Demokratların başına "iki müthiş darbe"nin geleceğinden bahsediyor. Üstelik, aynı mektupta bazı müfsitlerin dindarlık perdesine girip Demokratları tıpkı kendileri gibi dinden uzak ve tahribatçı göstermeye çalışmak istediklerini de kat'i bir yakîn ile beyan edip haber veriyor.
İşte, hayret ve hayranlık uyandıran o hakikatbîn mektubun ilgili bölümü:
"...Şimdi de aynen İttihad–ı İslâm'dan olan Nurcular, büyük bir yekûn teşkil eder. Demokratlara bir nokta–i istinaddır. Fakat Demokrata karşı eski partinin (Halk Partisinin) müfrit ve mason veya komünist mânâsını taşıyan kısmı, iki müthiş darbeyi Demokratlara vurmaya hazırlanıyorlar.
"Eskiden (1909) nasıl Ahrarlar iki defa başa geçtiği halde, az bir zamanda onları devirdiler. Onların müttefiki olan İttihad–ı Muhammedî (asm) efradının çoklarını astılar. Ve 'Ahrar' denilen Demokratları kendilerinden daha dinsiz göstermeye çalıştılar. Aynen öyle de, şimdi bir kısmı dindarlık perdesine girip Demokratları din aleyhine sevk etmek veya kendileri gibi tahribata sevk etmek istedikleri kat’iyen tebeyyün ediyor." (Emirdağ Lahikası, Sayfa: 271)
İşte, istikbâl–âşina olan hakikatbin nazar budur... İşte, Kur'ân'ın dürbünüyle geleceğe bakmak buna derler.
Bize göre, burada DP'ye karşı yapılan 1960 darbesi gibi, AP'ye karşı yapılan 1980 darbesinden de haber verildiği, şüphe, tartışma götürmez bir gerçektir.
Ama ne tuhaftır ki, Nur Risâlelerini benimseyerek okuyan bazıları çıkıp hâlâ Adalet Partisinin Demokrat Partinin devamı mahiyetinde olup olmadığını tereddütle karşılayabiliyor.
Tereddütleri izale için, son olarak bir noktaya daha dikkat çekerek bugünlük nihayet verelim.
Birinci Şuâ'da tefsir ve izahı yapılan "Yirmi Sekizinci Âyet" başlıklı bölümde (Tevbe, 32. âyet) 1877'de vukua gelen dehşetli Osmanlı–Rus harbinden bahisle, o tarihteki zulümatı dağıtacak zâtların Mevlânâ Halid'in (ks) şakirdleri olduğu ifade edildikten sonra, o tarihten bir asır sonra, yani 1977'de vukua gelecek bir başka zulümatı dağıtacak zatların ise, "Hazret–i Mehdî'nin şakirdleri olabilir" deniliyor. (Bkz: Şuâlar, s. 620)
NOTLAR
1) Çarlık Rusyası, 1877'de Kafkaslar gibi Balkanları, hatta Trakya'yı da istilâ etmiş ve tâ Yeşilköy'e kadar gelmişti. Yani, Rus tehlikesinin nihaî hedefe varmasına—kuşbakışı—tam 13 km.'lik bir mesafe kalmıştı. 1977'de ise, komünist Rusya'ya istinad eden bir komünist kuvvetin hakimiyeti altına giren CHP'nin tek başına iktidara gelmesine de tamı tamına 13 milletvekilliği kalmıştı.
2) Bir yıl sonra, yani 1978'de AP'yi devirmek için CHP lideri Ecevit'in başını çektiği kirli pazarlıkların yapıldığı Güneş Motel'in bulunduğu yer, yine Ayastefanos'un sınırları içinde bulunuyor.
3) Bugünkü "doğru siyaset"e bakış açısı, Hz. Mehdi'nin şakirtleri tarafından 1977'de yazılan kahramanlık destanına bakış tarzıyla doğru orantılı olsa gerektir. Kimi var ki, o destana utanarak ve sıkılarak bakar; kimi de o zamanki hizmete iftiharla bakarak başını dik tutar.
04.03.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cevat ÇAKIR |
"Mimsiz medeniyetin kiri" |
|
Mimsiz medeniyetin getirdiği bazı uygulamalar ile dünya mülevves olmuştur. Bütün mevcudatı “birer munis hizmetkâr ve birer dost memur”1 olmaktan çıkarıp, “ruhsuz ve ecnebi” derekesine indirmekle hatt-ı muvasalayı ortadan kaldırmıştır.
Tabiatı, sömürülmesi gereken sonsuz bir kaynak olarak gören bu anlayış, kısa bir süre sonra sadece tabiatı değil, bir çok kıt’a ve milletleri de sömürmeye ve tabiî kaynaklarını yağmalamaya başlamıştır. Daha da ileri gidilerek “Kendi menfaati için insan âlemine ateş veren hodgam”2 konumuna düşmüştür. Bugün dünyada devam eden savaşları bu hasta ruh devam ettirmektedir. Dün Bosna’yı, Irak ve Afganistan’ı bombalayanlar bugün de Gazze’yi bombalıyor. “Çöl ayısı” lâkaplı komutan Körfez Savaşı sırasında Irak’a 88 bin ton bomba atmıştı. Bugün de Gazze’de savaş sonrası 600 bin ton zehirli moloz temizlenmeyi bekliyor.3 “İmal edilen her tabanca, denize indirilen her savaş gemisi, atılan her roket, nihaî analizde, acıktığı halde doyurulamayanlardan, üşüdüğü halde giydirilemeyenlerden çalınmış demektir.”4
Silâh ve savaş bu asrın ihtiyacına yakışmıyor. İnsanlar bedevilikten çıkalı asırlar oldu, ama bu kötü alışkanlıklarından henüz vazgeçmiş değil. Halen ekinleri ve nesilleri yok etmek için uğraşan bir ruh yaşamaktadır. Bu ruh terbiye edilmedikçe insanlık çok ıztıraplar çekeceğe benzer. İşte bu ruhun bir tezahürü olarak aşırı bir tüketim sistemi bütün insanlara telkin edilmektedir. Dünyayı tüketen topluluklar oluşmaktadır. ABD bunlardan bir tanesi. Bir araştırmaya göre bir ABD’li dünya ortalamasına oranla 4 kat fazla enerji ve 3 kat fazla su harcıyor. Bir kişinin çöpü ortalamadan 2 kat fazla. Bir ABD’li yılda bin 682 metreküp su tüketiyor. ABD, hayat tarzıyla, boğaz düşkünü halkıyla, tabiî kaynakları tüketimiyle “süper beden” bir ülke haline geldi. Amerikan halkı dünyanın tabiî kaynaklarını hızla tüketiyor. ABD nüfusu dünyanın yüzde 5’ini oluşturuyor. Ancak küresel enerji tüketiminin 23’ü, kâğıt tüketiminin yüzde 28’i, et tüketiminin ise yüzde 15’i bu ülkede gerçekleşiyor. Bir ABD’li günde 2,5 kiloluk çöp üretiyor. 1 kişi için dünya ortalaması 400 gram. Dünyadaki motorlu araçların yüzde 37’si ABD’de. 24 milyonu aşırı benzin tüketen cipler. Dünya’da üretilen her 7 varil petrolün 1 varilini Amerikalı sürücüler tüketmektedir. Kişi başına düşen karbondioksit üretimi 19.8 ton.
Dünya ortalaması 3.9 ton. ABD’liler yılda 58 milyar adet hamburger tüketiyor. Bu bütün dünyadaki hamburger tüketiminden fazla. 54 milyon obez bulunan ABD’de yılda 300 bin kişi obeziteye bağlı sebeplerle ölüyor.5
Bu problemlerin çaresi dünyayı bir misafirhane ve varlıkları da hizmetimize sunulan birer emanet şeklinde algılamaktadır.
Dipnotlar:
1- Sözler, 23
2- Kastamonu Lâhikası, s. 80
3- Yeni Asya, 12/2/2009
4- Eisenhover;
5- İndepent, 11/10/ 2006, Victoria Markham
04.03.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
Sami CEBECİ |
Kütahya yollarında |
|
Birkaç senedir gidemediğim Kütahya’dan gelen bir dâvet dolayısıyla yola koyuldum. Niyet hizmet olunca, Cenâb-ı Hak sebeplerini de ihsan ediyor. Böyle yolculuklarda mutlaka müsait fıtratlı insanlarla karşılaşmak nasip oluyor.
Yan koltuktaki yol arkadaşım temiz yüzlü genç bir delikanlıydı. Tavşanlı ilçesinde bir markette çalışıyormuş. İkimiz de bir müddet istirahat ettik. Çünkü, o da iki gündür yollardaymış. Eskişehir’den Kütahya’ya kadar sohbet ettik. Abdülkadir Öğüt isimli bu genç arkadaş inançlı birisi olduğu halde, beş vakit namaz noktasında zayıf olduğunu söylüyordu. Zâten toplumun geneli de bu durumdaydı. Bu dünyaya Allah’ı tanımak, ona iman ederek ibâdet etmek maksadıyla gönderildiğimizi, bu ibâdetlerin başında beş vakit namaz geldiğini, namaz kıldıktan sonra, meşrû ve helâl dairesinde yapılan çalışmalarımızın ve diğer vakitlerimizin ibâdetten sayılacağını söyledim. Yirmi üç kilo sütü olan bir kimsenin, ona hiçbir muamele yapmadan birkaç gün bekletse ekşiyip döküleceğini, şayet kaynatılıp ılıştırılarak içine bir kilo maya katılsa, yirmi dört kiloluk yoğurt oluşacağını; işte abdestle birlikte bir saatimizi alan beş vakit namazın o maya gibi olduğunu, onun sayesinde bütün ömür saatlerimizin ibâdet hükmüne geçeceğini ifâde ettim. Misal çok hoşuna gitmişti. Sohbetimiz bu minval üzere sürüp gitti. Terminalde ayrılacağımız zaman, Tavşanlı’da bulunan bir öğretmen kardeşimizin telefonunu verdim. Muhakkak görüşeceğini ve sohbetlere katılacağını söyledi. Çantamdaki Yeni Asya gazetelerini ona vererek kucaklaşıp ayrıldık. Güzel bir hizmet olmuştu.
Kütahyalı gönül dostlarıyla buluştuk. Öğle namazından sonra Mustafa Hocayla gittiğimiz hanımlar topluluğuna, iki saati aşkın sorulu cevaplı bir ders ve sohbetimiz oldu. Faydalı bir ders olduğu ifâdelerinden belliydi. Hanımlar camiasındaki gayret ve hareketlilik dikkatimi çekti.
Akşam namazını müteakip, önceden plânlandığı üzere Kütahya TV programına katıldık. Program yapımcısı Güler Hanım gerçekten bir profesyoneldi. Sorduğu seviyeli sorularla bizi bir hayli konuşturdu. Bir saati aşan zamanın nasıl geçtiğini anlayamadık. Yeni Asya Gazetesinin 40. kuruluş yılı münasebetiyle yaptığı demokrasi ve hürriyet mücadelelerini, bu yüzden yaşadığı sıkıntılı süreçleri, buna rağmen hakkın ve hakikatin gür sesi olarak hâkim güçlere boyun eğmediğini, her zaman mağdur ve mazlûmların sesi olmaya devam ettiğini, Bediüzzaman Hazretlerinin takip ettiği hizmet çizgisinden taviz vermeyerek kimliğini koruduğunu, iktidarlara göre yön değiştirmediğini, ancak iyi yaparlarsa iyi demeyi, yanlış yaptıklarında da ikaz vazifesini ihmal etmediğini, her zaman gerçek bir cumhuriyet ve demokrasiden yana olan hürriyetçi demokrat bir karaktere sahip olduğunu, milletin birlik ve beraberliğini savunduğunu, hiçbir zaman devlet düşmanlığı yapmadığını, ancak devlet kurumlarını yanlış emellerine âlet edenleri de ifşâ ettiğini, siyasetin dinsizliğe âlet edilmesi ne kadar yanlışsa, dinin siyasete âlet edilmesinin de onun kadar yanlış ve dine zarar verdiğini savunduğunu vesâire.. Bunları ele alarak konuştuk. Bu da faydalı bir program olmuştu. Kader ve ölüm gerçeği üzerine iki program yapma sözü vererek oradan ayrıldık. Bu vesileyle, bize böyle bir program yapma imkânı veren Kütahya TV sahip ve yöneticilerine buradan şükranlarımı sunuyorum.
Üçüncü program, Kütahya’ya tepeden bakan özel bir mekânda yaptığımız toplantıydı. Yüzden fazla gönül dostumuzun katıldığı güzel bir cemaat vardı. Tavşanlı ilçesinden gelenler de olmuştu. Otobüste tanıştığımız güzel kalpli Abdülkadir Öğüt kardeşimin telefonunu Recep Hocaya verdim ve onunla ilgilenmesini rica ettim. Üç saati bulan ders ve sohbetimiz gerçekten verimli olmuştu. Mustafa Hoca ve Servet kardeşlerin plânladığı bu günübirlik hizmetler hepimizi derinden etkilemiş ve memnun etmişti. Televizyon yapımcısı Mehmet Özen ve arkadaşının da takip ettiği bu çalışmanın mutlaka arkasının gelmesini temenni ettiler. Gece bir buçuk otobüsüyle ulaştığım Ankara’da saat altı buçuğu gösteriyordu. Hizmetin ücreti ise, zâten bizzat hizmetin içinde olduğundan ruhum bayram yapıyordu. Hizmet yolunda yorulmak da, yorgunlukların en güzeliydi.
04.03.2009
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|
|