Mü’min her meselede Asr-ı Saadet’i model alır. İdareci prototipi de Asr-ı Saadet’teki seçimle iş başına gelen halifelerdir. Hz. Ebûbekir (ra) nasıl bir idareci idi? Bugünkü idarecilerimiz acaba onun idarecilik anlayışından ne derece istifade ediyorlar? Veya onu ne kadar yansıtabiliyorlar?
Müslümanların emiri, halife Hz. Ebû Bekir (ra), gayet sade ve fakirâne bir hayat yaşıyordu. Halifeliği boyunca da bunu devam ettirdi. Geçimini ve ailesinin nafakasını başkalarının koyunlarını sağarak ve bir şeyler satarak temin ediyordu.
Bir müddet sonra, işler aksamasın diye kendisine maaş bağlandı. Ne var ki, maaşını da çok buldu. O, Medine’nin en fakir insanının geçimini kendine ölçü kabul etmişti. Bundandır ki, artan parayı bir testiye atıp, biriktiriyordu. 2,5 senelik hilafeti süresince, aldıklarını hep böyle biriktirmişti.
Vefat edeceği zaman da, kendisinden sonra gelecek halifeye teslim edilmek üzere, bu testiyi vasiyet ediyordu. Hz. Ömer (ra) halife olup da testiye bakar; küçük küçük paracıklar ve bir de mektup görür. Bu mektupta, yeni halifeye hitaben şöyle deniyordu:
“Bu paralar, bana verilen maaştan arta kalanlardır. Ben Medine’nin en fakirini kendime ölçü kabul etmiştim. Artan miktarı bu testiye koydum. Bu paralar hazineye aittir ve oraya konulmalıdır.”
İslâm tarihini incelediğinizde, bunun benzeri sayısız olayla karşılaşırsınız. Ki, başkalarına göre masal, hikâye gibi gelen bu muhteşem davranış biçimlerini, Müslümanlar fiilen gerçekleştirmişlerdir.
Şimdi günümüz Türkiyesi’ndeki durumu, M. Şevket Eygi’nin tesbitiyle özetleyelim:
“İslami hareket ve siyasal İslam kirlendi, kirletildi. Tarihte benzeri görülmemiş bir haram yeme çığırı açıldı. İslami kesimde yüz milyarlarca dolarlık kara, kirli, necis para birikimi oldu. Bazıları o kadar kudurdular ki evlerinin banyo musluklarını altınla kaplattılar. Yerli taşı beğenmediler, Brezilya’dan gelme lüks granit satın aldılar. Müslümanlar lüks meskenlere, giyim kuşama, yemeğe başladılar. Beş yıldızlı otelleri beğenmediler, yedi yıldızlı otellerde caka sattılar. Bu kadar fısk, fücur, günah, isyan, tuğyan, azgınlık... Eline para ve imkân geçen bir kısım Müslümanlar, lüks, israf, sefahat, saçıp savurma, gösteriş, kibir, aşırı tüketim, aşırı konfor bataklıklarına yuvarlandı. Şeriat hükümlerini ve İslâm ahlakını hiçe saydılar.” (Milli Gazete, 24 Eylül 2008)
Dünyanın üç yüzü var:
1- Esmâ-i Hüsna’nın (Allah’ın isim ve sıfatlarının) tecelligâhıdır.
2- Dünya, ahretin tarlasıdır.
3- Dünyanın maddî, fani, nefse bakan yönüdür.
İşte, ilk iki cepheyi unutup tamamen dünyaya yönelmek, olaylara, zamana ve mekâna nefsî, indî, maddî çıkarlar açısından bakmak dünyevîleşmektir. Hatta, dünyevîleşme o kadar ileri götürülmüş ki, zarurî olmayan şeyler de zarurî ihtiyaç haline getirilmiştir. Lezzetkoliklik, madde bağımlılığı vesâire dünyevîleşmektir.
Mısır’ın eski ekonomi bakanlarından Dr. Hassan Abbas Zeki, Bediüzzaman’ın mü’minlerde îmanın kuvvetinin zayıf olduğuna dikkat çektiğini söyler:
“Müslümanlarda dünya menfaati işlerinde ağır bastı; Allah yerine paraya, makama ve şöhrete kul köle olunuyor; hayvanî, nefsanî ve şahsî arzuları hâkim oluyor, Kur’ân’ın gösterdiği doğru yoldan uzaklaşıyor.” Bediüzzaman’ın, ehl-i dalâletin galebesinin sebeplerini İhlâs Risâlesinde gâyet güzel anlattığını belirtir: “Müslümanlar hakkıyla ve şuurlu bir şekilde İslâma bağlansa, ittihat etse, ihtilâfa düşmezler.”
Dünyevîleşme çalışmak, zengin olmak değil; zenginliğini nefsî ve gayr-i meşrû yolda harcamak… Ve makam, mevki, şan/şöhret sahibi olmak değil; bunları nefis, dünya hesabına kullanıp, kulluğun kapsam alanından çıkmaktır.
Dünyevîleşmek; dünyevî dost ve rütbelerin kabir kapısına kadar olduğunun farkına varmamak; dünya için ahireti unutmak, ahiretini dünyaya feda etmek; sonsuz hayatı, dünya hayatı için bozmak; malayani/boş şeylerle ömrünü telef etmek; kendini misafir telâkki etmeyip misafirhane sahibinin emirlerine göre hareket etmemektir.
15.02.2009
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|