"Gerçekten" haber verir 26 Kasım 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi

adresine bekliyoruz.

 


Faruk ÇAKIR

Kim haklı çıktı



Teknolojik imkânlar bir yandan hayatımızı kolaylaştırırken, öte yandan da tedavisi zor yaralar açmaktadır. Hemen her şeyi bu listeye ekleyebiliriz: TV, cep telefonu, internet, vs.

En şaşırtıcı olan da bu ve benzeri vasıtaların zararlarından bahsedenlerin hemen ‘aforoz’ edilmek istenmesi, kınanmasıdır. Çok uzağa gitmeye gerek yok. “Dâvetsiz misafir” TV’lerin evlerimize girdiği günleri düşünelim. Bazı ‘hoca’lar, sanki bu günleri görmüş gibi; bütün toplumu TV âfetine karşı dikkatli olmaya, mümkün ise bu âleti evlerimize sokmamaya çağırdılar. ‘Aydın’lar ise bu çağrıya karşı çıkarak, TV’lerdeki ‘zararlı programlara’ karşı çıkmayı, ilme ve teknolojiye karşı çıkmak olarak yorumladı, milleti ikaz edenleri de ‘mürteci’likle suçladı.

“Hayır, öyle bir şey olmadı” diyen var mı? Mümkün değil, çünkü bu konudaki tartışmalar geçmiş yıllardaki gazete ve dergilerin sayfalarını uzun süre süsledi. Peki, bu güne geldiğimizde TV’nin pek çok programının çocuk, genç ve aileler için zararlı olduğu noktasında ihtilâf var mı? Belli programların belli saatlerde yayınlanması ve filmlerin yaş grubuna göre sınıflandırma gayretleri bunu göstermez mi? Tekrar düşünelim: TV’lerin açılış saatinden kapanış saatine kadar; sınıflandırma ve ayırım yapılmadan ‘ailece’ izlendiği yılları düşünelim. Bu sayede yıkılan yuvaları, tahrip olan ‘akıl’ları da hesap edelim. Ve şu soruya cevap verelim: “TV’lere karşı mesafeli olun, mümkünse TV izlemeyin” diyenler mi, yoksa sorgusuz sualsiz toplumu TV’lere teslim edenler mi haklı çıktı?

Toplum TV’lere karşı biraz mesafeli olmaya başlayınca yeni ve cazip bir ‘tuzak’ daha ortaya çıktı: İnternet. Çoğu kişi, bugünkü şartlarda internetsiz hayatın mümkün olmadığını söyler. İlk bakışta doğrudur ve bu nimet, iyi istifade edilebildiğinde çok faydalıdır. Fakat, diğer konularda olduğu gibi bu konuda da dikkatli ve ihtiyatlı olmak gerekir. Yanlış maksatlar için kullanıldığında internet de bir ‘zehir’ olabilir. Elbette pek çok ‘doğru’ bir ‘tık’ mesafesinde olduğu gibi, bir o kadar da ‘yanlış’ aynı şekilde bir ‘tık’ mesafesindedir. Mühim olan nelerin ‘tık’lanıp, nelerin ‘tık’lanmaması gerektiğini tesbit edebilmektedir. Bu da ancak sağlam bir irade ve gerçek ‘doğru’ları bilmekle mümkündür. Aksi halde, bir ‘tık’ mesafesindeki kötülükler evimizi, kalbimizi ve ailemizi teslim alabilir.

26 ilde yapılan bir araştırma, tedbir alınmazsa internetin; çocuklara ve aileye ne kadar zararlı olduğunu ortaya koymuş. Başbakanlık Aile ve Sosyal Araştırmalar Genel Müdürlüğü (SAGEM) tarafından yapılan “İnternet Kullanımı ve Aile Araştırması”na göre Türkiye’de artık bir “internet nesli” var. İnternet ise adeta çekirdek ailenin bir üyesi haline gelmiş durumda. (Sabah, 16 Kasım 2008)

SAGEM’in hazırladığı raporda elde edilen bazı neticeleri şöyle özetlemek mümkün:

* İnternete girince yarım saatten az zaman geçirenlerin oranı yüzde 12. Üç saate yakın zaman geçirenlerin oranı yüzde 53.

* Ailelerin yüzde 11’i, 3 saatten fazla zamanı internette geçiriyor.

* Günde en az 1 kere internete girenlerin oranı yüzde 51.

* Çocuklar en çok interneti kullanıyor ve bunu cep telefonu ve televizyon izliyor.

* Aileler en çok internetin ‘düzgün Türkçe kullanımını engellediği’ görüşünü savunuyor.

* Ailelerin bir diğer şikâyeti ise internet kullanımı arttıkça, çocukların aile ile geçirdiği zamanın azalması, aile çevresinden uzaklaşmaları ve yüzyüze iletişimin azalması. Bunun da aile içi çatışmaya sebep olduğu, günlük işleri aksattığı ve zaman kaybına sebep olduğu şikâyetleri var.

* Çocukların yemek yeme düzeninin bozulması da bir başka şikâyet sebebi.

Aynı araştırmanın neticesine göre, internet ilk zamanlarda her derde deva olarak görülürken, bugün insanları kaygılandıran bir noktaya geldi.

Öyle değil mi?

26.11.2008

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Kriz ve seçim



Diğer alanlar gibi ekonomide de sıkıntı işaretlerinin belirmeye başladığını, altı yıllık “pembe tablo”nun sonuna gelindiğini yazdığımızda, iktidar partisine toz kondurmamak için kendilerini yırtan birileri “Ekonomi tıkırında, merak etme, hiçbir şey olmaz, işine bak” gibisinden “akıl” vermeye kalkışmışlardı.

Gelinen noktaya bakıyoruz; durum hiç de iç açıcı değil. Dahası, bugünleri dahi arayacağımız günlerin önümüzde durduğu ifade edilmekte.

Hep birlikte takip ettiğimiz gibi, önce ABD’de patlak veren ve sonra hızla bütün dünyaya yayılan finans krizi aylardır gündemin ilk sırasında.

Bu süreçte başından beri “Kriz Türkiye’yi teğet geçecek, bize birşey olmaz, tam tersine krizi fırsata çevireceğiz” diyerek bugünlere gelen Erdoğan, evvelce “Ümüğümüzü sıktırmayız” dediği IMF ile ABD’de bir kez daha el sıkıştıktan sonra ağız değiştirerek şunu söylemeye başladı:

“2009’un ilk altı ayında sıkıntı yaşayabiliriz.”

İlginçtir; eşzamanlı olarak başka isimler de aynı şeyi söylediler. Meselâ Almanya Başbakanı Merkel gelecek yılın en azından ilk aylarının kötü geçeceğini ifade ederken, Kemal Derviş de krizin gelecek aylarda kötüleşeceğini beyan etti.

AKP hükümetinin ihracattan sorumlu Devlet Bakanı Kürşad Tüzmen’in, “Kriz daha tam olarak bize gelmedi, ama geliyor, yolda” şeklindeki sözleri de bunları tamamlayan bir alarm sinyali.

Sonuç olarak, Rahmi Koç’tan başlayıp iş âleminin önde gelen diğer mensuplarına kadar herkesin ortak kanaati: 2009 zorlu bir yıl olacak.

Bu arada, 2009’u beklemeden şimdiden derin bir krize giren, bazıları kilit vuran, bazıları da kapanmamak için debelenen bir dolu işyeri var.

Aylardır dünyanın öbür ucunda, bizi fazla etkilemeyecek bir finans krizi olarak takdim edilen buhranın dalgaları henüz Türkiye’ye ulaşmamışken durum bu olursa, o dalgalar ülkemizi vurduğunda nasıl bir tablo ortaya çıkar; doğrusu tasavvuru bile insanı ürpertmeye yetiyor.

Fabrika çarklarının yavaşladığı ve yer yer durmaya başladığı, üretimin her geçen gün azaldığı, kapasite kullanımının inişe geçtiği, alış veriş ve ticaretin bıçak gibi kesildiği, esnafın siftah yapamadan dükkân kapattığı, ödenemeyen kart ve kredi borçlarının çığ gibi büyüdüğü, altı senedir azaltılamayan işsizler ordusunun, giderek yaygınlaşan işten çıkarmalarla daha da tırmanışa geçtiği son derece zorlu bir süreç yaşıyoruz.

Bir-iki haftadır mail adresimize akmaya başlayan ve her gün onlarca adedi bulan iş başvuruları, işten çıkarmaların ne kadar yakıcı bir boyut kazandığını gösteren işaretlerden yalnızca biri.

Başvuru sahipleri üniversite mezunu, kariyeri olan, yaş ortalaması 30’un altındaki insanlar. Ve anlaşılıyor ki, yakın zamanda işlerinden olmuş, bu sebeple yeni iş arayışına koyulmuş gençler.

Son derece düşündürücü ve vahim bir tablo.

Görünen o ki, çalışanların ve son dönemde iyice güç kaybetmiş olan sendikaların feryatları hiçe sayılıp, kriz bahane edilerek başlatılan işten çıkarma operasyonları tamgaz devam ediyor.

İyiniyetli, ama bütün çabalarına rağmen işyerini ayakta tutmayı başaramadığı için kilit vurmak zorunda kalan ve işçileriyle birlikte kendisi de mağdur olan işverenler bahsimizden hariç.

Ama kendi hayat standartlarında hiçbir gerileme olmadığı halde, krizin faturasını hemen çalışanlarına çıkaran işadamları ne kadar eleştirilse azdır. Böyle bir zihniyetle ne kriz aşılabilir, ne de toplumda sosyal barış ve ahenk sağlanır.

Durumun ciddiyetini nihayet fark etmiş görünen hükümetin açıklaması beklenen paket, önümüzdeki aylarda bu tablonun çok daha kötüleşerek devamını önleyebilir mi, bilemiyoruz.

29 Mart’taki yerel seçimlerin, bizzat Başbakanın açıklamasına göre, krizin bunaltıcı etkilerinin geniş kesimlerde en yaygın şekilde hissedilmeye başlanacağı bir ortamda yapılacak olmasının bu hareketlenmedeki rolü de merak konusu.

Sebep gerçekten kriz mi, yoksa seçim mi?

26.11.2008

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

Kriz “itirafı” ve “önlemler”in akıbeti...



Siyasette bir dizi çarpıcı itiraf olmakta. Bunlardan biri, baştan beri başbakan ve bakanların “Bizi teğet geçer“ dedikleri ve bir türlü kabul etmedikleri “küresel ekonomik kriz”in Türkiye’yi de vurduğu itirafı.

Başbakan ve ilgili bakanlar, krizin “finansal” olduğunu ve reel ekonomiyi vurmayacağını uzun süre ileri sürüp kamuoyunu oyaladılar. Öylesine ki malûm medyatik mihraklar, Erdoğan’ın “Hamdolsun!” kelimesini tezyif edip dillerine doladılar. Tıpkı “Velev ki siyasî simge de olsa” çıkışında olduğu gibi inanç değerlerinin aleyhine istimal ettiler.

Ancak AKP siyasî iktidarı aynı yanlışı popülist hesaplarla IMF için de yaptı. Başbakan önce “IMF’ye ihtiyacımız yok” dedi. Meseleyi ekonomiden sorumlu Devlet Bakanına havale etti; zahiren uzak durdu. Hatta AB’ye olduğu gibi IMF’ye de “rest” çekti; kamuoyu nezdinde “Helâl olsun, IMF’ye hiç temennâsı yok!” havasını verdirdi.

Oysa hükümetin alttan alta IMF ile görüşmeleri devam ediyordu. Başbakan’ın, “Arkadaşlarımıza IMF’ye şunu söyleyin dedim; IMF eğer ümüğümüzü sıkmazsa eyvallah, bir esneklik çerçevesinde oturur anlaşırız” ifadesi, bunun örtülü ikrarı idi.

Kısacası altı yıldır Kemal Derviş’in IMF ile yaptığı mukaveleyi harfiyyen tatbik eden AKP hükümeti, yine “IMF’ye devam” diyordu. Ancak görünürde “karşı” gözükme taktiğiyle buna psikolojik ve politik ortam oluşturmaya çalışıyordu. Tıpkı krizi kabulde olduğu gibi…

KAN KAYBEDEN EKONOMİYE

ÂCİL TEDBİRLER ALINMALI…

Türkiye, uluslar arası boyutta “alarm” veren ve aylardır “geliyorum!” diyen tehlikeye karşı AKP hükümetinin yerel seçimler gailesiyle “krizi inkâr”la kayıtsız kalmasının ceremesini çekiyor.

Başbakan’ın “Tepeyi aşıyoruz” dediği sırada kriz tırmandı, yurdun dört bir yanında yüzlerce fabrika ve işyeri kapandı; resmî rakamlarla 10.1’e ulaşan işsizler ordusuna binler, on binler eklendi. Tekstilden otomotive birçok sektörün çökme noktasına geldiği ilân edildi.

Ne zaman ki Başbakan Amerika’ya gitti, IMF ve Dünya Bankası yetkilileriyle görüştü; “vaziyet” açığa çıktı. Erdoğan’ın “IMF bir akreditasyon kuruluşudur, sizi akredite ederse dünya finans kuruluşlarından kredi alırsınız” ifadesi, IMF ile anlaşmanın ilk sinyaliydi.

Ve Başbakan, iki milyona yakın insanın katledildiği Irak’ı işgalle küresel krizi tetikleyen Bush’la Amerika’da “kriz”i konuşurken, Çalışma Bakanının, binlerce işçinin işten çıkarıldığını, pahalılığın fiyatlara yansıdığını söylemesi, krizin kabulüydü.

Keza bu süreçte Dış Ticaretten sorumlu Devlet Bakanı’nın “Amerika ihraç ürünleri arasına krizi de kattı; kimsenin bunu almam deme şansı yoktur” cümlesi, Türkiye’nin ABD’den türeyen küresel ekonomik kriz tsunamisine tutulduğunun tesciliydi.

Nihayetinde Başbakan’ın Amerika dönüşü, “ülkemizde şu anda böyle anlatıldığı şekilde bir kriz sözkonusu değil” tekrarından sonra, “Ama tabiî ki bu esinti, bu dalga bizleri de tesiri altına alabilir, özellikle de yeni yılın ilk altı ayında sıkıntı yaşayabiliriz” cümlesi, bakanlarca peşpeşe deklâre edilen krizin “resmen” onayı oldu…

Neticede ekonomi kan kaybediyor. Ekonomistler aylardır âcil tedbirlerde bulunuyorlar. Ekonominin çarklarının döndürülebilmesi için öncelikle reel sektöre destek verilmesi, işten çıkarmaların önünün alınması gerektiğini belirtiyorlar. Çiftçiye ve esnafa faizsiz destek tedbirlerini sıralıyorlar.

Piyasaların canlanması ve talebin güçlendirilmesi için memurların, işçilerin, sabit gelirlilerin maaşlarının arttırılmasını zarurî buluyorlar. Son bir yıldır doğal gazdan elektriğe üstüste gelen ve bütün kalemlere sıçrayan zamlara karşı en azından ÖTV ve KDV’nin kaldırılması, vatandaşların prim ve vergi yükünden kurtarılmasının gereğini anlatıyorlar…

TUZU KURU “TAVSİYELER”LE

GEÇİŞTİRİLMESİN…

Ne var ki hükümette hâlâ hareket yok, hâlâ tutuk. Enerji Bakanı, yüzde 70’lere varan zamların geri alınmayacağını açıklıyor. Mâliye Bakanı yüksünmeden peşinen “vergilerde hiçbir indirim olmayacak” diye kesip atıyor. Sanki iktidar değilmişçesine ortadaki krizin kendilerini ilgilendirmediğini tuzu kuru fütûrsuzluklarla açıklıyor. “Herkes kendi tedbirini alsın!” diye âdeta “krizden bize ne!” tavrıyla sorumluluğu sektörlerin üzerine yıkma sorumsuzluğunu sergiliyor…

Başbakan ise gittiği Yeni Delhi’de, daha yeni yeni örtülü bir biçimde kabul ettiği krizden “Bizim elimizde sihirli bir değnek yok, bütün kuruluşlarımızı âbâd edeceğiz diye bir şey söz konusu da değil; herkes programını kararlı, ciddî bir şekilde yürütecek” tutumuyla yine örtülü bir biçimde işin içinden sıyrılmaya çalışıyor.

Dahası “büyüyen küresel ekonominin rekabetçi dünyası”nda finans sektörüne, “Bakın yanlış yapıyorsunuz; kredileri geri çağırmayın, müşterilerinizi köşeye sıkıştırıp faizleri yükseltmeyin; reel sektörün şikâyetleri var, yatırım taleplerine kapılarınızı kapamayın” çağrısıyla yetiniyor. “Hiçbir sektör hiçbir zaman bunları tehdit unsuru olarak bir fırsata dönüştürmemeli” tavsiyesiyle kalıyor…

Böylece önce inkâr ettiği, ancak aylar sonra telâffuz edip, “önümüzdeki dönemde bizi de vurabilir” diye kabul ettiği derinleşen ekonomik krize karşı köklü yasal tedbirleri almak ve âcilen uygulamak yerine, hükûmet lâkayt kalmaya devam ediyor…

Bakalım, tâ Hindistan’dan “Seçimlerde partim ikinci olursa genel başkanlığı bırakırım” diye gündemi değiştirme oltasını atan Başbakan ve hükümeti, bir türlü öngörmediği krize hangi tedbirleri alacak? Haftalardır alınacağı söylenen ve oldukça geciken bu “önlemler”in akıbeti ne olacak; nasıl bir “çözüm” çıkacak?

26.11.2008

E-Posta: [email protected]




Robert MİRANDA

İslâmı yeniden şekillendirmeye çalışan modern çabalar



Batı’nın fanatik özgürlük savaşçıları, İslâmiyet’i, Batı’nın ideallerinin temel düşmanı ve ana tehdit unsuru olarak göstermek suretiyle hedef aldılar ve daha önce demokrasi ve kapitalizmin düşmanı saydıkları komünizm’in yerine oturttular. Haçlı zihniyetinin liderliğinde, İslâm, ırkî mücadeleleri ve etnik çatışmaları yücelten yeni dünya düzenine bir tehdit olarak görüldü ve bu dünya düzeni vahşi bir kapitalist sistem tarafından açgözlülüğü ve azgınlığı yücelten bir tutumla yayılmaya çalışılıyordu.

Amerika yeni başkanın görevi devralmasını beklerken, Barack Obama’nın şu anda geçerli olan ve İslâm’ı yeniden yorumlamayı, dönüştürmeyi amaçlayan politikalardan çok uzak bir duruş takınmayacağını düşünmek çok acımasızca olmayacaktır.

Dünya genelinde yaklaşık olarak 1,2 milyar Müslüman yaşamaktadır ki bu bütün dünya insanlarının beşte biri demektir. 800 milyon Müslüman’ın yaşadığı tam 53 devlet ile Müslüman devletler dünyanın yüzde 23’lük bir bölümünde hüküm sürmektedirler. İslâm aynı zamanda dünya genelinde hızla yayılmaya devam etmektedir. Bütün bunlara rağmen ise halen İslâmiyet, Batı dünyası tarafından en yanlış anlaşılan din konumunda bulunuyor. Hem de öyle bir din ki; barış ve adaletin timsali olmasına rağmen, savaş ve radikalliğin sembolü olarak tanınıyor.

İslâmiyetin bu imajı aslında kasıtlı olarak Amerikan medya ağı tarafından sürekli pompalanmaktadır. Özellikle Siyonistlerin ve neoconların sahibi olduğu Medya organları, İslâmiyeti kötü ve geri kalmış olarak göstermek adına büyük bir agresiflik ve vahşilikle program yapmaya devam ediyorlar.

Tabiî ki, gerçekler çok uzun süre gizli kalamaz. İslâmiyet dünya genelinde yeniden diriliş ve varolma iklimine girerken, gerçek olan şu ki; Müslümanlar da ne içeride ne de dışarda hiç kimseye karşı agresif ve saldırgan bir tutum içine girmemişlerdir.

Halihazırda, İslâmî devletler olan Suriye ve İran’ın, İsrail’i yok etme gibi bir niyeti olduğunu düşünenler var. Hakikat ise, kolonici bir şekilde hakimiyet kurma mücadeleleriyle yüzleştiği geçtiğimiz 60 yıl içinde asıl Müslümanlar ideolojik, ekonomik, siyasî, kültürel ve hatta moral olarak oldukça büyük acılar çektiler. Yani Müslümanlar hayatlarının yıkılmasına ve yok edilmelerine seyirci mi kalmalılar? Bütün milletler kendi varlıklarını saldırılar karşısında koruyabilmelidirler. Acaba neden Batılılar, Müslüman milletler kendi eğitim, askerî ve ekonomik sistemlerini üst düzeye çıkarıp geliştirdiğinde bu kadar endişeye kapılıyorlar?

Şu anda Müslümanların tam olarak yaptıkları şey, kendi hayatlarını, kendi inanç, değer ve tarihlerinin ışığı altında ekonomik, teknolojik, eğitimsel, ideolojik ve kültürel olarak aydınlatmaktır. Müslümanlar, milletler topluluğu içinde saygı ve onur ile var olmak ve yaşamak istiyor, belki ortak olarak değil, ama bu global insanlık ailesinin, Kur’ân’dan yansıyan müesses değerleri altında, onurlu bir üyesi olarak var olmak istiyor.

Batı toplumunda öyleleri var ki, İslâmiyet’in sözde daha toleranslı ve normal bir versiyonunu teşvik etmek istiyorlar, istiyorlar ki Müslümanlar gelenek ve tarihlerini bir kenara atsınlar. Eğer ki, Batı toplumu daha liberal ve özgür bir dünya düzeni oluşturmak niyetindeyse, şunu kesin olarak bilmeleri gerekir ki, İslâmiyet’i şiddet yanlısı, ırkçı ve siyasî bir din gibi göstermek istemeleri, ancak ve ancak Müslümanlar tarafında kendilerine karşı bir direnişe sebep olacaktır. Zira Müslümanlar, İslâmiyet’in ne radikal, ne faşist, ne de Türkçü yahut Amerikancı olduğunu biliyorlar. Onlar İslâm’ın yalnızca İslâm olduğuna inanıyorlar.

Batı medeniyetinin, Müslüman bir toplumdan saldırı görme korkusu ancak saçmalıktan ibarettir. İslâmiyet adına İslâmî olmayan bir mücadeleye girişmiş bulunan ve çok azınlıkta kalan küçük bir grubu bir yana koyacak olursak, hiçbir Müslüman milletin Batıyı yok etmek amacıyla savaşmak gibi bir planı olduğuna dair en ufak bir delil bile yoktur.

Müslümanların tek istediği şey, kendi kollektif, bireysel ve kurumsal yaşantılarında kendi öz değerleri ve idealleri ışığında yaşama hakkıdır. Müslümanlar da modernizasyon ve gelişim adına çalışmaktadırlar ancak onların istediği modernizasyon ve gelişim kendi öz kültürleri ve ahlâkî değerleri bağlamındadır. Müslümanlar, İslâmiyetin içine gizlice veya açıktan enjekte edilmeye çalışılan hiçbir Batılı değeri, kültürü ve kapitalist nosyonu kabul etmeyecektir. Çünkü biz Müslümanlar kendi öz kültür, ekonomi ve medeniyet anlayışımıza sahibiz.

Modernleşmeden korkmuyoruz, fakat Müslümanlar olarak, İslâmı yeniden şekillendirmek isteyen ve onu kapitalizmin bir aracı olarak dizayn etmeye yeltenen bütün çalışmaların karşısında sonuna kadar duracağız.

TERCÜME: UMUT YAVUZ

Modern Efforts to Recreate Islam Replaces

Traditions and Heritage

The fanatical freedom fighters of the West have targeted Islam as the main threat to Western ideals; replacing communism as the principal enemy to democracy and Capitalism. Islam is seen by the leadership of the Crusaders as a potential menace to the new world order which advances nationalist struggles and ethnic confrontations, both by products of a predatory Capitalist system that rewards greed and intemperance.

As America prepares for the inauguration of the next president of the United States , it is fair to say that Barrack Obama will not stray away from current policies and political efforts underway by the West to recreate Islam.

There are about 1.2 billion Muslims all over the world; this is over one fifth of the world’s humanity. With 53 Muslim states hosting over 800 million Muslims living in them, Muslims occupy around 23 percent of the land mass of the world. Islam is expanding all over the world. Yet Islam remains the most misunderstood religion in the West — a religion that stands for peace and justice has been misrepresented as a religion of war and fanaticism.

This perception of a violent Islam is constantly being broadcasted by American media networks, especially those networks owned by Zionist and neo-cons who have made it thier mission to aggressively produce programming targeting Islam as evil and backward.

Of course, nothing could be farther from the truth. While I would agree that Islam is experiencing a worldwide resurgence, the reality is that the Muslims have no aggressive designs against anyone, at home or abroad.

Still, there are those who argue that Islamic states such as Iran and Syria have intentions of destroying Israel . The fact of the matter is that Muslims have suffered ideologically, economically, politically, culturally and even morally during the colonial domination efforts of the West in the past 60-years. Should Muslims not have the opportunity to prevent the deterioration of their way of life? All nations should be able to protect themselves from aggression. Why should the West be concerned when Muslim nations strengthen their educational system, military and economy?

What Muslims are currently doing is to see to it that economically, technologically, educationally, ideologically and culturally they consolidate their lives in the light of our own faith, values and history. Muslims want to live in the community of nations with others, but we want to live with respect and honor, not as associates, but as honorable members of this global human family under established traditions as reflected in the Qur’an.

There are western appeasers seeking to develop a more tolerant normative framework of Islam, they should think of guarding against any effort to have Muslims jettison their Islamic traditions and history.

If the West is committed to a new world order that promotes liberty and freedom, then it must recognize that its efforts to paint Islam as a religion that can be violent, nationalist and politically charged, will only engender resistance from Muslims who know that Islam is neither radical, fascist, Turkish or American—Islam is Islam.

For the West to fear an attack by a Muslim nation is ridiculous. Aside from a few small groups led by Muslim individuals engaging in un-Islamic warfare, there is no evidence that any Islamic nation has any war plans to invade the West.

What Muslims want is the right to reside in our own individual and collective lives and institutions in accordance with our own traditions, values and ideals. Muslims will stand for modernization and progress but we want to achieve modernization and progress in the context of our own culture and morals. Muslims disapprove of any efforts to inject within Islam Western values, culture and capitalist notions through overt and covert means because we have our own distinct culture, economy and civilization.

Modernizing we do not fear, but we should stand against any effort to recreate Islam into a subordinate tool of Capitalism.

26.11.2008

E-Posta: [email protected]




Murat ÇETİN

Siyah beyaz bir film gibi biraz



Bakma sen bizim eski darbecinin “Televizyonda izledim, içim kabardı” dediğine, sizin hikâyeniz gerçekten de trajiktir. Öyle insan yerine bile konmama, ne acıdır, az çok biliriz. Belki farklı hikâyelerdir, sizinkiyle bizimki, ama özünde aynı şeyleri anlatır.

Bundan sonra ne olacak, neler yapacaksın, etrafındaki tuzaklardan kendini nasıl kurtaracaksın, lobilerle, kurtlarla nasıl baş edeceksin, hatta belki zamanla onlara benzeyecek misin, bilmiyoruz. İçimizde, “Gelen gideni aratır” diye bir endişe yok değil. Aslında bu endişelerden bir şekilde senin de haberin var biliyoruz, ama bu yazıyı okumayacağını da biliyoruz. Sırf ismin geçmediği için değil, koca koca harflerle geçse bile böyle bir yazı yazıldığını bilmeyeceğini biliyorum. Zaten –her ne kadar sen sen deyip dursam da- bu yazıyı senden çok bize yazıyorum.

Senin rengin bizimkinden daha koyu. Evet bu teknik anlamda siyah bir renk değil, ama insanın derisinde bu renk varsa, ona siyah demek kolayımıza geliyor. Gri de diyebilirdik belki, ama böyle ara renkleri pek sevmiyoruz. O zaman bütün ezberlerimiz bozuluyor, bütün doğrularımız alt üst oluyor: Siyah deyip geçiyoruz. Ben de siyah deyip geçeceğim bu yazıda.

Aslına bakarsan biz de sevmeyiz pek siyahı. Esmerlerle dalga geçmişliğimiz çoktur, “kömür” gibi diyerek... O bir tarafa, siyahı hep kötü anlamda kullanırız. “Tencere dibin kara”dır meselâ, üzümlerimiz hep birbirine baka baka kararır. Kara gün dostlarımızın yüzümüzü kara çıkardığı gün en kara günümüzdür, o gün hayatımız kararır. İyimser olmayı severiz, ama bazen içimiz kararır.

Sana bu ülkede de büyük bir sempati olduğunu zaten biliyorsundur, kara kara düşünenler olduğunu da. Ama artık hayata, geleceğe, kalbi kararmış insanlara, karanlık gecelere karşı bir umut taşımak istiyoruz. Bir zamanlar köle olan bir milletten bir başkan seçildi, cümlesi az bir umut değil. Beyazlar, kendilerinden aşağı gördükleri birini başlarına getirdiler, cümlesi de öyle. Bize işte böyle bir umut verdin, farkında olmadan. Bizim de insan yerine konulmayanlarımız, kendilerine bir gün hak ettikleri değerin verileceğini bilecekler. Bizim kapı dışarı edilenlerimiz, bir gün baş tacı edileceklerini bilecekler. Her ne kadar kötü bir anlam taşısa da derinin siyahında böyle bir beyazlık görüyoruz biz. Bu, yapacağın her şeyden daha önemli. Ama sen yine de yüzümüzü kara çıkarma, diğer üzümlere baka baka kararma.

26.11.2008

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Yetmiş yıllık nafile namazdan üstün



Cenâb-ı Hak, rahmeti gereği kullarına bol bol ihsanda bulunarak bu ömrü bereketlendirir. Bazan bir güne, bir geceye binlerce aylık sevabı ihsan eder.

Bahsedeceğimiz amel de, bir kimsenin yetmiş yıllık nafile ibadetlerine denk bir amel.

Ortalama ömür altmış-yetmiş yıl. Bu ömrü değişik birçok işle doldurur insan. Cenâb-ı Hak rahmeti gereği kullarına bol bol ihsanda bulunarak bu ömrü bereketlendirir. Bazan bir güne, bir geceye binlerce aylık sevabı ihsan eder.

Şimdi bahsedeceğimiz amel de bir kimsenin yetmiş yıllık nafile ibadetlerine denk bir amel. İnsan ne yapmalı ki böylesine bol sevaba nail olabilsin?

Ebû Hureyre’nin rivayet ettiği bir hadis-i şerife göre Sahabilerden biri tatlı su kaynağı bulunan bir vadiye rastlar ve güzelliğine hayran kalır. “Keşke” der, “İnsanlardan uzak kalsam da bu vadide hayat sürsem. Ama Resûlullah’tan (asm) izin almadan bunu yapmamalıyım” diye düşünür. Resûlullahla (asm) görüştüğünde de bu niyetini anlatır.

Bu hareket görünüşte caziptir. Çünkü sevaba yönelik bir harekettir.

Ama Allah Resûlü (asm) buna razı olmaz. Çünkü çok sevap kazandıracak daha başka ameller vardır. Bunlardan biri cihaddır; Allah yolunda yeri ve zamanı gelince maddeten, diğer zamanlarda da mânen, yani ilimle, fikirle cihad etmek. Maddî cihad ihtiyaç ânında yapılırken, manevî cihad her zaman yapılmalıydı. Onun için Allah Resûlü (asm) Sahabîsini uyardı: “Hayır öyle yapma! Sizden birinizin Allah yolunda cihad ederek kazanacağı bir makam, evinde kılacağı yetmiş yıllık nafile ibadetinden daha üstündür. Allah’ın sizi bağışlayıp Cennete koymasını istemez misiniz? Öyleyse Allah yolunda cihad edin. Her kim, Allah yolunda bir deve sağılacak kadar dahi cihad etse Cennet ona vacip olur.”1

Mü’min cihad etmek zorundaydı. Allah Resûlünün (asm) lisanında cihad etmeden, cihad etmeyi düşünmeden ölen bir nev'î nifak üzere ölmüş olurdu.2 Mü’min sadece malı, canı ve diliyle cihad edecekti.3

Kısacası mü’min şartlar neyi gerektiriyorsa malı, canı ve diliyle cihad etmekle mükelleftir.

Dipnotlar:

1- Tirmizî, Fezâil-i Cihad: 17.

2- Müslim, İmare: 158; Neseî, Cihad: 2.

3- Ebû Davud, Cihad: 18.

26.11.2008

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Seb'ül-mesânî kavramı üzerine-1



Mustafa Bey: “Kastamonu Lâhikasının 153. sayfasında, ‘Risâle-i Nur, altı rükn-ü imaniye ile bu esas ubudiyeti ispat edip Seb’ül-Mesânî cilvesine mazhariyeti muraddır’ cümlesini açıklar mısınız? Seb’ül-Mesânî nedir?”

Seb’ül-Mesânî kelimesi, kavram olarak, Kur’ân’ın Hicr Sûresinin 87. âyetine dayanır. Övülen yedi âyet; Kur’ân’da sena edilen ve namazlarda tekrar tekrar okunan yedi âyet; Kur’ân’ın açış sûresi olup mübarekiyeti yine Kur’ân ile bildirilen yedi âyet mânâlarına gelir. Seb’ül-Mesânî, Fatiha Sûresinin isimlerindendir.

Fatiha Sûresi, Kur’ân’ın vahiy diliyle özetlenmiş halidir. Kur’ân’ın çekirdeğidir. Kur’ân’ın özüdür, özetidir. Kur’ân’ın köküdür. Kur’ân’ın tohumudur. Bediüzzaman’ın ifadesiyle, “Kur’ân-ı Azimü’ş-Şânın bir timsâl-i münevveridir.”1 Bundandır ki, her namazda okumamız emredilmiştir. Fatiha Sûresi Rahman’ın rahmetinden gelen ve rahmete vesile çok kuvvetli bir sûre olması hasebiyle her duâmızı onunla yaparız, her duâmızı onunla bitiririz.

Cenâb-ı Hak, Peygamber Efendimiz’e (asm) ve onun ümmetine Fatiha Sûresini bir rahmet ve bir müjde eseri olarak indirmiş ve bunu Kur’ân’ında şöyle beyan buyurmuştur: “And olsun ki Biz sana Seb’ül-Mesânî’yi (usandırmaksızın tekrar tekrar okunan yedi âyetli Fatiha’yı) ve azametli Kur’ân’ı verdik.”2 Bu âyetiyle Kur’ân, Fatiha Sûresinin yedi rahmet âyetiyle birlikte dillerden ve gönüllerden düşmeyeceğini haber vermiştir. Peygamber Efendimiz (asm) kendisine Fatiha Sûresi verilmekle taltif edilmiştir.

Kur’ân’dan âyet olarak ilk inen, Alak Sûresinin ilk beş âyeti; sûre olarak ilk inen ise Fatiha Sûresidir. Fatiha Sûresi, Alak Sûresinin ilk beş âyetinden hemen sonra ve ilk sûre olarak nâzil oldu.

İlk beş âyet indiği zaman Peygamber Efendimiz (asm), Hazret-i Hatice’nin amcası oğlu olan ve bir Nasraniyet âlimi bulunan Varaka ibn-i Nevfel’e gitmiş ve ona yaşadığı hâli anlatmıştı. Varaka bu halin bir vahiy hâli olduğunu, kendisine daha önce Hazret-i Musa’ya da gelen Cebrail’in geldiğini ve kendisini böylece peygamberlikle müjdelediğini haber verdi.

Ardından çok geçmeden, Peygamber Efendimiz’e (asm) baştan sonuna kadar Fatiha Sûresi nazil oldu. Peygamber Efendimiz (asm) Varaka’ya tekrar giderek Fatiha Sûresini de okudu. Yaşlı ve gözleri kör bulunan Varaka, bu defa âdeta yerinden fırladı:

“Müjde! Müjde ya Muhammed! Ben şehadet ederim ki, Sen İbn-i Meryem’in müjdelediği zatsın. Sen, Musa’nın namusu gibi bir namus üzerindesin. Sen Nebiyy-i Mürsel’sin. Sen cihada memur olacaksın.”3

Fatiha Sûresi baştan sona kadar hamd ve şükür ifade ediyor. Bizi dünyada ve ahirette ihyâ edecek ihtiyaçlarımızı içine alacak çapta zengin bir duâ ifade ediyor. Önce Rabbimize hamdü senâ, ardından ibadetimizi ve kulluğumuzu yalnız O'na tahsis ettiğimizi beyan, ardından ömrümüz boyunca ne istersek tamamını yalnız O'ndan isteyeceğimizi ikrar ve onun ardından en mühim isteklerimizi sıralayan zengin bir metin içeriyor.

Yarın İnşallah devam edelim.

Dipnotlar:

1- Sözler, s. 45

2- Hicr Sûresi: 87

3- Hak Dini Kur’ân Dili, 1/10

26.11.2008

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

CHP'nin "U" dönüşleri



Halk Partisinin (CHP) "çarşaf açılımı", tahmin edileceği gibi şiddetli tepkilere, şok dalgalanmalara, hatta yer yer şaşkınlıklara yol açtı.

Bu açılımı samimî bulan var, bulmayan var. Bunu bir "seçim yatırımı" olarak gören var, görmeyen var. Baykal ve ekibinin oy kaygısıyla "dini istismar" ettiğine inanan var, inanmayan var. Hatta, Baykalcıların "din istismarcılığı" yapanların önünü kestiğini iddia edenler bile var.

Bu arada, Baykal ve ekibine yönelik en sert eleştirilerin, en şiddetli tepkilerin, kendisini "öz hakiki Atatürkçü" diye lanse eden "devrimci laik cumhuriyet" savunucuları tarafından geldiğini hatırlatmakta fayda var.

Meselâ, Sabah gazetesi yazarı Hıncal Uluç gibi... Konuyla ilgili dünkü (25 Kasım 2008) yazısına üç kere "Hayır. Hayır. Hayır!" diyerek başlayan, "Atatürk'ün partisinde çarşafı kabul etmeme, sindirmeme imkân yok" diyerek isyanını seslendiren ve yine "Bu ülkede demokrat ve liberal geçinen, Atatürk antipatileri olarak bilinen ve 'Atatürk Cumhuriyeti'nden nefret edenlerin alkışladıkları bu eyleme, bir Atatürk Cumhuriyetçisi nasıl göz yumabilir?" şeklindeki isyankâr soruyu hedefe doğru bir ok gibi fırlatan Uluç, savunmasının en büyük gerekçesi olarak da, M. Kemal'in 23 Ağustos 1925'te Kastamonu'da sarf ettiği şu sözleri gösteriyor: "Biz, her nokta–i nazardan medenî insan olmalıyız. Fikrimiz, zihniyetimiz, tepeden tırnağa kadar medenî olacaktır. Medenî ve beynelmilel kıyafet, milletimiz için lâyık bir kıyafettir; onu giyeceğiz."

Hıncal Uluç'la aynı cephede yer alarak, şiddetli taarruz ateşiyle CHP lideri Baykal ve ekibini bunaltmaya çalışan hemen her kesimden (asker, akademisyen, siyasetçi, gazeteci...) insan var. Buna karşılık, onlara "Aferin! Bravo! Vallahi de helâl olsun" diye alkış tutanlar ve "Sakın ola, geri adım atmayasınız" diye Baykalcılara tembihte bulunanlar da var.

Lehte ve aleyhte ortaya çıkan bütün bu tepkileri normal karşılamak mümkün.

Ne var ki, CHP'nin siyasî ve sosyal cenahlarda dalgalanmalara yol açan ve "U dönüşü" gibi algılanan şu "çarşaf açılımı"nda fazlaca şaşırmaya, yahut şaşkınlığa düşmeye hiç gerek yok.

Zira, bu partinin mâzisinde benzer daha başka "U" dönüşleri de var. Onlara baktığımızda, şimdiki vaziyetin şaşırtıcı olmadığını, fazla bir anormallik arz etmediğini görürüz.

Evet, şimdiye kadar "başörtüsü karşıtlığı"yla bilindikleri halde, bugün ise çarşafa bile "yeşil ışık" yakacak bir noktaya gelen Halk Partililer, geçmişte de benzer manevraları yaşamak mecburiyetinde kalmışlardır. Bunu, belki mecburiyetten yapmışlardır. Belki de bitip tükenmemek, silinip yok olmamak için yapmak mecburiyetinde kalmışlardır.

Meselâ, önce imam–hatip okullarını kapamak ve yıllar sonra açmak; meselâ, "Muhammedî ezan"ı önce yasaklamak ve yıllar sonra serbest bırakmak; meselâ, Köy Enstitülerini âlâ–yi vâlâ ile açıp, sonra da adım adım kapatılmasını istemek gibi...

Şimdi, yakın tarihte yaşanan bu konulara sırasıyla ve kısaca değinmeye çalışalım. Tâ, CHP'nin bugünkü "U" dönüşünün mahiyeti daha iyi anlaşılabilsin.

İmam Hatip Kursları

3 Mart 1924'te çıkartılan Tevhid–i Tedrisat Kànunu, doğrudan doğruya Halk Partisinin eseridir. Patent, ona aittir.

Bu kànuna göre, kapatılan medreselerin yerine İmam Hatip Mektepleri açılacak ve bu mekteplerde güyâ din–iman eğitimi–öğretimi yapılacaktı.

Ama, ne gezer? Avrupa'dan ithal fen ve özellikle felsefe dersleri alabildiğine yaygınlaştırılırken, dinî eğitim ve öğretim bütünüyle terk edildi. Dinsiz, imânsız, Kur'ân'sız bir nesil yetiştirilmeye çalışıldı.

Mânevî buhran, 1940'lı yıllarda had safhaya çıktı. Bilhassa köylerde, evlenenlerin nikâhını kıyacak, vefat edenler için gerekli dinî vecibeleri deruhte edecek imamlar, hocalar, din görevlileri bulunamaz bir hale geldi. Yer yer başgösteren gerilim ve huzursuzluk, tehlikeli boyutlara çıktı.

Bu durumdan telâşa kapılan iktidardaki Halk Partisi, "U" dönüşü yaparak 1949'da "İmam Hatip Kursları"nı açmak mecburiyetinde kaldı. İlk etapta 10 ay süreli bu kurslar, Demokrat Parti zamanında 7 (4+3) yıllık İmam Hatip Okullarına çevrildi.

"Muhammedî ezan"a dönüş

Türkiye'de tek parti iktidarı devresinde uygulanan "Türkçe ezan" ucûbesi de, yine Halk Partisinin bir eseri olarak tarihe geçti.

İlk "Türkçe ezan" 3 Şubat 1932'de İstanbul Fatih Camii'nde okutturuldu. Diyanet İşleri Başkanlığının 18 Temmuz 1932 tarihli genelgesi ile, ezanın sadece Türkçe okunmasına karar verildi. Bunun aksine hareket edenlere ise, bilâhare hapis ve para cezası getirildi.

Şarkı okur gibi uygulanan bu tarz, 16 Haziran 1950'ye kadar devam etti. O gün Millet Meclis'inde yapılan görüşmeler esnâsında, DP'nin "ezanın aslına çevrilmesi" teklifine, CHP grubu da (son anda) tam destek vereceğini ilân ederek, kamuoyunda adeta şok etkisi meydana getirdi. (Partinin görüşünü Trabzon mebusu Cemal Eyüboğlu açıkladı. Bkz: Zabıt Ceridesi, 16 Haziran 1950)

İsmet Paşa ile bir–iki partili hariç, Meclis'teki hemen bütün CHP'liler, 18 yıl evvel yasaklamış oldukları "Muhammedî ezan"ın serbestliği yönünde oy kullandı.

Köy Enstitüleri

1940 yılından itibaren, Türkiye'nin birçok yerinde yatılı, karma eğitimli Köy Enstitüleri açıldı. Maksat, köy okullarına öğretmen yetiştirmekti. Meslekî yönden mâkul gibi görünen bu tarz eğitimin asıl gayesi, ailelerinden kopartılmış çocukları ahlâkî ve mânevî yönden zaaf ve mahrûmiyet içinde bırakmaktı. Nitekim, bir müddet sonra yüz kızartıcı bazı durumlar yaşandı

1946'da, bu okulları açtıran CHP'nin içinde şiddetli bir muhalefet cephesi oluştu. DP'nin de korkusuyla, bu okulların statüsünü değiştirmek ve bir müddet sonra da kapatmak mecburiyeti hâsıl oldu.

Sonuç: Yaşanan son gelişmeleri büyük bir endişe ve telâş içinde takip edenler, Baykal ve ekibine diyorlar ki: Beyler! Bakın, iş bununla kalmayacak, Yarın, üniversite ve diğer devlet dairelerinde de benzer durumlar yaşanacak. Dahası, çarşaflı bir kadın milletvekili, bakan, başbakan, parti başkanı hatta cumhurbaşkanı bile olabilecek...

Benzer tarzdaki reaksiyonel endişeler, aslında diğer "U" dönüşleri zamanında da hep yaşanageldi. Ancak, bunların ne derece yersiz ve tutarsız olduğunu yine zaman gösterdi.

26.11.2008

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Tebliğ ve irşadcının (vaizin) özellikleri



Günümüzün şartları, geçmiş devrelere benzemiyor. İnsanların duygu, his ve düşünceleri, eski zaman insanlarıyla kıyaslanamayacak kadar genişlik ve giriftlik kazanmış. İlim, akıl, fen ve tekniğin hükmettiği günümüz, vaaz ve irşadın da bu şartlara uygun yapılmasını zarûrî kılıyor.

Vaiz derken, “emr-i bi’l-ma’ruf, nehy-i ani’l-münker”i (doğru, iyi, güzeli emretme; yanlış, kötü ve çirkinden uzaklaştırma) görevini yerine getirmeye çalışan kişi kast edilir. Bunlar, kürsüye çıkan “resmî vaiz”ler olmaları şart değildir. İslâmiyeti bilen ve anlatma gücüne sahip olan herkes—özellikle dinî meselelerde kendisini yetiştiren ve görev alanlar—bu sınıfa dahildir.

Nasihat, vaaz, öğüdün temel şartı nedir? Tebliğ, irşad vazifesini üstlenenlerin ve vaazların taşımaları gereken özellikler şöyle sıralanabilir:

* “Vaizler umumî öğretmenlerdir” diyen Bediüzzaman, onlara, “Medenilere galebe çalmak ikna iledir, söz anlamayan vahşiler gibi icbar ile değildir”1 şeklinde bir hatırlatmada bulunur.

* İsabetli tebliğin ifâsı, irşada ve tevfik-i İlâhiyeye (İlâhî maksada) uygun hareket etmekle mümkün.2

* Vaiz muhakemesiz olmamalı. Muhakemesiz vaizler, çok hakaik-ı neyyire-i diniyenin (dinin nurlu gerçeklerinin) hüsufuna (perdelenmesine) sebep olmuşlardır.3

* Vaaz/tebliğ; halkın nazarına, âmmenin (herkesin) hissine, cumhurun (ekseriyetin, çoğunluğun) fehmine, anlayışına göre yapılmalı.4

* Vaiz ve tebliğci hırs göstermemelidir. Vazifesinin güzelce tebliğ olduğunu bilmeli, ancak, tesiri ve neticeyi düşünmemeli.5

* Tebliğde lezzet ile elemi birlikte göstermeli.6 Yâni, iman, ahlâk yolunun lezzet, küfür ve çirkef yolunun ise elem, üzüntü, keder ve sıkıntılarla dolu olduğunu, “Safi zihinleri dalâlete atmadan, yoldan çıkarmadan” verebilmeli.

* Vaiz, hem hâkim, hem muvazeneli olmalı.7 Meseleleri çok iyi bilmeli. Onları, akıl, mantık, günün ilmî gelişmeler seviyesine göre takdim edebilmeli. Ve, dengesiz hareket etmemelidir. Yâni, “Küçük suçlara büyük cezâ, büyük suçlara küçük cezâlar” kesmemeli.

* Vaizler, bir şeye rağbeti arttırırken, diğerinin değerini düşürmemeli, ölçüyü kaçırmamalıdırlar.8

***

“Ne kubbe çattı, ne anlattı be! Demediğini bırakmadı. Herkese çattı!”

“Ne dedi peki?”

“İnsanın aklında mı kalıyor?”

Vaizler ikna etmeli, aklî olmalı.9 Yâni, İslâmı tebliğ ederken, sadece parlak tasvirlere, mübalâğalı tabirlere, hissî ifâdelere yer vermemelidir. Çünkü, hisler değişken olur. Başka mekânlarda, başka topluluklarda, başka hâdiseler karşısında değişebilir. Yalnız başına kaldığında ise, “aklı” kendisiyle beraber olacaktır. Anlatılanlar aklen, ilmen, mantıken isbat edilmeli, izâh edilmeli, açıklanmalı. Tâ ki, etkisi devâm etsin.

* Vaizler, çok mübalâğa ederek, şevkleri kırmamaları gerekir.10 Vaiz ve hatiplerimizin kürsü kırmalarına, “kubbe çatmalarına” gerek yok. Nasihatlerinin tesiri, yukarıda sıraladığımız hususlara riâyet etmekle beraber, “ihlâs” ile yapmaları ve söylediklerini yaşamalarına bağlıdır. Aksi halde sözleri kuru bir gürültüden ibâret kalır. Kendilerinin tutmadığı nasihatleri, başkaları neden tutsun ki?

Dipnotlar: 1- Hutbe-i Şâmiye, s. 102. 2- Emirdağ Lâhikası, s. 10. 3- Muhakemât, s. 28. 4- Mesnevî-i Nûriye, s. 196. 5- Lem’alar, s. 155, 156. 6- Sözler, 718. 7- Muhakemât, s. 28. 8- Divân-ı Harb-i Örfî, s. 88. 9- Divân-ı Harb-i Örfî, s. 88. 10- Muhâkemât, s. 78.

26.11.2008

E-Posta: [email protected] [email protected]




Sami CEBECİ

Temel problemlerimiz ve Bediüzzaman'dan çâreler



Asya Nur Kültür Merkezinde her Pazar akşamı devam eden seminerler dizisine bu hafta gelen konuşmacı, gazetemizin yazarlarından Ali Ferşadoğlu idi.

Yüzden fazla katılımcının bulunduğu kalabalık topluluğa seminerini sunan Ferşadoğlu, Cumartesi akşamı da Sincan’da seminer vermişti.

Büyük İslâm âlimi merhum Bediüzzaman’ın mânevî ve ilmî şahsiyetini öncelikle nazara veren Ferşadoğlu, onu bu açıdan çok iyi tanımamız lâzım geldiğini söyledi ve çocukluk yıllarından vefat edene kadar geçirdiği hayat safhalarındaki hârikulâde olaylardan örnekler verdi.

Bediüzzaman, hayatını dâvâsına adamış bir İslâm fedâisidir. Çoğu insanların anlayamadığı ve hususan İlâhiyatçıların kendisine kulak tıkadığı muhteşem bir mütefekkir ve asrın müceddididir. İman ve Kur’ân hakikatlerini ispat etmeyi meslek edinen Bediüzzaman, Kur’ân-ı Kerim’deki temsil metodunu esas alarak temsillerle en dağınık meseleleri toplamaya, en uzak konuları temsil dürbünüyle akla en yakın hâle getirmeye muvaffak olmuştur. Sadece iddia etmekle kalmamış, dâvâ içinde deliller getirerek en inatçı muarızların fikren ilzam ve susturulmasını sağlamıştır.

Şahsî hayatında âzâmî takvâ dairesinde yaşayan Üstad Bediüzzaman ilmen olduğu gibi, amel bakımından da Hazret-i Peygamberin (asm) tam vârisiydi. Ömür boyu nefsiyle aslanlar gibi çarpıştı. Nefsini teslim olmaya mecbur etti. Gece yarısından sonra kalkıp sabahlara kadar evrad ve ezkârla meşgûl oldu. Bu milletin ve İslâm âleminin kurtuluşu için duâlar etti. Bir taraftan doğru İslâmiyeti anlatırken, diğer taraftan onu en doğru bir şekilde nefsinde yaşayarak örnek insan oldu. İslâmın izzetini korumak adına en cebbar ve zalim kumandanlara baş eğmedi. En cazip teklifleri elinin tersiyle iterek hâkim güçlerin tesiri altına girmedi. Bununla birlikte müsbet hareketi esas alarak dahilî fitnelere bulaşmadı. Hep âsâyiş ve emniyet lehinde çalıştı. En zor şartlar altında telif ettiği Nur Risâleleriyle hakikî vatanperver insanların yetişmesine vesile oldu.

“Ekmeksiz yaşarım, hürriyetsiz yaşayamam” diyen o büyük insan, fertten cemiyete, İslâm âleminden Hıristiyanlık dünyasına kadar meydana gelen problemlere çâreler üretti. En temel mesele olan imansızlık ve iman zayıflığına karşı tahkikî iman dersleriyle mukabele etti. Hem insanlık, hem de İslâm âlemini tahrip eden deccalizm zihniyetini keşfederek haber verdi. Buna çok önem verilmeliydi. Zira, bütün mücadele bunun üzerinde cereyan ediyordu. Fen ve felsefeden gelen dehşetli bir dinsizlik cereyanı akılları saptırıyor, kalp ve vicdanları yaralıyordu. Özellikle Süfyanî deccal aldatmakla iş görüyor, münafıkâne bir tarzda İslâm dinini tahrip ediyordu. Tahribin adresini iyi bilmek ve ona teslim olmayarak tedbir almak gerekiyordu.

Genel olarak ortak problemlerimiz vardı ve mutlaka onları aşmamız lâzımdı. Bunlar da:

1- Dünyaya imtihan için gönderildiğimizin bilinmemesi. 2- Yaratılışın hikmetinin anlaşılmaması. 3- İman zayıflığı. 4- Gerçek imanı uzmanından öğrenmeyip başkalarına itibar edilmesi. 5- İbadetlerdeki genel ihmaller. 6- Duyguların tanınmayıp terbiye edilmemesi. 7- Cahillik, fakirlik ve ihtilâf meseleleri. 8- Zamanı verimli kullanmamak. 9- Hak ve hürriyetlerin bilinmemesi. 10- Müslümanların dünyevîleşmesi. 11- Sorumluluktan kaçmak. Emr-i bi’l-mâruf ve nehy-i ani’l-münkeri terk etmek. 12- Kalp dairesinden dünya dairesine kadar etki ve ilgi dairelerinin birbirine karıştırılması. 13- İslâmı ve Kur’ân’ı bilmeden onu anlatmaya çalışmak. 14- Dilimizin bilerek tahrip edilmesinin, dinimizin de tahrip olmasını sonuç vermesi. 15- Ümitsizlik, sıdkın hayat-ı ictimâiyede ölmesi, adâvete muhabbet, bizi birbirimize bağlayan kuvvetli bağları bilmemek, çeşitli istibdatlar ve şahsî menfaatına bütün himmetini hasretmek.

Her bir maddesinin geniş izahlarının yapıldığı seminer iki saatten fazla sürmüş ve katılanların tamamı memnun olmuştu.

26.11.2008

E-Posta: [email protected]




Abdil YILDIRIM

Hayatın âhengi



Hayat deyince, doğan, büyüyen, sonra ölen varlıkların yaşadığı ömür süreci akla gelir. Bitkilerin ruhu olmadığından, en basit hayat tarzı bitki hayatı olarak kabul edilir. Ondan sonra hayvanların hayatı ve en mükemmel olarak insan hayatı şeklinde hayat tabakaları sıralanır. Halbu- ki, kâinatta yer alan ve cansız olarak bildiğimiz diğer varlıkların da kendilerine mahsus birer hayatları vardır. Havanın, suyun, taşın, toprağın ve diğer elementlerin de hayattar olduklarını söylemek mümkündür. Zerrelerden kürelere, tek hücrelilerden dev cüsselilere kadar her varlık kendine mahsus bir hayat yaşar. Kâinata böyle baktığımız zaman, “bîruhlar da zîruhtur” diyebiliriz.

Kâinatın tamamını bir yana bırakıp, uzay boşluğunda bir nokta kadar yer tutan dünyadaki hayatın muazzam ve mükemmelliği bile, insanı hayretler içinde bırakıyor. Binlerce cins hayvan ve bitki, her cinsin de sayısız fertleri, çok çeşitli hayat tarzlarına sahip oldukları ve çok farklı levâzımâta ihtiyaç duydukları halde, aynı mekânda büyük bir uyum içinde yaşayıp gidiyorlar. İstidatlar farklı, ihtiyaçlar farklı, istekler farklı olduğu halde, her hayat sahibinin istek ve ihtiyacı kolaylıkla temin ediliyor. Bir iş bir işe mâni olmuyor, bir hayat başka bir hayatın önüne geçmiyor. Her varlığın hayatı, mükemmel bir ahenk içinde, kendi mecrasında akıp gidiyor. “Hayat bir mücadeledir” diyenleri tekzip edercesine, her hayat başka bir hayata hayat veriyor. Toprak bitkilerin, bitkiler hayvanların, hayvanlar da insanların hayatına yardımcı oluyor. Bu ahenkli dayanışma ve yardımlaşma sistemi, insana “hayat bir muâvenettir” dedirtiyor.

Kâinat dediğimiz sistem o kadar uyumlu ve ahenkli olarak çalışıyor ki, bundan daha güzelini akıl idrakten, hayal tasavvurdan âciz kalıyor. Bir noktanın, bir atomun, bir hücrenin yeri değiştirilse, koca sistemin dengesi bozulacak, hayatın âhengi kaybolacak, kâinat yıkılacak, zerreleri zamanın ve mekânın boşluğunda başı boş kalacak. İnsan kendi bedenine baktığı zaman bile, bu denge ve ahengin mükemmelliğini kolayca idrak edebilir. Meselâ, gözümüzün yerini beğenmeyip daha başka bir yerde olmasını istesek, bulunduğu yerden daha uygun bir yer bulamayız. Bütün bedenimizi gezer dolaşır, tekrar aynı yerde karar kılarız.

Hayattaki zıtlar arasında bile tam bir uyum ve ahenk vardır. İyilik ve kötülük, aydınlık ve karanlık, adalet ve zulüm, hayat ve ölüm, hayatın ahengini zenginleştiren birer çeşnidir.

Sünbülî tarikatının şeyhi Sünbül Sinan Efendi, bir gün talebelerini imtihan etmek için şöyle bir suâl sorar: “Size kâinatta tasarruf yetkisi verilse, neyin yerini değiştirmek isterdiniz?” Talebelerden kimisi dağların, kimisi denizlerin, kimisi de mevsimlerin yerini ve zamanını değiştirirdim şeklinde cevaplar verirler. Sıra Musa adındaki talebeye gelince, şöyle cevap verir: “Her şey lâyık olduğu yere, en güzel yere yerleştirilmiş, hiçbir şeyin yerini değiştirmez, her şeyi merkezinde bırakırdım”. O günden sonra da Musa Efendi’nin adı “Merkez Efendi” olur. Merkez Efendi’nin dediği gibi, her şey yerinde ve merkezinde güzel ve anlamlı. Zaten her şey merkezinde kalsa ve insan eli bu sisteme müdahale etmese, ne ekolojik denge bozulur, ne ozon tabakası delinir, ne de küresel ısınma meydana gelirdi. Dünyada en güzel ve en temiz mekânlar, insanın girmediği yerlerdir. İnsan bir de tabiatın bu tabiî güzellikleri için “vahşî tabiat” der. Halbuki, asıl vahşî olan ve girdiği ortamın âhengini bozan insan elidir.

Hayatın âhengi o kadar hoş ve güzel ki, bu âhenk ince ruhlu sanatçılara ilham kaynağı olmuş, onlara yol göstermiş, modellik yapmıştır. En güzel resimler, en içli besteler, en duygulu şiirler, hayattan yansıyan âhengin birer lem’ası olarak ortaya çıkmıştır. En büyük sanatçılar, hayatın âhengi karşısında saygıyla eğilmiş, hayret ve hayranlıklarını ifade etmişlerdir.

Ben de şairliğe yeltenen birisi olarak, şiirden güzel bu âhenk karşısındaki aczimi, utancımı bir şiirle dile getirmeye çalıştım.

ŞAİRLİĞİMDEN UTANDIM

Çözemedim zihnimdeki düğümü,

Kısır düşüncemin âcizliğinden,

Hayatın sırrını bilmediğimi,

Bildim de utandım cahilliğimden.

Gördüm sonbaharın sekerâtını,

Fark ettim ölümün nasihatını,

Solgun yaprakların tesbihatını,

Duydum da utandım gafilliğimden.

Zamanı kuşatmış görünmez bir el,

Avcunun içinde ebed ve ezel,

Hayatın âhengi şiirden güzel,

Gördüm de utandım şairliğimden.

26.11.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 
Ufo ısıtıcılar, infrared ısıtıcı, kumtel ısıtıcılar.
GAZETE 1.SAYFA

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Ahmet ARICAN

  Ahmet DURSUN

  Ahmet ÖZDEMİR

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Elmira AKHMETOVA

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Fatma Nur ZENGİN

  H. Hüseyin KEMAL

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  Robert MİRANDA

  Ruhan ASYA

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet BAYRİ

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Selim GÜNDÜZALP

  Semra ULAŞ

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Umut YAVUZ

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Ümit KIZILTEPE

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT

Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır