|
|
Nejat EREN |
İnkişaf eden hizmetler ve gençler |
|
Mensup olmakla iftihar ettiğimiz şu mukaddes nur dâvâsının aciz birer müntesibi olarak Cenâb-ı Hakk’a ne kadar şükretsek yine de azdır. Geçen hafta, vazifeli olduğumuz bu kudsî dâvâmızda üzerimize terettüp eden sorumlulukları ve vazifeleri yerine getirmek ve geçmiş bayram tebriklerini kaza etmek için Ankara, İstanbul ziyaretleriyle geçti.
Fırsattan istifade haftanın son gününde de–yapılan dâvet üzerine—İzmit ilimizin Bahçecik beldesindeki bir derse iştirak etmekle hitama erdi.
Kalp ve gönüllerimize ufuk açacağını, mânevî zevkleri paylaşmanın bizim için bir vefa borcu olduğunun idraki içinde, çok faydalı ve semeredar geçen bu önemli seyahatin bazı bölümlerini hizmetlerimize katkısı olacağı düşüncesiyle dostlarla paylaşmak istedim.
İlk dikkat çekici tesbit olarak, Antalya-Ankara uçağında bir grup milletvekili, siyasî, belediye başkanı ve bürokratların içinde olmam dolayısıyla, bir bürokratın diğer ulusal gazeteleri bir müddet okuyup inceledikten sonra, gazetemizi benden isteyerek okuduktan sonra: “Bu oldukça ciddî, ağırlıklı ve farklı bir gazeteymiş” demesinin altını çizmem gerek.
Ankara’da kaldığım üç gün içerisinde hizmet merkezlerimizde, kısa bir zaman diliminde de olsa, mülâki olup sohbet edebildiğimiz hizmet ehli kardeşlerimizin samimiyet ve gayretleri, bilhassa da talebe hizmetlerine yönelik çalışmaları takdire şayandı.
Mayıs ayında düğününe iştirak ettiğim manevî evlâdım yerindeki bir kardeşimizin ısrarı ile kahvaltıya dâvet edilmem dolayısıyla gittiğim evinde, benim gelmemi fırsat bilerek ve tanıştırmak gayesiyle dâvet ettiği, nurlarla yeni tanışan genç esnaf bir kardeşimizin, geçmiş hayatından kısaca anlattığı hidayete eriş hikâyesi hepimizin topluma karşı olan sorumluluklarımızı hatırlatması bakımından derinden derine düşündürecek ibret levhalarıyla doluydu. Bulundukları semtte bir grup genç bu mânâda şimdilik haftada bir de olsa bir araya gelerek bataklığa düşen gençlerin kurtuluş çarelerini manevî mû’cizevî reçete konumundaki Risâle-i Nurlardan arıyor olması önemli bir noktaydı. Bu gayretleri tebrik ediyor, halkanın ve gayretlerin artarak devam etmesini temenni ediyoruz.
Ankara-İstanbul otobüs seyahatimizde otobüs muâvini elimizdeki Yeni Asya’ları görünce bize yaklaşarak: “Okuyucu ağabeyler, okuyun Yeni Asyaları!” tesbiti, şakası ve takılması bir anda dikkatleri çekmeye yetti. Kendisine: “Bu akşam İzmit’te ders var. Ben otobanda nerde inmeliyim? İndirebilir misin?” diye şakadan takılınca: “Ağabey vallahi benim elimde olsa bu otobüsle seni ders yapılan kapının önüne bırakırım. Ama bizim kaptan biraz farklı!” ifadesi ne kadar samimiyet kokuyordu. Bu samimiyetinden dolayı tebrik ve teşekkür ettim. İhtiyaç molası için durulan mekâna yaklaşırken yanımdaki ağabeyle akşam namazı vaktinin ne zaman girdiğini müzakere ederken ön koltukta bulunan ve bizim bu konuşmalarımızı dinleyen tesettürsüz genç bayanın bize dönerek: “Namaz vakti kaçta giriyor?” sorusuna gerekli cevabı verdim. Ama bu soru karşısında bir an hafifçe—müsbet mânâda—irkildiğimi ve de ne kadar sevindiğimi de ifade etmek isterim. Görünüşe aldanmamalı. Türkiye nereden nereye geldi Elhamdülillâh!
İstanbul Yeni Asya Vakfı’nda geçirdiğimiz iki gün içerisinde genç ve umut dolu, nazik, kibar, gayretli gençlerin,—diğer konulardaki yoğunluğumuz sebebiyle—hissiyat, düşünce, hizmet ve projelerini dinleyememenin ıztırabını kalbimde hissettim. İnşallah ileriki seyahatlerimizde bunu telâfi ederiz.
Gazetemiz bünyesindeki bütün birimlerin fedakârca çalışma gayretlerini bir defa daha gördüm. İdarecilerin bilhassa dünyayı saran “küresel ekonomik krizden” en az derecede etkilenecek şekilde yoğun bir toplantı ve gayretin ve karşı tedbirlerin alınmasına yönelik çalışmalarını hissettim. Sorumlu kişilerin sağlam duruşlarını gördüm.
Son günümüzde daha önce telefonla irtibat kurduğumuz İzmit’teki dostlarımızdan Bahçecik semtinde “gençlerin ağırlıklı” olacağı bir müzakereli ders programının olacağını bildiğim için onlara katılmak üzere İzmit’e gittim. Daha önce de iki defa ziyaret edip samimî ve halis derslerin yapıldığı bu çok güzel ve maddî-manevî havası hoş olan dershanemize ulaştığım zaman dinamik, genç bir kardeşimizin kürsüde “İhlâs Risâlesini” okuduğunu ve odayı hınca hınç dolduran her yaştan “hadimlerin” birlikte konuları mütalâa ve müzakere etmeleri, gençlerin şahane yorum ve ifadeleri karşısında büyük keyf almamak mümkün değildi.
İzmit’in yanında Gebze gibi diğer beldelerden gelen bu dinamik “Genç Saidler” tâbir yerinde ise “direksiyonda, kaptan köşkündeydiler.” Rutin hizmetleri bu defa “ağabeyler” icra ediyorlardı. Hep birlikte “kudsî hakikatlere” teslim oluşun saadetini ve yükümlülüğünü birlikte ve münavebeli olarak paylaşıyorlardı. Bu manzaraya hayran olmamak mümkün değildi. Çünkü gençler kürsünün de, müzakerenin de hakkını veriyorlardı. Yani çok şükür ki gençler bu liyakati kazandıklarını icraat ve yorumlarıyla gösteriyorlardı. Hepsi aktif, hepsi katılımcı, hepsi dikkatlice, yapılan sohbete hissî, aklî, kalbî, fiilî olarak bizzat katılıyorlardı. Bir genç kardeşimin “İhlâs Risâlesini daha fazla, daha da fazla okumayı istemek ‘aç gözlülüğe’ girmez!” tesbiti; aynı kardeşimizin “İhlâs Risâlesi on beş günde bir değil, günde on beş defa okunmalıdır!” ifadesi yapılan müzakerelerden alınan dersin en güzel neticesi ve ifadesiydi.
Daralan vaktin bizi zorlamasıyla bize refakat eden bir grup gençle uçağa yetiştirmek için kaptanımız otomobili otobanda son sür'at sürerken benim gönlüm ve hislerim bu heyecan ve hizmet anlayışıyla dopdolu gençlerin verdiği haz ve lezzetle çoktan uçmaya başlamıştı. Uçağı kaçırsam bile bu manevî uçuşla daha çok mesafeleri kat edeceğimin hazzıyla dostlarımızla vedalaştık. Hislerin uçmaya başladığı böyle bir ortamda, bu sanki vedalaşma değil yeni buluşmaların başlangıcıydı. Bilhassa gençlerimizin öne çıkarıldığı bu tür faaliyetlerin her beldemizde tatbik edilip öncelenmesi en büyük amaç ve dileklerimizdendir.
Gençlerimiz, orta yaşlılarımız, ihtiyarlarımız, bayanlarımız, baylarımız! Biz ne mutlu ve bahtiyar bir camiâyız. Bunun kıymetini bilip, birlik, sadakat, ihlâs, uhuvvet, tesanüd ve gayretlerimizin artması dilek ve temennisiyle.
24.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Halil USLU |
Rusya’da yeni gelişmeler |
|
2008 Türkiye’sinde ve dünyasında Rusya için konuşanlar, dün ile bugünü kıyaslamak mecburiyetindeler. Kıyas mantığı içinde, tarih süreci ve hadisât-ı âleme dikkatle bakmakla ve özünde tahkik olma şartı ile ancak gerçek mânâda fikir beyan edilmelidir.
Bediüzzaman Hazretlerinden aldığımız kaynakla yaptığımız araştırmalarda ancak gerçek kıyaslar ortaya çıkmaktadır. Hz. Bediüzzaman diyor ki:
“İki dehşetli harb-i umûmî neticesinde, beşerde hâsıl olan bir intibâh-ı kavî ve beşerin tam uyanması cihetiyle, kat'iyen dinsiz bir millet yaşamaz. Rus da dinsiz kalamaz. Geri dönüp Hıristiyan da olamaz. Olsa olsa küfr-ü mutlakı kıran ve hak ve hakikata dayanan ve hüccet ve delile istinad eden ve aklı ve kalbi ikna eden Kur’ân ile musalâha veya tâbi olabilir. O vakit dört yüz milyon ehl-i Kur’ân’a kılınç çekemez.” 1
143 milyonluk Rusya Federasyonu 17.075.400 km²’lik yüzölçümü ile dünyanın en geniş ülkesidir. 60 farklı etnik grubun başlıcaları şunlardır: Rus, Tatar, Ukraynalı, Çuvaş, Başkurt, Çeçen, Beyaz Rus, Moldovalı, Ermeni, Udmurt, Azeri, Alman. Yaşayan Türk grupları: Dolganlar, Yakutlar, Tatarlar, Tuvalar, Başkurtlar, Çuvaşlar, Altaylar, Hakaslar, Türkmenler, Abazalar, Karaçaylılar, Nogaylar vs...2
Rus lider Putin’in camiye gitmesi ve beyanı basında büyük yankı uyandırdı. Rusya Başbakanı Vladimir Putin, Grozni’de camiye gitti. 2004 yılında bombalı bir saldırı sonucunda ölen Çeçenistan’ın eski devlet başkanı Ahmet Kadirov’un adı verilen ve Rusya’da “Avrupa’nın en büyüğü” olarak anılan yeni camiyi ziyaret eden Putin’e, Çeçen Devlet Başkanı Ramazan Kadirov ve kalabalık bir heyet eşlik etti. Ahmet Kadirov, yıllar önce Türkiye ziyareti sırasında gördüğü camilere hayran kalarak, ülkesine döndüğünde “İstanbul’daki Sultanahmet gibi büyük bir cami Grozni’ye de yapmalıyız” diyerek, bu caminin yapımının fikir babası olmuştu.
Bu fevkalâde gelişmeyi Rusya Federasyonu’nun bir Müslüman milletvekilinin müsbet beyanı takip etti. Rusya’nın Kaleningrad şehrinde yaşayan, mimarlık kolejinde muallim, 2004 yılından beri milletvekilliği yapan Viladimir Semiyonoviç Yojikov Türkiye’deki dostlarına gönderdiği mektubunda der ki: “Benim bir çok öğrencim bana en çok bu suâlleri soruyorlar: İstikbalimiz nasıl olacak? Hayatın mânâsı nedir? Hayatımızda bize rehberlik edecek kimdir? Bize rehberlik edecek olan anne ve babamız, kardeşlerimiz bizi yalnız bırakıp, adeta bizden kaçıyorlar. Nihayette şöyle bir cevap buldum: Allah’a imanın ve muhabbetin neticesinde hâsıl olan saadetli bir hayat. Bu cevabı bulmama sebep olan, koleje ders yapmaya dâvet ettiğim Müslüman gençler ve Risâle-i Nur eserleridir.
“..Bu tarzdaki dinî ve ilmî bir ders Rusya’nın kolejlerinde ilk defa Kaleningrad’da yapıldı. ‘Allah’ın (cc) tasarrufâtı nasıldır, maneviyât ve ahlâk nedir, muhabbet nedir?’ Talebelerim bu terimleri ilk defa Risâle-i Nur’la duyuyorlar. Ben de bu vesileyle 25-30 senelik muallimlik ve mebusluk hayatımın en zevkli anlarını yaşadım. İlk defa ders hiç bitmesin, zil çalmasın dedim..
“..Aziz kardeşlerim! Risâle-i Nurlarda haber verilen küfr-ü mutlaka karşı Müslüman-Hristiyan beraberliğinin bir numûnesi Kaleningrad şehrinde gözümüzün önünde tahakkuk ediyor. İstikbale ait ümitlerim çok kuvvetlendi. Allah’ın yardımı bizimledir. Madem ki Allah bizim kalbimizde maneviyât ve iman ateşini yaktı. Biz de milyonların kalbinde bu ateşin yanması için gayret edeceğiz. Bu parlak saadetin onlara da ulaşmasına çalışacağız. Böylece çok insanları hakikî mânâda sevindirmiş oluruz. Bunu bizim için en büyük bir vazife biliyoruz…”
Çağımızın Mevlânâ’sı Hz. Bediüzzaman’ın 1916 Şubat’ında esir düştüğü Rusya’da ve dönüşünde Türkiye’de, Rusya ile ilgili verdiği mezkûr beyan ve tesbitler bugün bütün berraklığıyla tahakkuk etmektedir. Bu iki tesbitte manidar olanı şudur: Rus milletvekili kendisinin ders verdiği mimarlık kolejinde Risâle-i Nur derslerine dâvetiye çıkarmasıdır. Bizim eğitimciler için alınacak çok ibretli dersler vardır.
Dipnotlar: 1- B.S.Nursî, Emirdağ Lâhikası, s. 311, Yeni Asya Neş., 2- Basın-Eylül-2008
24.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Zealot ile Herodian arasında |
|
Fransız Siyaset Bilimci Charles (Şarl) San Bayrou Batı dünyasının İslâm dünyasına yönelik muamelesini Roma’nın Yahudilere muamelesine benzetiyor. Veya aynı olduğunu itiraf ediyor. Batı’nın bakış açısı ve zihniyeti budur. 100 yıl önce de ünlü İngiliz tarihçi Arnold Toynbee tecezzi/parçalanma kabul etmeyen Batı medeniyeti karşısında İslâm dünyasının pek şansı olmadığını söylemişti. İçki ve uyuşturucu ve ırkçılık belâsı sebebiyle Batı’nın İslâmî değerlere muhtaç ve medyun olduğunu söylese de İslâm dünyasının Batı medeniyetine karşı çıkacak ve galebe çalacak bir kudrette olmadığını ileri sürüyordu. Sadece iki seçenekle karşı karşıya bulunduklarını beyan ediyordu. Ya Roma’ya baş kaldıran Yahudi tiplemesini temsil eden Zealot modeli ya da teslimiyetçi Herodian modeli. Bunu Afganistan’a uygulayacak olursak karşımıza Zealot olarak Molla Ömer çıkarken Herodian olarak da Karzai çıkmaktadır. İslâm dünyasının Batı’yı taklit ile asalet yani özgünlük arasında gidip geldiğini ama Zealot tiplemesinin kaderinin yenilmek olduğunu ve dolayısıyla Batı’ya teslim olmaktan başka çarenin bulunmadığını vazediyor. Gelenekle modernite arasındaki çekişme ve gerilimde modernitenin tercih edilmesinden başka çarenin olmadığını savunuyor.
Zealot ve Herodian. Bu iki kavram, Toynbee’nin, Batı medeniyeti karşısında, dünya milletlerinin durduğu yeri, benimsediği tavırları ve gösterdiği tepkileri temsil için kullandığı simgelerdir. Zealot, Roma hakimiyetine karşı ayaklanan Musevî partizan anlamındadır. Herodian ise, Roma kültürünü benimseyip, taklîd eden eski Yahudiye kralı Herod’dan mülhem bir tabir. Toynbee, 20. yy. dünyasında, karşı konulmaz bir güç olan Batı medeniyetinin baskısı karşısında, geçmişe sığınan, “Geleneğe dönüş” yolunu izleyenler için Zealot, aynı medeniyetin baskıları karşısında çözüm yolu için, Batıyı taklid ederek onunla aynı seviyeye ulaşma ve düşmanının silâhıyla silâhlanarak, onunla mücadele yolunu izleyenler için de, Herodian tabirini kullanıyor. Prof. Dr. Şahin Uçar, “İslâm’da Mülk ve Hilafet- Medine’yi Yeniden Kurmak” isimli eserinde, Toynbee’nin bu kavramlarını şöyle somutlaştırıyor: “Zealotluk, gerçekte, yabancı baskısı sebebiyle, geçmişe sığınan bir ‘arkaizm’dir; ‘geçmişe sığınma’ diye tarif edilebilir. İslâm dünyasındaki temsilcileri, Kuzey Afrika Senûsîleri ve Orta Arabistan Vahhabileridir. Herodianlığın tecrübe edildiği iki ülke ise Mısır ve Türkiye’dir.”
***
Bu bakış açısı bugünün Roması olan ABD tarafından da paylaşılmaktadır. Lâkin bu bakış açısı Roma’nın tıkanmasına da sebep olmuştur. Aslında, Tonybee’nin modelini ve bakış açısını Neoconların önde gelen isimlerinden Cheryl Benard, RAND’a yazmış olduğu raporlarda modern konjonktüre uygulamış ve dile aktarmıştır. Benard, bütün Müslümanları herodian olmaya davet ediyor ve ABD’nin skala biçiminde böyle bir imale ve ayartma politikası izlemesi gerektiğini salık veriyor. Benard’ın yeni kavram kamusunda Zealot’un yerini fundamentalist hatta terörist ve onun ötesinde kimilerine göre faşist Müslümanlar almıştır. Bush’un vaktiyle Basra Körfezi ve Güney Asya danışmanı olan Afganlı devşirme Zalmay Halilzad’ın eşi Cheryl Benard’ın hazırladığı “Sivil Demokratik İslâm: Ortaklar, Kaynaklar, Stratejiler” adlı raporda deniyor ki: “ABD ve Avrupa için elverişli olan, güven telkin edenler sadece, kitleleri yönetmede ve yönlendirmede Kur’ân’ın rolünü iyice sınırlandıran modernist seküler Müslümanlardır. Bu grup behemehâl desteklenmelidir. Fundamentalistler zayıflatılmalı ve yok edilmelidir. Roma’nın uygulamasında ve Toynbee’nin tarifindeki Herodian kavramı da günümüzde ılımlı İslâm anlamına tekabül etmektedir. İslâm zaten bizatihi ılımlıdır, ama kendi tarifi bağlamında. Ötekinin ılımlı demesi teslimiyetçilik bağlamındadır. Bundan dolayı son Beyan dergisinin de ifade ettiği gibi (Ekim 2008/Suudi Arabistan) Mısır’daki Amerikan elçisi Cheryl Benard’ın yaklaşımları, tasvir ve tespitleri doğrultusunda Mısır’da daha ziyade folklorik bir anlam kazanan sufî ihtifallerine katılmaktadır.
***
RAND düşünce kuruluşunun 2003 yılında Cheryl Benard’a hazırlattığı “Sivil Demokratik İslâm: Ortaklar, Kaynaklar ve Stratejiler” adlı rapor ABD’nin İslâm’a ilişkin politikalarının ipuçlarını veriyor. Rapor, İslâm Dünyası’nın güçsüzlüğü ve geri kalmışlığı konusunda Müslümanların bir fikir birliği içinde olmadıklarını belirtiyor ve dört temel grubun öne çıktığını ifade ediyor.
a- Fundamentalistler
b- Gelenekçiler
c- Modernistler
d- Laikler
Raporda ABD yönetimine yapılan tavsiyeler, grupların batı karşısındaki tavırlarına göre nasıl davranmaları gerektiğini açıkça ortaya koyuyor. Yaklaşık 40 sayfayı bulan raporun “Stratejiyi Destekleyici Özel Eylemler” başlıklı son bölümünde karar mekanizmalarına bazı tavsiyeler yapılıyor. Öncelikle Modernistleri ve Ilımlı laikleri destekle... Çalışmalarını yayımlat ve dağıt... Geniş kitleler ve gençler için yazmaları konusunda cesaretlendir... Düşüncelerini İslâmî eğitim müfredatlarına sok... Fundamentalistlere karşı gelenekçileri destekle... Gelenekçilerin fundamentalist vahşetine karşı yaptıkları eleştirileri yayınla, fundamentalist ve gelenekçiler arasındaki anlaşmazlıkları körükle... Gelenekçiler ve fundamentalistler arasındaki itttifakları boz... Gelenekçiler arasında farklı grupların arasında ayırım yap... Sufizmi güçlendir... Fundamentalistlere karşı mücadele et... İslâm yorumu konusunda tezatlarını ortaya çıkar... Vahşet içeren olayların sonuçlarını herkese göster (Cezayir vesaire)... Kendi toplumlarının kalkınmasına yetecek bir yöneticilik kabiliyetlerinin olmadığını göster... Bu mesajlar için öncelikle gençleri, dindar olan gelenekçileri, Müslüman azınlıkları ve kadınları hedef seç... Gazetecileri bu grupların yolsuzlukları ve ahlâksızlıklarını araştırmaları konusunda cesaretlendir... Laikleri seçici olarak destekle...
Tam da bu sebeple Burgiba gibi laik kafalı Müslüman liderler hep Batı’nın atıfetine ve desteğine nail ve haiz olmuşlardır. Modern dönemlerin Herodian tipli liderleri Burgiba ve Karzai gibi liderlerdir. Bu hususta Richard Perle’nin kalemdaşı David Frum’un bir kitabında, İslâm dünyası için önerdiği model ve ısmarlama lider tipi hatırlanabilir.
24.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cevher İLHAN |
“Gerekçe”li mugâlata ve irâde teslimiyeti |
|
Dinî bir vecîbe olan başörtüsü için “velev ki siyasî simge de olsa” çıkışı, on ay sonra Anayasa Mahkemesi’nin yasadışı yasağı resmen “onaması”yla sonuçlandı.
Böylece siyasî iktidarın gereksiz yere mevzuatta hakkında hiçbir yasaklayıcı hüküm bulunmayan ve tamamen indî ve kanunsuz dayatılan “yasağı” anayasal değişikliklerle kaldırma yanlışı, yasakçıların eline bol bol istismar edecekleri bir bahane daha bahşetti!
Demokrasiyi, hukuku, insan haklarını hiçe sayan, “kanun” perdesinde cebriliği ve keyfiliği dayatan, darbelere ve antidemokratik uygulamalara arka çıkan ideolojik devlet cenderesindeki mâlûm mihraklar, bir bakıma “görevleri”ni yapıyorlar.
Kur’ân’ın açık emriyle mü’minler için “Allah’ın emri” olan ve devletin “din işleri”yle yetkili anayasal kurumu Diyanet’in fetvalarıyla “dinî gerekliliği” belirlenen başörtüsünü re’sen yasaklayanlar, doğrusu yine şaşırtmadılar!
Daha önce Mahkemenin iptal edemeyip başörtüsü ve tesettürü “çağ dışı” niteleyen “gerekçesi”ni Anayasa’nın 153. maddesindeki kesin hükmüne rağmen “kanun koyucu gibi hareketle yeni bir uygulamaya yol açacak biçimde hüküm tesis ederek” bütünüyle Anayasaya aykırı olarak dayatanlardan zaten kimsenin bir beklentisi de yoktu.
İnanç hakkıyla eğitim hakkını birbiriyle takas edenlerin, her defasında “Anayasa Mahkemesi’nin gerekçesi”ne sığınanların, yasadışı yasağa kılıflar uyduracakları belli idi…
“MİZÂNSIZ SİYASET”
Bu bakımdan 34 sayfalık “karar gerekçesi”nde laikliğin Rönesans, Reformasyon ve Aydınlanma dönemine kadar uzandığını belirtip, üniversitelerde başörtüsünün serbest bırakılmasının “başlarını örtmeyenler üzerinde bir baskı oluşturacağı” evhamıyla en tabiî ve temel bir hak olan inancını yaşama hakkını berhava edenlerden, hak ve hukuk beklentisi, artık abesle iştigal.
Anayasa ile teminat altına alınan, herkesin kişiliğine bağlı dokunulmaz, devredilmez ve vazgeçilmez hak ve hürriyetlerin, inanç ve ibâdet özgürlüğünün, insan hakları ve eğitim hakkının bu denli pervasızca çiğnenmesi çarpıklığı ortada.
Bu açıdan “gerekçe”de, ‘’Anayasa Mahkemesi ve AİHM kararları gözetildiğinde, Anayasa’nın 10. ve 42. maddelerinde yapılan düzenlemenin, yöntem bakımından dinî siyasete âlet etmesi, içerik yönünden de başkalarının haklarını ihlâle ve kamu düzeninin bozulmasına yol açması nedeniyle laiklik ilkesine açıkça aykırı olduğu sonucuna ulaşılmıştır’’ saptırması, delili kendinden menkul hukuk çarpıtılmasının son bir ibret-i âlem vesikası.
Ancak mesele, çarpıklığın deşifresiyle bitmiyor. Asıl sorun, onca ikaza rağmen sırf siyasî heves uğruna “yasakçılar”ın eline bile bile bu kozları ve “gerekçeleri” sunanların, demokrasi, hukuk ve insan haklarını hesapsız harc-ı âlem harcamalarından türüyor.
Vebal, buna sebebiyet verdirenlerde. “Mizânsız siyaset”le, bilhassa inanç hürriyeti, din eğitimi ve öğretimi başta olmak üzere, mânevî değerlerde altmış yıldır binbir emekle kazanılmış hakları kaybettirenlerde. Uğruna “demokrasi şehidleri” verilen mücadeleyi,“velev ki”yle başlayan yanlışlarla akıbeti meçhul ölçüsüzlerle, nereye varacağı belli olmayan “beylik lâflar”la uluorta hebâ edenlerde…
Gerçek şu ki, daha “gerekçesi” açıklanmayan “ciddî ihtar”lı iktidar partisini “kapatmama kararı”yla sistemle “entegre” edilip “çembere” alınarak kuşatılan ve demokrasi dışı odakların “emrine girme” ameliyesine uğrayan siyasî iktidarın zâfiyeti, sözkonusu bu “gerekçeli karar”la daha da derinleşiyor.
MECLİS’E REZERV
Başbakan ve muhalefet şerhi koyan üyeler, bu “gerekçe”yle millet irâdesinin Meclis’in yasama yetkisinin gasbedildiğinden yakınıyorlar. Ne var ki “ciddî ihtar”lı “kapatmama kararı”yla siyasî iktidarın zâfiyetinin bu tür “gerekçe”lerle daha da derinleşeceği, bizzat Başbakan’ca ikrar edilmişti…
Hatırlanacağı üzere daha aylar öncesinde, bu kırılgan süreçte iktidar partisi hakkındaki “gerekçeli karar”ın siyasetin alanını daraltacağı eleştirilerine Başbakan, “Anayasa Mahkemesi’nin verdiği karara saygı duymaktan başka çâremiz yok; bu şartlarda siyaseti sürdüreceğiz” demişti. “Teslim tutanağı” açıklamalarla “irâde teslimiyeti” ikrarında bulunmuştu.
Demokrasiyi cendereye alan ve milletin Meclisine rezerv koyan vâhim kuşatmayı daha baştan kabullenilmişti; “Yeter ki parti kapatılmasın, iktidar koltuğu altlarında alınması” benzeri günübirlik politik çıkarcılıkla…
İşte bugün bu yapılıyor. Neticede siyasî mahfillerde artık “neo AKP” olarak nitelendirilen iktidar partisi kapatılmadı. Ama Başbakan’ın, hükûmet ve iktidar partisinin sözcülerinin sözleriyle, milletin Meclis eliyle emânet ettiği irâde hükümsüz kılınıyor. Siyaset, hâriç hesabına geçen “icraatlar”la, demokrasi dışı mihraklara malzeme ediliyor.
“Bir ‘hak’ın ihlâl edilebileceği” vehmi ya da iddiasıyla göz göre göre hakkın ketmedilmesine bahaneler sunanlar, “mugâlata ve cerbeze (demogoji) ile hayalin hakîkat telakkî olunması”na aldananlar, “hîlelerle efkâr-ı ammenin (kamuoyunun) başka bir mecrâya çevrilip” çarpıtılmasına fırsat verdirenler, aldatmalarla toplumun teşviş edilmesine siyasî rant hesabına seyirci kalanlar, popülist politikalarla hak ve özgürlükleri kaybettirenler, bunun hesabını vermeli…Bu safhadan sonra sorgulanması gereken bu…
24.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mehmet KARA |
Vahim hata! |
|
Anayasa Mahkemesinin CHP ve DSP milletvekillerinin başörtüsünün üniversitelerde serbest bırakılmasına ilişkin anayasa değişikliğinin iptali veya yok hükmünde kabul edilmesi ve yürürlüğünün durdurulması istemiyle açtığı dâvâda, 9 Şubat 2008 günlü, Anayasanın bazı maddelerinde değişiklik yapılmasına dair Kanun’un 1. ve 2. maddelerini, Anayasa’nın 2., 4. ve 148. maddelerini gözeterek iptal etmiş ve yürürlüğünü durdurmuştu. İptal başvurusundan 8 ay, bu kararı vermesinin üzerinden 5 aya yakın bir süre geçmesinin ardından “gerekçesini” nihayet yayınladı!
Yayınladı, ama çokça tartışılan bir gerekçe yayınladı. Mahkeme, 46 sayfalık gerekçeyi “laiklik” üzerine kurarken, kararına “vehimlere, olasılıklara, varsayımlara” dayalı gerekçeler buldu. Hukuk tarihine “ibretlik bir gerekçe” olarak geçecek bir karar verdi.
Yürürlükteki anayasaya göre ancak şekil yönünden anayasa değişikliğini inceleyebilen Mahkeme, esasa girerek karar vermiş oldu. Mahkeme Başkanı Haşim Kılıç karşı oy yazısında bunu üstüne basa basa vurguluyor. “Anayasa’da erklerin yetkisi bellidir. Şeklen inceleme gerekirken esasa girildi. Siyasal işleyiş yargı vesayetine bağlandı” diyor bu kararı veren Mahkemenin Başkanı…
Karara tek sevinen iptal başvurusunu yapan CHP oldu. Grup Başkanvekili Hakkı Süha Okay’ın “Anayasa Mahkemesinin kararında, her dediğimizin teyit edilmesinin mutluluğunu yaşıyoruz” diyerek bu mutluluğunu ortaya koydu!
* * *
Öncelikle mahkemenin gerekçesindeki şu cümleye bakalım. “Bireysel bir tercih ve özgürlük kullanımı olsa da, kullanılan dinsel simgenin tüm öğrencilerin bulunmak zorunda olduğu dersliklerde veya laboratuvar ortamlarında, farklı yaşam tercihlerine, siyasal görüşlere veya inançlara sahip insanlar üzerinde bir baskı aracına dönüşmesi olasılığı bulunmaktadır...”
Karar, “olma olasılığı”ndan bahsederken, şimdiye kadar hiçbir yerde örneği görülmeyen bir durumu gerekçe olarak sunuyor. Öğrenciler, en son Boğaziçi üniversitesinde gördüğümüz gibi her zaman, “Bizim birbirimizle bir sorunumuz yok. Siz kendi işinize bakın” demiştir. Bu yüzden gerekçedeki ihtimali hukukî bulmak mümkün değildir. Mahkeme şimdiye kadar böyle bir “somut” olay mı tesbit etmiştir ki bunu söyleyebilmiştir?
Teşbihte hata olmasın. Basit bir mantıkla düşünürsek. Bir hâkim kalkıp suçsuz bir adama, “Sen ileride bir suç işleyebilirsin. O yüzden sana şimdiden ceza veriyorum” diyebilir mi? Elbette diyemez. En başta böyle bir karar hukukî olmaz.
* * *
Karşı oy kullanan mahkeme üyesi Sacit Adalı’nın “Bundan sonra her türlü gerekçenin gayet rahatlıkla içine girebileceği derecede geniş anlamları olan demokrasi, lâiklik, sosyallik kavramları uyarınca ve bunlarda Anayasa Mahkemesi’nce her zaman farklı yorumlamaya gidilebileceği ihtimaliyle artık hiçbir Anayasa değişikliği yapılamayacak, teklif edilemeyecek, akla dahi getirilmeyecektir” sözü dikkate alınarak yeni, sivil, özgürlükçü bir anayasanın hazırlanmasının şart olduğu artık görülmelidir.
Madem anayasa değişikliği bundan sonra akla dahi getirilemeyecekse yapılması gereken anayasanın tamamen değişmesidir. Meclis’in bu meseleye bir an önce çözmesi milletin beklentisidir. Milletin vekilleri de milletin bu beklentisini görmezden gelemez.
* * *
Öte yandan, Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç, AKP’nin kapatılmama kararını açıklarken söylediği “Topluma ters gelen kurallar ve anayasa değişiklikleri varsa bu konuda sür'atle uzlaşarak gerekli düzenlemelerin yapılması çağrısında bulunmak istiyoruz” sözleri dikkat çekiciydi. Bu karar toplumun büyük bir kesimi tarafından benimsenmediğine ve böyle bir durum şu anda mevcut olduğuna göre, Meclis de bunu dikkate alarak sür'atle gerekli düzenlemeleri yapmak durumundadır. Çünkü, yıllardır yaşanan başörtüsü mağduriyetini gidermek milletin vekillerinin görevidir.
Milletin vicdanında kabul edilmeyen bu yasak hem de hiçbir kanuna dayanmayan ve yorumlara ve gerekçelere göre uygulanan bu yasak bir an önce kaldırılmalıdır. Yeter ki, irade ortaya konulsun.
Gerekçedeki “Özgürlükleri yıkmak için özgürlüklerden yararlanılması da düşünülemez. Özelde korunması gerekli görülen lâiklikle bağdaşmayan özgürlük savunulamaz ve korunamaz” cümlesine dikkat çekerek yazımızı şöyle noktalayalım.
Meselenin çözümü özgürlükçü anlayışın hâkim kılınması için çözülür… Anayasa hukukçusu Prof. Dr. Ergun Özbudun’un şu cümlesi de bu gerçeği ortaya koyuyor. “Temel özgürlükler mahkemenin insafına bırakılamaz.” Özeti de bu…
24.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Faiz olmadan da zenginlik olur |
|
Gerçek olmayan hadiseler için ‘şehir efsanesi’ tâbiri kullanılır. Bu ‘şehir efsaneleri’nden biri de, ekonomik hayatın ‘faiz’ olmadan sürüp gidemeyeceğidir. Bu iddiâya göre her iş sahibi mutlaka faiz almalı, vermeli ve faizle ayakta duran bankalarla içli-dışlı olmalı.
Nitekim, yıllardan beri yapılan propaganda sebebiyle ‘faiz aleyhinde’ konuşmak suç gibi algılandı. Bir iş adamının faiz aleyhinde konuşması en başta ‘mürteci’ olarak damgalanmasına sebep olurdu. Fakat kaderin garip bir cilvesi, değişen ekonomik ve sosyal şartlar, düne kadar faizi savunan uluslar arası ‘uzmanlar’ı bile faiz aleyhinde konuşmaya mecbur bıraktı. Amerika’da patlak veren ve bütün dünyayı etkileyen ‘finansal kriz’ de ‘Sen çalış ben yiyeyim’ anlayışının ve dolayısı ile faiz sisteminin bir neticesi değil mi?
Türkiye’nin önde gelen holdinglerinden Sanko Holding de faize karşı olduğunu ilân eden başarılı şirketlerden biri. Sanko Holding’in ortaya koyduğu başarı, zengin olmak için faiz belâsına bulaşmanın şart olmadığını gösteriyor.
Gaziantep merkezli Sanko Holding Yönetim Kurulu Başkanı Abdülkadir Konukoğlu, “Banka sahibi olmak istiyor musunuz?” sorusunu şöyle cevaplandırmış: “Banka düşünmedim. İnancıma ters. Faizi sevmiyorum. (...) Faizsiz bankacılık tarafında da bir şey yapmayı düşünmüyorum. Finansta büyümek planlarımız yok. Kredi kullanıyoruz. Boşta kalan paramızı bankaya da koyuyoruz. Burada da faiz var ama mecburiyet. İş olarak istemeyiz.” (Milliyet, 19 Ekim 2008)
Konukoğlu daha önce de benzer şekilde beyanlarda bulunmuş, faize bulaşmak istemediğini açıklamıştı. Bu istikrarlı duruşundan dolayı kendisini bir defa daha tebrik ediyor ve ‘faize bulaşmadan iş hayatında ayakta kalamayız’ diyenlere örnek olmasını diliyoruz.
Görüldüğü kadarıyla Sanko Holding, ‘zekât’ konusunda da hassas bir davranış sergiliyor. Geçmiş yıllardaki krizler sonrası da yaptığı yardımları azaltmak yerine çoğaltmayı tercih etmişler. Abdülkadir Konukoğlu’nun geçmişteki bir beyanı da şöyle: “Aslında bu konuları konuşmayı pek istemiyorum. Ama arkadaşlar örnek olması bakımından anlatmamı söylüyorlar. (...) Senede iki defa olmak üzere 18 bin (on sekiz bin) aileye gıda yardımı yapıyoruz. İlk ve orta öğrenimdeki öğrencilere kılık kıyafet, ayakkabı, des kitapları ve gereçleri yardımında bulunuyoruz. Herkes bizim kriz döneminde yardımı keseceğimizi sandı. Biz daha fazla verdik. İnanır mısınız biz bu yardımları yaptıkça işlerimiz daha çok büyüyor. Biz bunu bir borç olarak görüyoruz.” (Dünya g., 28-29 Eylül 2002)
Faize bulaşmadan da zengin olunabileceğini, hatta ve hatta ‘faize bulaşanlardan daha iyi zengin’ olunabileceğini dünya âleme gösteren böyle işadamlarının sayısının artması en büyük temennimiz.
“Faize bulaşmadan ticarî hayatta başarılı olunmaz” propagandasının temelsiz bir ‘şehir efsanesi’ olduğu ortaya çıkmıyor mu?
24.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Rifat OKYAY |
Buyurun şeytan ve nefis yok! |
|
Asıl olan herkesin kendisini yetiştirmesidir. Kur’ân okuyarak, imanî meselelere dair Risâle-Nur tefsirlerini okuyarak kendimizi ahirzamanın dağ gibi meselelerine karşı hazır hale getirmeliyiz… Bunu istemek yetmiyor, niyet yetmiyor, hayal yetmiyor… Bir tarz ve tavır olarak, hatta huy olarak bunu enemizin, gururumuzun rağmına olarak muhakkak ve muhakkak bir surette gerçekleştirmeliyiz. Başkasında değil illa ki kendimizde okuma ve anlayarak okuma işini gerçekleştirmeliyiz..
Demek ki okumak, anlayarak okumak esas ise kendimizi bu konuya odaklayarak kendi kendimizi yetiştirmeye, bilgilendirmeye yönelik çalışmaların içinde olmalıyız. Başkaları değil, bu konuda yalnız kendimiz sorumluyuz ve bu konudaki eksikliğimizin hesabını yalnız biz vereceğiz…
Herkesin herhangi bir konuda fikir beyan etmesi, bazı konulara açıklık getirmesi onlar açısından bir sorumluluk gibi görünmeyebilir. Ama kişinin kendi eksikliği kendisini bağlar ve bu eksikliği gidermek de yine onun elindedir. Kimse kimseye zorla en çok sevdiği yiyecekler de olsa yediremeyeceğine göre başkaları ne olursa olsun hiç kimse kimseye zorla okumak işini, anlayarak ve zevk alarak, lezzet duyarak okumak işini yaptıramaz…
Okumamak sadece cahil kalmayı sağlamaz. Okumamak ve anlayarak okumamak insanın üzerine her türlü olumsuzluğu, tabiri diğer ile her türlü belâları ve mûsibetleri celbeder, bağırarak insanın üstüne üstüne doğru çağırır. Bundan kaçmak demek ise cahillikte inat etmek ve sebat etmekle olur ki azıcık aklı olan her halde bu tavrı ve yolu hiç mi hiç tercih etmez her halde..
Okumak yalnız yapılabilmiyor inadı ve inancındaysak bu işi birkaç kişi ile yapmalıyız. Ama muhakkak mı muhakkak yapmalıyız, gerçekleştirmeliyiz. Bir şekilde okumak işini paylaşarak, bölüşerek daha sonra da birbirimize aktararak yapabilmeliyiz ama kesinlikle ertelememeliyiz ve sonralara bırakmamalıyız. Ölümü erteleyen okumayı erteleyebilir, ona serbest…
İstekler, düşünceler plan ve programlarda kalmamalı muhakkak bir surette tatbik sahasına konmalıdır. Gönül arzu ederdi ki şeytan ve nefis olmasın ve herkes de tembellik döşeğine, tenperverlik yatağına düşmeden okusun okusun, anlayarak ve bilerek okusun. Ama maalesef zahmetsiz rahmet olmuyor…
24.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şükrü BULUT |
NATO, misyonuna ihanet eder mi? |
|
Tarihin tekerrürü farklı renk, desen ve şekillerde olunca, bizler bazen o tekrarın farkına varamıyoruz. İkinci Dünya Savaşına sebep olan mütecaviz Avrupa dinsizliğinin siyasal askerî boyutlarını dizginlemek için, hür Hıristiyan Batı dünyasının kurduğu NATO’dan intikam olmak isteyen Yeni Bolşevikler, farklı slogan, renk ve düşüncelerle on seneye yakındır Avrupa ve Amerika’yı iğfale çalışıyorlar.
Mevzunun daha iyi anlaşılması için birkaç hususu arz etmek istiyorum. Dinsizliği ve dolayısıyla ahlâksızlığı hayata hakim kılmak isteyen Avrupalıların savaş öncesinde Fransa, Almanya ve İtalya gibi kıt'a ülkelerini fark ederek İngiltere’ye ve oradan da Amerika’ya gittiklerini belirtmemiz gerekiyor. Çıkardıkları nifaklarla kıt'anın tutuştuğunu gören bazıları ise evvelâ Güney Afrika ve Amerika’da veya sonra Birleşik Amerika’da toplanıyorlar. Rusya’da kızıl ihtilâli, Yahudi asıllı Rotschild ailesinin parasıyla organize edip başaran Levi Troçki Stalin ile giriştiği mücadeleyi kaybedince Türkiye üzerinden Meksika’ya gidiyor.
İkinci Dünya Savaşının ayak sesleriyle birlikte felâket alanını terk eden eski komünistleri ve Yeni Bolşevikleri dünkü Doğu Bloku ülkelerinde aramanın anlamsızlığını herkes bilir. Stalin Bolşevikliği ile Troçki Bolşevikliği arasındaki “millilîk” farkını bilmezsek, günümüz Rus idaresinin Yahudi asıllı bazı “Yeni Bolşeviklere” olan tepkisini de anlayamayız.
En son kafilesi 1933 yılında Avrupa’yı terk eden “semavî din düşmanı” Avrupalı feylesofların Amerika ve İngiltere’de yaptıkları çalışmaların mahiyeti bilinmedinden, insanlık Yeni Bolşevikleri tanımadığı gibi, onların dünyamıza verdikleri zararları da fark edemiyor. Sözünü ettiğimiz ahlâk, aile, din ve otorite düşmanlarının ada kıt'aya dönüşü de, Almanya’nın müttefiklerce işgali ve zabt rabt altına alınmasından sonraki zamanlara rastlar. Eğitim, bürokrasi, üniversite, yargı, medya ve bilhassa ticareti tekrar ele geçirmek için çalışan kesimlerin zaman zaman NATO’ya sızdıklarını araştırmacılar kaydediyorlar.
NATO’nun, hür dünyayı rahatsız eden komünist bloka karşı kurulduğunu bilenler, 11 Eylül ihtilâliyle yönetimi ve Pentagon’u ele geçiren Yeni Bolşeviklerin eski NATO düşmanları olduklarını belki de unutuyorlar. 1930’lu sefih Bolşeviklerin hedef, maksat ve düşüncelerini o günün matbuatından takip ettiğimizde çerçeve olarak karşımıza Neocon ve Neoliberal düşüncenin çıktığını göreceğiz. 11 Eylül senaryosunun ilk günlerinde, Afganistan konusunda gafil avlanan NATO, Irak meselesinde tamamen uyanmış, ABD ve İngiltere’yi cinayetleriyle baş başa bırakmıştır.
Kafkasya’da da NATO henüz oyuna gelmemiştir. Rusya’nın eski Bolşevikliğini bile dünyaya propaganda eden Neocon ve Neoliberaller, AB ülkelerinin akl-ı selim ve diyalog duvarlarına tosladılar. AB içindeki NATO üyeleri, aktüel Bolşevikleri; renk, desen, slogan ve yeni figürlerine rağmen tanıdılar.
Müslümanlar da, bu derin meseleyi anlayıp, aktüel Bolşeviklerle maksat birliği içindeki Kemalistlerin oyununu fark ederek, artık İslâmiyetle uzlaşmaya çalışan Rusya’yı da anlamaya çalışmalıdırlar. Kafkasya coğrafyasına Neoliberallerin imkânlarıyla yerleşen Yeni Bolşeviklerin NATO’yu çatışma alanına çekmeye çalıştığını, Gürcistan, Ukrayna, Azerbaycan ve Kırgızistan idarelerinin politikaları ortaya koyuyor.
Rusya’nın, İslâm âlemiyle barışa gireceğini haber veren Bediüzzaman’ı tasdik eden son gelişmeler de gösteriyor ki, NATO’yu iğfale çalışan komiteler maksatlarına ulaşamayacaklardır. Ahirzaman şebekelerinin ittifakına karşı kurulmuş NATO, misyonuna ihanet etmeyecektir.
24.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Allah, melekler ve mü’minlerin salât getirdiği Peygamber |
|
Peygamberimizin (a.s.m.) adı anıldığı zaman hemen ağzımızdan aleyhissalâtü vesselam (salât ve selâm onun üzerine olsun), sallallahü aleyhi vessellem (salât ve selâm onun üzerine olsun) cümleleri dökülüverir. Allahümme salli alâ Seyyidina Muhammed (Efendimiz Hz. Muhammed’e salât ve selâm olsun) veya ve alâ Âli Seyyidina Muhammed (Muhammed’in Ehl-i Beytine [aile halkına ve nesline de] salât ü selâm olsun)] dediğimiz de olur. Okuduğumuz salli ve barik duâları da birer salâvattır.
Kendisi bizzat rahmet olan, âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamberimize (a.s.m.) Allah’tan rahmet dileme ve selâm verme anlamına gelen salâvat hayatımızda o kadar önemli bir yer tutar ki minnettarlık, şükran, sevinç ve memnuniyetlerimizi getirilmesi sünnet olan bu salâvatla ifade etmeye çalışırız.
Evet, salâvat veya salât ü selâm Resûlullah’a (asm) sevgi, saygı, sadakat, bağlılık, şükran ve memnuniyetimizin bir ifadesidir.
Salâvat nasıl önemli olmaz ki, Allah ve melekler bile salâvat okurlar Allah Resûlüne (asm). Cuma günleri hutbenin sonunda hatiplerin okumayı ihmal etmedikleri bir âyette bu gerçek açıkça şöyle ifade edilir: “Peygambere Allah ve melekler salât ediyorlar. Ey iman edenler, siz de ona teslimiyetle salât ve selâm getirin.” 1
Demek âyette Allah’ın, Peygamberine salât, yani rahmet, meleklerin de salât, yani duâ ettikleri belirtildikten sonra mü’minlerin de salât ve selâm getirmeleri emredilir.
Hadis-i şeriflerde de salâvâta büyük önem verilmiştir. Gerçek cimrinin, yanında adı anıldığı halde Efendimize (asm) salâvat getirmeyen kimse olduğu bildirilir 2 ve böyle kimseye Allah Resûlü (asm), bizzat, “Burnu yerde sürünsün!” 3 diye bedduâ eder. “Kıyamet günü bana insanların en yakın olan ve şefaatime en hak kazananı bana çokça salâvat getirendir” 4 buyurur ve o kimse için on sevap ve on mağfiret verileceğini bildirir. 5
Demek salâvâta çok muhtacız. Neden muhtaç olduğumuzun diğer sebeplerini de inşaallah bir sonraki yazımızda ele alalım.
Dipnotlar:
1- Ahzab Sûresi: 56. 2- Riyâzü’s-Sâlihîn, 3:15 (Hadis no: 1429; Tirmizî’den.) 3- Tirmizî, Daavât: 110. 4- A.g.e. 5- Riyâzü’s-Sâlihîn, 3:15 (Hadis no: 1426; Müslim’den.)
24.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Ecel ve sebepler |
|
Mustafa Bey: “Kaderle ölüm arasında nasıl bir bağlantı vardır? Sebepler dairesinde yapılması gereken her şeyin eksiksiz ve zamanında yapılmaması sonucunda ölümün vuku bulması da kader çizgisinin bir parçası mıdır? Doktorların koyduğu yanlış teşhis ya da tedavinin geciktirilmesi ve buna benzer şeyler sadece kaçınılmaz son olan kader noktasının sebepler dairesindeki görünen yüzü müdür?”
Hayat nasıl yüzde yüz Allah’a ait bir tasarrufsa, ölüm de yüzde yüz Allah’a ait bir tasarruftur. “O ki, hayatı da, ölümü de yarattı...” 1 âyeti bu hakikati ifade eder. Zaten hayatı veren Cenâb-ı Hakk’ın, hayatı almayı başkasına bırakması eşyanın tabiatına da aykırıdır. Bedîüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle, bir yaratma ve takdir ile gelen hayatın içinden ölümü çıkarıp alarak başkasına vermenin imkânı da, gereği da, anlamı da yoktur. 2
Fakat diğer İlâhî tasarruflar gibi, ölümde de sebepler rol oynar şüphesiz. Bunlar, başta sadece emri uygulayan Azrail (as); sonra Azrail (as) ile aramıza konulan mûsibetler, hastalıklar, belâlar, ihmallikler, düşmanlıklar... vs.
Ölümde Azrail’in (as) suçu söz konusu olmaz. Fakat Azrail’den (as) beride bulunan ve ölüm getiren sâir sebeplerin suçları, kusurları ve hataları söz konusu edilir; sorulur, soruşturulur, araştırılır, mes’ûl tutulur ve bu mes’ûliyetle gerek dünyada, gerekse âhirette gerçek biçimde yargılanır. Ve yargılama sonucunda adalet gereği verilen ceza ile de zulm edilmiş olmaz. Çünkü ortada bir can telefi vardır. Bir de telef olan canın katili vardır. Allah’ın ölümü yaratması ile bir adamın adam öldürmesi arasında çok, çok, çok büyük fark vardır. Birisi yaratmadır, diğeri öldürmedir.3 Birisi takdirdir, diğeri kötü fiildir. Birisi rahmettir, diğeri fitnedir. Birisi kemâlî bir fiildir, diğeri bazen ihmalkârlıktır, bazen düşmanlıktır, bazen kabalıktır, bazen haddini aşmışlıktır.
Haksız yere adam öldüren kişi suçludur. Suçlu hiçbir zaman, “Yazı böyleydi; ben yazılanı yaptım” diyemez ve suçtan kurtulamaz. Çünkü o yazılanı yapmadı. O kafasındaki düşmanlığı ateşledi, beynindeki fitneyi gerçekleştirdi, içindeki fesatlığı harekete geçirdi. Yazılan şey onun umurunda bile değildi. O kafasındaki düşmanlığın körüklemesiyle, kalbindeki fesadın çekmesiyle ve içindeki fitnenin tahrikiyle yaptığı eylem sonucunda karşı tarafa verdiği zararın ve can telefinin hesabını verecektir. Ona bu sorulacaktır.
Çünkü Cenâb-ı Hak sebepleri tayin etmiştir; ama sebeplerin ihmalkâr davranma, suç işleme, tenbellik yapma, ihtirasını tatmin etme, düşmanlık yapma, tuzağa düşürme, fitne çıkarma, fesatta bulunma... vs. gibi olumsuz davranışlarda bulunmalarına izin vermemiş, rıza göstermemiş, yasaklamış, haram kılmıştır. Ölümlerin sebeplere bakan yüzünde işte bu suçlar ve kusurlar bulunmaktadır.
Demek, olayların içyüzlerinin Allah’ın tasarrufunda oluşu, dışyüzdeki bizleri sorumluluktan kurtarmaz. Biz olaylara iç yüzden bakamayız. Biz yaptıklarımıza, ettiklerimize, işlediklerimize, ihmalkârlıklarımıza, yani amellerimize ve davranışlarımıza bakarız.
Biz amelimizden sorumluyuz. Biz bir yaşlı kadını ihmalkârlığımız sebebiyle ölüme terk ettik mi, etmedik mi? Biz düşmanlığımız sebebiyle elimize silâhı alıp suçsuz adamı öldürdük mü, öldürmedik mi? Biz, meselâ, para kazanma hırsıyla, yanlış tedavi uygulayarak bir günahsızı sakat bıraktık mı, bırakmadık mı?
Biz elimizle işlediklerimizden sorumluyuz. Karşı taraf için ecelin gelmiş olması bizi sorumluluktan kurtarmaz. Veya “Önceden sadaka vermiş olsaydı, bu onun ölümünü geciktirecekti, en azından şimdi benim darbemle ölmeyecekti” diyemeyiz. Onun sadaka verip vermemesi, başını örtüp örtmemesi kendi ameliydi. Biz doktor idiysek görevimizi yapmalıydık. Yaptığımız kabalığın ve insanlık dışı davranışın hesabını Allah bizden elbet soracaktır.
Biz, öldürme kastıyla vurmaktan, öldürme niyetiyle hareket etmekten, görevimizi yapmamaktan, yanlış davranışımızdan, kabalığımızdan, hainliğimizden sorumluluyuz.
Öldürme kastıyla tetiği sıktığımız halde, adam ölmemişse, bu Allah’ın bizi katil olmaktan, onu da maktul olmaktan kurtardığını; yani Allah’ın her ikimizi de bağışladığını gösterir. Ecelin gelip gelmediğine biz hükmedemeyiz; onu Allah bilir. Onun ecelinin çetelesini biz tutuyor değiliz. Sadece bizi büyük bir cürüm işlemekten Allah kurtarmıştır. Görevimiz; şeytanî ihtirasımızla kötülük yapmaya fırsat vermeyen Allah’a şükretmektir.
Ama Allah dilerse bağışlar. Dilerse ölüm niyetiyle saldırımızı sonuçsuz bırakır. Dilerse bizi büyük günah işlemekten alı koyar. Bunları dilemek zorunda değildir. Bu durumda biz, tetiği sıkmaktaki niyetimizle yargılanırız. Mahşerde bize bu niyetin ve bu niyete bağlı davranışın sebep olduğu zararın, kötülüğün, haksızlığın, telefin, zulmün, insanlık dışılığın ve vahşetin hesabı sorulur.
Dipnotlar: 1- Mülk Sûresi, 67/2. 2- Mektûbât, s. 13
3- Sözler, s. 431
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Başörtüsü yasak; kibritler imha edilsin |
|
Anayasa Mahkemesi heyetinin "üniversitelerde başörtüsü"nü yasaklar mahiyetteki kararının gerekçesi, çeşitli mahfillerde tartışılmaya devam ediyor.
Hukuk uzmanlarına göre, bu karar, sadece evrensel hukuk prensiplerine değil, aynı zamanda mevcut nizama da aykırıdır. Özellikle, bu mahkeme üyelerinin kendilerini yasama yetkisine sahip olan Meclis'in de üstünde görmeleri ve bir kànun maddesini sadece şekil yönünden inceleme yetkisine sahip iken, tutup bu kànun metnini esastan incelemeye alması gibi hususlar, Tükiye ve dünya hukuk çevrelerinin şiddetli tepkisini çekti.
Öte yandan, söz konusu red kararının gerekçesinde, üniversitelerde başörtüsünün serbest olması halinde, öğrenciler arasında ayrımcılık çıkmasının ve başı açık olanlar üzerinde bir baskı oluşturulmasının muhtemel olduğu yönündeki mülâhazalar, pozitif hukuk savunucuları bir yana, hemen bütün ilim ehlini hayret ve taaccüp içinde bıraktı.
Bu noktada öne çıkan ortak fikir şudur: Hukuk normları somut gerekçelere ve müşahhas dellillere dayanır. Kànunlar ve bilhassa cezaî hükümler, ihtimaller üzerine asla bina edilemez. Pozitif hukukta, vehimlerin, faraziyelerin yeri yoktur ve olamaz. İhtimal hesapları yaparak, insanların hak ve özgürlükleri kısıtlanamaz. Vesaire...
1935 Eskişehir Mahkemesi
Anayasa Mahkemesinin varsayıma dayalı bu gerekçeli kararı, bize Bediüzzaman Hazretlerinin 1935'te irtica ve asayişi ihlâl isnadıyla yargılanmış olduğu Eskişehir Mahkemesinde yapmış olduğu müdafaasını hatırlattı.
O mahkemede, Said Nursî’nin siyasî şeylerle meşgul olmadığı tahakkuk etmiş, sadece tesettüre dair bir âyet–i kerîmeyi tefsir eden bir risâlesinden dolayı—o da "kanaat–ı vicdaniye" ile denilerek—on bir aylık ceza verilmişti. Ne var ki, bir âyetin tefsirinden dolayı bir müfessiri cezalandırmak, dünyanın hiçbir mahkemesinde görülmüş değildi.
Üstad Bediüzzaman, kendisine "irtica" ve "asayişi ihlâl" gibi gerekçelerle ceza verilmesinin "büyük bir adlî hata" olduğunu ifade ile şu müdafaayı yapar:
"Ey heyet–i hâkime!
"Dârü’l–Hikmeti’l–İslâmiyede bulunduğum zaman, tesettür âyeti aleyhinde Avrupa’dan gelen îtiraza karşı bir cevap yazmıştım. ...Sonra Yirmi Dördüncü Lem’ a ismini alan Tesettür Risâlesi, ilerideki kànunlara temas etmemek için, onu setrettim. Her nasılsa, yanlışlıkla bir yere gönderilmiş. Hem o risâle, medeniyetin, Kur’ân’ın âyetine ettiği îtiraza karşı, müskit ve ilmî bir cevaptır. Bu hürriyet–i ilmiye, cumhuriyet zamanında elbette kayıt altına alınamaz." (Tarihçe–i Hayat, 196.)
...............................................
"Ey heyet–i hâkime!
"İrtica fıkriyle dîni alet edip, emniyet–i umûmiyeyi ihlâl edebilecek bir teşebbüs niyeti olduğu ihbar edilmiş.
"Elcevap: Evvela, imkânat başkadır, vukuat başkadır. Herbir fert, çok adamları öldürebilmesi mümkündür. Bu imkân–ı katil cihetiyle mahkemeye verilir mi? Herbir kibrit, bir haneyi yakması mümkündür. Bu yangın imkânıyla kibritler imha edilir mi? (Age, s. s. 193)
* * *
Evet, aradan bunca zaman geçmiş olmasına rağmen, mâlum zihniyetin pek değişmediği açıkça anlaşılıyor.
1935'lerde vehim ve ihtimal hesaplarına dayanarak insanların temel hak ve özgürlüklerini kısıtlayan anlayış, o kuruntulardan hâlâ kurtulabilmiş değil.
Evet, ortada son derece komik ve gayr–ı ciddî bir durum var. Bu komikliğin tarifini şu soru cümlesiyle de yapmak mümkün: Başörtüsü, ileride başkasına bir baskı unsuru olarak kullanılabilir gerekçesiyle yasaklanıyorsa, acaba çakmak ve kibritlerin de "birçok ev ve ormanı yakabilir" gerekçesiyle imha edilmesi gerekmez mi?
Tarihin yorumu 24 Ekim 1945
Birleşmiş Milletlerin kuruluşu
Dünya çapındaki en büyük organizasyon olan Birleşmiş Milletler Teşkilâtı 24 Ekim 1945'te New York'ta (ABD) kuruldu.
Teşkilâtın kuruluş maksadı, savaşları önlemek, dünya barışını sağlamak, can ve mal güvenliğini korumak, toplumlar arasında ekonomik, sosyal ve kültürel münasebetleri geliştirmek.
Ayrıca, bu münasebetlerin sağlanmasında, kuvvet kullanılmasını da yasaklayan BM, aksine davrananlara karşı müşterek bir kuvvet teşkil edilmesini ve gerektiği anda orantılı bir güç kullanılmasını da kabul etti.
BM teşkilâtı, kendi bünyesinde çeşitli birimler (Güvenlik Konseyi, Adalet Divanı, Ekonomik ve Sosyal Konsey gibi...) ihdas etti. Zaman içinde birimleri sayısı çoğaldıkça çoğaldı.
Türkiye'nin de dahil olduğu kurucu üyelerin sayısı 51 iken, bugün itibariyle üye ülkelerin sayısı 190'ı geçmiş bulunuyor.
24.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Global kriz, Batı medeniyetinin çöküşünün ayak sesi mi? |
|
Aslında ABD, maddî bakımdan da yıkılmanın eşiğinde. Bu konuda birçok belirtiler var. Bunları biz iddiâ ediyor değiliz. Bizzat Batılı gözlemci ve araştırmacılar tarafından da ilân ediliyor. ABD’nin yıllarca gözü ve sesi olan gazeteci Alfred Balk’ın, The Myth Of American Eclipse isimli kitabından bir pasaj alalım:
“Çöküşten söz edilecekse, bu ABD’nin ekonomik performansında, ya da uluslar arası statüsünde değil, kendi millî değerlerinde, yaklaşımlarında, kaynaklarını tahsisinde ve kültüründe. Tarihimizin en zengin ve güvenlik içinde olduğumuz noktasındayız. Ama buna karşılık millet olarak hayat kalitemizde bir düşüş gözleniyor. Çöküş sendromumuzun kökleri de burada yatıyor.
“Giderek yaygınlaşan evsizlik, kötü beslenme ve alt sınıfların yabancılaşması, uyuşturucu kültürümüz, iflâs etmiş infaz sistemimiz, bütün şehirlerimizi egemenliği altına alan şiddet bu çöküşün en belirgin dışa vurumları. Son 20 yıl içinde otoyollara, köprülere ve kitle taşımacılığına tahsis edilen ödenekler yüzde 75 azaldı. Her dört köprüden biri tehlikeli sayılıyor, 45 bin köprü onarılmadığı için kapalı. Mevcut otoyol sistemimizin üçte ikisinin rehabilitasyona ihtiyacı var. Üç bin baraj, yerleşim bölgesi içinde kalmasından dolayı çevresine tehlike saçıyor.
“Sorunlar yalnızca altyapıda da değil. Nüfusumuzun yüzde 10’u, yani 20 milyon kişi okuma yazma bilmiyor. Gençlerimizin dörtte biri lise öğrenimini bile tamamlamış değil. Bütün bu tablo gözönüne alındığında bizim de Sovyetler ve Doğu Bloku ülkeleri gibi perestroika’ya ihtiyacımız var.”
Balk’tan sonra, ABD’nin en parlak ekonomistlerinden sayılan, düşünce, görüş ve tesbitlerini The Age Of Diminished Expectations adlı kitabına alan Paul Krugman’a kulak verelim:
“Amerikan ekonomisinin beklenen ölçüde iyi gitmediği bir gerçek... Aradan geçen yıllar içinde bir avuç Amerikalı daha önce görülmemiş ölçüde bir zenginliğe kavuşurken, ülkede yoksulluk çok daha yaygın ve ciddî boyutlara ulaştı. Bu arada, sürekli hâle gelen ticaret açığı ABD’nin dünya ekonomisindeki nisbî düşüşünü de hızlandırdı. Öyle ki, ABD’nin 90’lı yılların sonunda ekonomik güç yönünden üçüncü sıraya düşmesi tehlikesi belirdi.”
Temsilciler Meclisi Üyesi Stephen Solarz’ın tesbitleri de hiç yabana atılacak cinsten değil:
“Soğuk savaşın sona ermiş olması bundan sonra ülkemizin can alıcı çıkarlarına yönelik bir tehditle karşılaşmayacağımız anlamına gelmiyor. Basitçe ortaya koymak gerekirse, 21. yüzyılda ulusal güvenliğimize karşı en önemli tehdit Japonya, Almanya ve yakında bir bütün haline gelmiş olacak olan Avrupa ile hızla sanayileşen doğu Asya ülkelerinin girişeceği ekonomik rekabet olacak.
“Bu meydan okuma bugün bile sonuçlarını ortaya koydu. 100 milyar doları geçen ticarî açığı izah etmenin başka bir yolu yok. Hayat standardımız hâlâ 1973 yılı seviyesinde. 1980’den beri üçe katlanan federal borçlarımız yine bu durumun göstergesi. Kısa bir zaman önce dünyanın en büyük kreditörü konumundaki ABD, bugün dünyanın en büyük borçlusu.
“Bu makroekonomik trendler kimi tehlikeli ve üzücü toplumsal gelişmelerin de yansımaları. ABD’de her beş çocuktan biri yoksulluk sınırının altındaki şartlarda yetişiyor. Yeni doğan her bin bebekten 10’u ölüyor.”
24.10.2008
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Başörtüsünde çözüm |
|
Anayasa Mahkemesinin, başörtüsü yasağını üniversitelerle sınırlı olarak kaldırmayı öngören ve Mecliste 411 oyla kabul edilen anayasa değişikliklerini iptal kararının gerekçesinde, başörtüsünün kamuda ve eğitim kurumlarında niye yasak olması gerektiğini savunmaya çalışan tutarsız mantığın sıraladığı dayanaklar açısından yeni birşey yok.Bir kez daha alevlenen yetki tartışmasında da.
Bu konular şimdiye kadar defalarca tartışıldı.
1989’da Özal’ın yasağı yine üniversitelerle sınırlı olarak kaldırma düşüncesiyle çıkardığı kanunun, Evren tarafından Anayasa Mahkemesine açılan dâvâda iptaliyle başlayan sıkıntılı sürecin yirminci yılına girerken içinde bulunduğumuz durum, bu konuda bir arpa boyu dahi mesafe alamadığımızı bir defa daha gösteriyor.
Anayasa Mahkemesinin yasaktan yana olan üyeleri, başörtüsünü laikliğe, çağdaşlığa, Atatürkçülüğe aykırı sayan görüşlerinde hâlâ ısrarlı.
Başörtüsünün üniversitede serbest bırakılması halinde baskı aracına dönüşebileceği, bunun sonuçlarının kamu düzenini bozabileceği ve en nihayetinde herkesin eşit eğitim hakkından yararlanmasını engelleyebileceği iddiasında da.
Başkan Kılıç’la birlikte karara muhalif kalan üye Sacit Adalı’nın, “Bir türlü gelmeyen, ne zaman geleceği belli de olmayan, ama devamlı tekrarlayarak, üsteleyerek, taze tutularak hemen geleceği vehmedilen mücerret ve mevhum bir tehlike uğruna müşahhas bir eğitim hakkının gasbına göz yumuluyor” eleştirisine rağmen...
Dediğimiz gibi, bu tartışmada yeni birşey yok.
Öte yandan, “Anayasa Mahkemesi yetkisini aştı, anayasa değişikliklerinde esasa giremez, kendisini Meclisin üstünde göremez” tartışması da sürüyor; ama bu işi temelden çözecek köklü bir anayasa reformu yapılamadığı ve bu reform için gerekli zihniyet değişimini hızlandıracak kamuoyu desteği oluşturulamadığı sürece, bu tartışmalarla bir yere varılması mümkün değil.
Aynı şekilde, Atatürk milliyetçiliği gibi hukukî tarifi bulunmayan ideolojik kavramları ve “hiçbir faaliyetin Atatürkçülük karşısında korunma göremeyeceği”ni ilân eden totaliter yaklaşımları “değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif dahi edilemez” sayan ilkel dayatma aşılıp bertaraf edilemediği müddetçe de birşey yapılamaz.
Eğer tartışmaların aynı içerik ve söylemlerle defaatle tekrarlanması, bu durumun ötesinde söz konusu gerçeklerin fark edilmesine yardımcı olacaksa fayda getirebilir, yoksa işe yaramaz.
Bunları ifade ettikten sonra, Anayasa Mahkemesinin son kararının bazı kritik nüans ve değişiklikleri içerdiğine de dikkat çekmek gerekiyor.
Bunlardan biri, başörtüsü takmanın “bireysel bir tercih ve özgürlük kullanımı” olarak nitelenmesi; bir diğeri, sorunun kronik hale geldiğinin kabulü; bir başkası da çözüm bahsinde demokratik barış ve uzlaşı yönteminden söz edilmesi.
Konuyla ilgili olarak iki partinin oylarıyla anayasada değişiklik yapılmasını “istismar” olarak niteleyen kararda, “Her bir toplumsal sorunun istismarı, bu sorunun çözülmesi imkânlarını ortadan kaldırmak suretiyle toplumsal çatışmaların derinleşmesine ve demokratik süreçlerin işlevsizleştirilmesine yol açabilir” deniliyor.
Buradan hareketle şu sonuçlara varmak her halde yanlış olmasa gerek: Başörtüsü yasağı bir toplumsal sorun haline gelmiştir. Yasakla da, anayasa ve yasa değişikliğiyle de, yargı kararlarıyla da çözülemez. Çözüm, toplumsal zeminde sağlanacak demokratik barış ve mutabakatta.
AYM’nin öncekiler gibi son kararı da böyle bir uzlaşmaya engel olamaz. Yeter ki, bu kararı da “son nokta” olarak niteleyip yasağın devamına gerekçe gösteren bağnazlığa itibar edilmesin.
Nizalı bir konuyu taraflar mahkemeye götürmeden kendi aralarında uzlaşarak da çözebilirler. Ve çözdükleri takdirde mahkeme “Niye bana getirmeyip de kendiniz hallettiniz?” demez.
Bu durum başörtüsü için de geçerli değil mi?
24.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|