|
|
Hakan YALMAN |
BÜYÜK PATLAMA NEDEN BÜYÜKTÜR? |
|
Bu sorusunun mânâ-i harfi ile bakış açısından cevabında, kâinatta yaşanmış bütün muhabbetlerin ilk atomda sıkıştırılmış olmasındandır diyebiliriz.
Varlık diğer bir boyuttan ele alındığında da sonsuz cemalin, en üst dizeydeki kemalin müştak seyircileri ile buluşmak şeklindeki mukaddes meylinden kaynaklanıyor olmalıdır. Bu anlamda kâinat denen şiir aslında ilâhî bir tenezzül ve bütün kalpler ve sevebilme potansiyeli olan her varlık ile sevginin asıl kaynağı olan mukaddes muhabbet arasında bir köprü konumundadır. Bir rivayete göre büyük bir patlama ya da yokluğun dayanılmaz boşluğunu kâinatı titreştiren bir avaz ile dolduran varlık, yaratılanlar ile Yaratan arasında kurulan ilk köprü şeklinde kabul edilebilir. Sonra o mukaddes muhabbet bütün âleme dağılmış, elektron ve proton arasındaki çekim kuvvetine, toprağın yağmura hasretine, bülbülün güle muhabbetine, sevgililer arası aşkın şiddetine zemin olmuştur. Bütün cazibeler ve kuvvetler aslında o mukaddes muhabbete yönelik köprüler ruhun asıl vatanına yönelik seyahatinde önüne çıkan azgın nehirleri aşmak ve derin uçurumları atlamak cehdi içindeki kavuşma arayışlarının tezahürleridir. Bu yönü ile varlık abd ile Mabut arsındaki ilk köprü olarak kabul edilmelidir. Mülk her idrak sahibini melekûtî âlemlere taşıyan bir berzah olarak algılandığında kavuşmanın ilk adımı da atılmış olur.
Varlık insanı Rabbi’ne ulaştıran bir köprü konumunda olduğu ölçüde gerçek anlamını bulmuş ve insanın âleminde gerçek açılımını bulmuş olur. Yani anlamlı hale gelir. Bu da eşyanın özünden kalplere yansıyan muhabbetin karşılığını bulması ve fert ve kâinat arasında duygu ilişkisinin başlaması anlamına gelir. Bu konum kişiyi fıtrî boyutuna taşıyan ve kâinat şiirinin bir satırı haline getiren konumdur. Kalplerin mutmain olduğu konumdur.
Her şeyin aslı ve her varlığın özü mânâlar âleminde olmalıdır. Bu yönü ile kul ya da idrak ile muhatap olacak şekilde yaratılmışlar açısından eşyanın hakikati olan esmanın idraki mânâ âleminde olmalıdır. Yani hayat, mânâya yönelik bir süreç ve idrakin bir basamağı olarak algılandığı ölçüde gerçek anlamını bulabilir. Varlığın karanlık dehlizlerinden Ezeli Güneş’in nuru ile ısınan ve aydınlanan âlemlere kavuşturan bir köprü olur. Aslında her yaratılanın aslî vazifesi bu köprülük mânâsı ve mülkteki yansımasından melekûtî âlemlere bir yol olmak, abd ve Rabb arasında bir köprü kurmaktır.
Varlık ve kâinat bir kitap olarak kabul edildiğinde onu okumanın birinci basamağında ilmin yer aldığını kabul etmek gerekir. İlim kitabın mânâsına ulaştıracak bir köprü şeklinde ele alındığında bütün eğitim ve ilim elde etme gayretleri de eşyanın hakikatine keşif yolculuğu anlamına gelecektir. Ancak, bu noktada ilmin bu boyutunu ortaya koyacak ve ferdin dünya ile irtibatını düzene sokmaya çalışan bir ilim tanımından ziyade ferdini kendini ve âlemini tanımladıktan sonra o zeminde eşyadan esmaya giden yolun köprüsü kurulmalıdır. Bu da ferdin dünyasından ve hayatla irtibatından ilme doğru bir köprü kurulması ile mümkün olur. İlmin köprü olabilmesi için doğru ilim algısına kavuşmak, yani oraya bir köprü kurmak gerekmektedir.
Varlığın genelinde ortaya konan doğru ilim algısı bütün detaylara da yansıdığında yani teorik olarak bilinenlerin pratik hayatın her anına yansıtılması durumunda ilim hakikate ulaştıran sağlam bir köprü olabilir. Bu anlamda hayatın her anı, karşılaşılan her durum fert ve varlık ya da o varlığın müekkel meleği ile bir irfan meclisi gibidir. Bu meclisteki meşveretin neticesi her denk üzerindeki mührü görebilmek ve oradan hakikate bir yol bulabilmektir. Hayatın en kısa zaman diliminde ve en küçük olayında bunun gerekliliğine bir ihtiyaç hasıl olması ferdin dünyasından o mânâya bir köprü yani irfana bir köprü gereklidir ki kesrette boğulmasın ve hayatının her anının anlamlı kılacak bir varlık algısının duâsı içine girebilsin. Tahkik ehli olmaya namzet ve karşısına çıkan en küçük hadisenin de Sani-i Zülkemal tarafından çizilen bir tablo olduğunu idrak edebilsin. Bu yönü ile irfana köprü olmak tahkiki bir imana köprü olmak ve varlık kitabını harf harf kelime kelime okuyacak bir idrak düzeyine kavuşmak ve kavuşturmak için bir duâ olmalıdır. Bu varlığın kıymetini bilmek ve en küçük anını ve tek zerresini dahi idraksizlik ve iz’ansızlık ile zayi etmemek arayışıdır.
Bu ölçüde kıymeti bilinen bir varlık ile doğru ilişkiler içinde olmak ve Kâinat Sultanı’nın varlığın işleyişindeki tarzını doğru okuyup ona muhatabiyetini de sünnetullah denen bu kurallar çerçevesinde belirlemiş olmak yine kâinatın kitap olarak okunması ve fiillerin bir duâ olarak algılanmasının neticesinde olacaktır. Kur’ân medeniyeti böyle bir algının ve varlığa bu algı çerçevesinde bakarak onunla doğru ilişkiler kurmanın neticesinde olacak gibidir. Kalplerde olan bu imardan toplumların ıslâhına ve imarına yönelik fiili duâ mânâsı fertlerin aleminde şekillendiğinde medeni ve medeni olduğu ölçüde Rabb-ı Kerim’e yakınlaşmış fertler ve toplumlar hedeftir. Bu durum için ve toplumların Kur’ân ile irtibatlı şekilde medenileşmesi ve imarı için umrana bir yol bulmak o alana bir köprü kurmak gerekli olacaktır. Aklın nuru ve vicdanın ziyası şeklinde iki sağlam ayak üzerine sağlam olarak oturtulması gereken bu köprü ancak Ku’rânî ölçüler ve varlığa mânâ-i harfi ile bakan bir planın sonucunda inşa edilebilir. Geleceğin refah ve huzur dolu toplumları, baş döndüren teknolojik gelişmelerin doğru algılanıp aslî mânâları ile irtibatlandırıldığı tevhid nazarı ile ele alınması durumunda ancak gerçek huzur ve iki cihanda mutluluğun kaynağı olabilirler. Aksi takdirde ruh âlemlerinde teknoloji enkazı ve modernlik ya da yanlış algılanmış medeniyet kurbanı fertler cemiyetin her tarafını saracaktır. Varlığın her türlü güzelliğinden vahyin çizdiği sınırlar içinde faydalanan, eşyanın ve nefsinin esaretinden kurtulmuş fikri, vicdanı ve irfanı hür fertler ve bu fertlerin oluşturduğu toplumlar umranın cisimleşmiş tanımı olacaktır. Bu anlamda dünyanın geleceği ve önümüzdeki nesillerin huzur ve barışı umrana kurulacak sağlam köprülerle sağlanabilir. Bu hem ferdin şahsi âleminde, hem de toplum genelinde huzur dolu bir hayatın temel şartı gibidir.
Evet Büyük Patlama sonsuz muhabbetin açığa çıkış ve varlık şeklinde ifade ediliş anı olmasından dolayı ve sonsuz cemal ve kemalin varlıklar şeklinde açığa çıkış anı olmasından dolayı büyüktür.
20.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Nimetullah AKAY |
Gerçeğin peşinde olmak |
|
Bir hanım. Kırk yaşlarında. Kitabevinin içine girdi ve orada bekleyenlere “Kitaplara bakabilir miyim?” dedi. Zaten o kitaplar bakılıp, okunmak içindi. Zaten o oturanlar, birilerinin içeri girip de kitaplara bakması için beklemekteydiler. Çünkü oradaki kitaplar, çağımızın mânevî hastalıklarının etkili ilâcıydı. Orası bir hizmet mekânıydı. Bir boşluk içinde kıvranan, manevîyattan nasipsiz olan ve maddenin kendilerini mutlu etmediği insanlar oraya beklenmekteydi. Gelsinler ve şu iman ve Kur’ân hakikatlerinden istifade etsinler diye bekleniyordu orada. Orası adeta manevî hastalıkların tedavi edildiği bir eczahane idi. Orada asrımızın mânevî yaralarını en iyi bir şekilde tedavi eden Kur’ân tefsiri Risâle-i Nurlar bulunmaktaydı. Ve orada imana muhtaç gönüller gözlenmekteydi...
İşte o orta yaşlı kadın bu kitabevine girmişti. Büyük bir arayış içinde olanların ruh haliyle kitapları incelemeye başlamıştı. Oturanlar sonucun nereye varacağını merak ediyorlardı. Zira oraya değişik insanlar gelmekte, bazıları nasiplerini almakta, bazıları da sadece bir süre kitaplara bakmakla yetinmekte idi.
Bu fitne asrında her ehl-i iman bir şeyler yapmalıydı. İnsanların, bilhassa gençlerin kurtulması için, şuurlu her mü’min bir şeyler yapma ihtiyacını duymaktadır bu asırda. O arayış içinde bulunan kadının girdiği kitabevinin de açılması bunun içindi.
Bir genç, bir orta yaşlı veya bir yaşlı insan gelip de oradan imanını kurtaracak bir eser alıp götürse, o iman hakikatlerinin bir nev’î dellâllığını yapanlar, Allah rızası için bir şey yapmanın hazzını yaşamaya başlıyorlardı. İşte asrın cihadı buydu. Kendi nefsini ıslâh ettikten, kendini zamanın fitnesinden kurtarmaya çalışma azmi içine girmekten sonra, insanların da kurtulması için çalışmak büyük bir zevk kaynağıydı. Bu manevî zevki yaşamak elbette dünyada cenneti yaşamak gibi bir şey idi.
Kadın biraz kitapları inceledikten sonra “Ben kapanmak ve dinime sarılmak istiyorum, ama bir türlü başarılı olamıyorum. Bana hangi kitapları tavsiye edersiniz?” demişti o kitabevinde oturanlara. Arzulanan olmuş, bir insana doğru yolu göstermenin imkânı doğmuştu. Keşke bu tip insanlar sıkça bu iman ve Kur’ân ziyafetine iştirak etseydi. İman nurunun arayışı içinde olanlar hep böyle soru sorsalardı. Rabbim ne güzel bir duyguydu o. İnsanlara Allah’a giden yolları karınca kararınca öğretme imkânını elde etmek ne büyük bir lütuftu.
Rabbim, elbette sevdiği kuluna kendisini anlatma imkânını bahşetmektedir. Yoksa kimin haddine... Bir insan kendi gücüyle böyle büyük bir işi nasıl başarabilir? Kâinatın Rabbini anlatmak, Rabb-i Rahime giden yolu mütehayyirlere göstermek, zamanın imanî ilâçlarının reçetesini muhtaçların eline vermek bir insanın varabileceği en yüksek mertebedir elbette. Çünkü böylece İlâhî rızaya vasıl olunur, insan insan olmanın gereğini yerine getirmiş olur.
Dünyanın hangi makam ve mansıbı Allah’ın rızasının zerresine bile üstün gelebilir? İhlâsla, yani sadece Allah’ın rızası gözetilerek yapılan küçük bir harekete, dünya hayatına yönelik hangi büyük iş ağır gelebilir? Dünyanın ağırlığınca yapılan işler bile, O’nu tanımanın ve O’nun için hareket etmenin ağırlığına denk gelemez, bu ağırlıkların yanında dünyevî işlerin esamesi bile okunamaz, değil mi? Bunun aksini hangi fani iddiâ edebilir?
Ölümün öldürülmediği bir dünyada hangi büyük bir işten bahsedebiliriz ki? Ölüm düşünülmeden, ölümden sonraki hayat baz alınmadan dünyanın hiçbir işine değer kazandıramazsınız elbette. En büyük yükselmelere Rabbü’l-âlemînin dergâhından geçilir. O kapıdan başka bütün kapıların arkasında karanlıklar vardır. O dergâhtan başka bütün dergâhlardan eller boş dönülür. Ümit sadece O’nun kapısında vardır. Ümit, ancak O’nun Habibinin (asm) yolundan gitmekle, O’nun Kitabını okumakla elde edilebilir.
Ey nefsim ve ey nefisler, ey insan olarak yaratılanlar daha ne bekliyorsunuz? Fena ve fanilerin kınamasından neden korkuyorsunuz? Hâlık bize kendisine yönelmek için bir irade vermiştir. Sakın “yapamıyorum” demeyelim. Şeytanlara yoldaşlığı seçmeyelim. Bir an önce Rabbimizin bize vermiş olduğu güzellikleri O’nun rızası yolunda kullanalım. Değerlerimizi şeytanların şerrinden muhafaza etmek için daha ne bekliyoruz?
20.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Güz mevsimini Avrupa'da ve bilhassa Orta Kuzey'de idrak edemeyenler, aşağıdaki tabloları mübalâğa zannedebilirler. Güzelliğin, cemalin zirvesinde insanı yakaladığı anlar, hayatımızda fazla değildir. Bazan dışımızdaki güzellikleri görmemizi, içimizdeki hüzünler de perdeler. Avrupa'nın, bilhassa Almanya'nın; duyguları uyanık her insanı güzelliğiyle sarıp sarmalayan bu mevsimini kelimeler tasvirde âciz kaldığı gibi, görüntülerin de ifade edemeyeceğini zannediyorum.
Garip Peygamber Zekeriya'nın hikâyesini Kur’ân’da okuyanlar henüz sûrenin başında edebî zevkin zirvesindeki ifadelerle karşılaşırlar: “Hani o gizlice Rabbine niyaz etmişti. Demişti ki: Ey Rabbim, artık benim kemiklerim yıprandı. Başım ihtiyarlıkla tutuşup saçlarım aklandı. Sana ettiğim duâlarımda da, ey Rabbim, ben hiç mahrum kalmadım.” (Meryem: 3-4) Kur'ân'ı dinleyenlerin belki de en fazla ulvî hüzünlere büründüğü sûredir Meryem. Bediüzzaman Hazret.leri bu bediî hüznü coşturan âyetleri “İhtiyarlar Lem'ası” olarak isimlendirdiği 28. Lem'a'nın başında zikreder.
Çeyrek asrı aşkındır garbın bu gurbetinde yakalandığım güz güzelliğinde, âyetteki “tutuşma” kelimesi, iç âlemimi mütemadiyen dalgalandırır. Halk arasında daha ziyade menfî ruh hallerini çağrıştıran bu kelimenin, hem âyette geçen ve hem de onun tefsiri olan 26. Lem'a'nın ricalarında büründükleri mânâların ruhlarımızda oluşturdukları manzaralar, serapa müsbet, ulvî ve estetiğin en bâlâsında dalgalanır.
Yeşil Avrupa'nın yeşili de güzeldir. İnsanların rakamlarla tefrik edemeyeceği kadar farklı tonlarda… İşte bu milyonları aşan tonların sonbahar mevsiminde her gün cazip yeni bir renge, daha ziyade açık renklere; leylak, turuncu, sarı ve kahvenin yüzlerce tonlarına doğru değişmeye başlaması; güneşin en şahane, garib ve cazip gurublarını unutturacak derecededir. Medeniyetin yardımıyla dünyanın yedi kıt'asından bu diyarlara koşup gelmiş ağaçların bu mevsimdeki manzarasını daha ziyade; sandığında milyonlarca farklı giysileri olan dünya güzelinin her sabah yeni bir elbise ile hayranlarına görünmesine benzetmek belki daha uygun olur.
Tutuşma kelimesini acaba nurlanma olarak da anlayabilir miyiz? Gençliğin ve kemalin hay u huyundan sıyrılmış, Rabbine yönelmiş, ibadetlerin hazzıyla simasına beşûşiyet gelmiş, tevekkülün süslediği tebessümle beyaz saçlara bürünmüş bir insan için “nurlanmış” dememiz daha yerinde olur. Hz. Zekeriya’nın (a.s.) şahsında insanlığın bu nurlu mevsimini tasvir eden âyetin İhtiyarlar Risâlelerindeki ricaların ikinci kısımlarındaki mânâları da bu nurlu mevsimi anlatır.
Kâinatın ve dünyamızın küçültülmüş nümunesi insandaki bu tutuşmayı kâinat kitabının şu güz sayfalarında seyretmenin hazzını yalnızca Müslümanlar idrak etmiyorlar. Bahçesindeki ağaç ve çiçeklerle meşgul Hıristiyan Almanla bu hususu konuştuğumda; en çok hoşlandığı mevsimin sonbahar olduğunu, zira o mevsimin kendisine çok dersler verdiğini söylemişti. Tekrar dirileceğini ve kendisini bekleyen yeni hayatları, en mahzun olduğu zamanda ve yaşta haber veren güz mevsimini çok sevmişti.
Tutuşmayı bu mevsimde bilhassa ormanlarda seyre çıkanlar, bu kelimenin hangi bediî duyguları harekete geçirdiğini daha iyi bilirler. Tutuşmayı tutuşarak seyretmek, ağacın tepesinden şakaklarına inen bu nuranî hareketi onlarla iç içe yaşamak Almanya'da daha kolay. Gövdeye yakın ense ve kulak çevrelerindeki siyahlığı ağacın yeşiliyle iç içe görmenin, hüzünden ziyade, nurlanmanın neticesi olan sevince daha yakın olacağını düşünüyorum.
Güneşin batışına yakın coğrafyalarda yaşamaya hiç özenmedim. Şarkın çocuğu olarak bakışlarım hep orient’e takılı kaldı. Fakat Abendland'daki güzellikleri keşfetmeden de olmuyor. Güzel ve yeşil kıt'anın, şu bahar mevsiminde nasıl tutuştuğunu sizinle birlikte seyretmek istedim. Yaprağın daldan firakını, yeni bir vuslata kanat çırpması olarak da okuyamaz mıyız?
Gençliğin serbazlığından kemalin durgunluğuna ve oradan da ihtiyarlığın nuranî tevazuuna yönelen insanlar da toprağa doğru eğilmiyorlar mı? Tutuşmuş iki bedendeki rengârenk değişim size de “nurbahar”ı hatırlatmıyor mu? Birileri Almanya'daki tabiatın nurbaharla ne alâkası var, diyebilir. Fakat Mesih'in nefesini, güneşin guruptan doğuşunu ve o dehşetli doğumun bu coğrafyalardaki çözümünü hiçbir zaman unutmamak gerekiyor. Öyle ise mevsiminiz Nurbahar olsun!
20.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Vahdetü'l-Vücud mesleği üzerine |
|
Enver Şahin: “Vahdetü’l-vücud (yüksek tasavvuf) ilmini yaşayanlar, anlatanlar (Muhyiddin-i Arabî, Sadreddin-i Konevî, Hallac-ı Mansur, vd.) gibi büyükler yüksek veliler olduklarına göre ilimleri mutlaka vehbî olmalıdır. Hz. Üstadımız gibi. O halde Üstad onların yanılgı içinde olduklarını neye göre kabul etmektedir?”
ÖNCELİKLE bir hususa açıklık getirelim: Büyük velilerin vehbî ilme mazhar oldukları gibi bir ön kabul bizi doğruya götürmez. Diğer yandan kesbî ilim evliyaya bir nakise de getirmez. Yani evliya pekâlâ kesbî ilim yapar. Fakat şart olmamakla beraber, evliya, Allah dilerse bazı ilimleri vehbî olarak da elde edebilir. Ancak bu husus, evliyanın hata yapmayacağı mânâsına gelmez. Evliya da hata yapar. Çünkü onlar da beşerdirler.
Vahdetü’l-vücud mesleği, Hallac-ı Mansur, Muhyiddin-i Arabî ve Sadreddin-i Konevî gibi az sayıda evliyanın, Allah aşkının verdiği yüksek heyecanın zevkiyle ve sevkiyle girdikleri, akla konuşma izni vermeyen, kendine özgü, zevkli bir kalp ve aşk yoludur. Aklın sustuğu, aşkın da bu sebeple meydanı boş bularak kalbe sarhoşluk verdiği bu mesleğe göre, Allah’tan başka gerçekte hiçbir varlık yoktur. Var olduğunu gördüğümüz eşya, hayalden, gölgeden ve zandan ibarettir. Gerçekte var değildir. Var olan yalnızca Allah’tır. Bu yüzden bu meslek sahipleri “Lâ mevcude illâ hu” (Allah’tan başka hiçbir şey yoktur) derler. Oysa Kur’ân, “Lâ İlâhe illa hu” (Allah’tan başka İlâh yoktur) demektedir.
Vahdetü’l-Vücut, varlıkta birlik demek olup, gerçek vücut sahibi olarak sadece Cenâb-ı Allah’ı bilmek, O’nun dışındaki diğer varlıkları Cenâb-ı Allah’ın varlığı yanında birer hayal veya gölge olarak görmeye dayanan bir tasavvuf mesleğidir. Meslek, kendi bütünlüğü ve mantığı içinde düşünüldüğünde doğru fikirlere sahiptir. Fakat kendi mantığının dışından bakıldığında, yani kendi bütünlüğü anlaşılmadığında, dalâlete ve yanlış düşüncelere kapı açabilecek tehlikeli çıkışlar ihtiva ediyor.
Bediüzzaman’a göre Vahdetü’l-Vücut mesleği her ne kadar kendi bütünlüğü içinde doğru fikirler ihtiva etse de, Kur’ân âyetlerinin açık mânâlarını incitiyor. Zira Kur’ân âyetlerine göre, yaratılmış olan mevcudat söz konusudur, mevcudat aynasında Allah’ın kudret ve iradesi ile vücut bulan nakışlar Allah’ın eserleridir. Eşyanın, Kadir-i Ezelî’nin icat, irade ve kudretiyle yarattığı bir vücudu vardır. Esma-i İlâhiyeden Hallâk, Rezzak gibi çok isimlerin mazharları vehmî ve hayalî şeyler olamaz. Madem o isimler hakikatlidirler; elbette mazharları olan varlıkların da haricî hakikatleri vardır. Varlıklar O değil, O’ndandır. Öyleyse, her şey O’ndandır. Öyleyse, her şey O değil ki, “Lâ mevcude illâ hu” (O’ndan başka varlık yoktur) denilsin. Oysa O’ndan başka, O’nun isimlerinin tecellileriyle vücuda getirdiği mevcudat vardır.
Öyleyse, Vahdetü’l-Vücut mesleğinde Kur’ân’ın açık mânâsını inciten hatalar söz konusudur. Fakat Bediüzzaman’a göre bu meslekte giden Muhyiddin-i Arabî makbul zatlardandır. Kendine mahsus bir makamı vardır. Bir harika kutuptur. Bir ferid-i devrandır. Fakat bu meselede eşyanın aynada yansıyan görüntüsü ile eşyanın gerçeğini kıyaslayıp, eşyanın başka mertebesini düşünmeyerek, “Lâ mevcude illâ hu” demiş. Bir mertebeyi nazara almış. Oysa eşyanın gerçek mertebesi Allah’ın isimlerine dayandığından, eşya hayalden ibaret değil, hakikattirler. Bundan dolayı da Muhyiddin-i Arabî’nin mesleği kendine mahsus kalmış, yayılıp geniş kitlelere hitap etmemiştir.1
Fakat ne ibret vericidir ki, bu yola girenler İslâm tarihi boyunca genelde anlaşılmamışlar; meselâ Hallac-ı Mansur gibi bir hakikat âşığı “Ene’l-Hak” (Ben Hak’kım) dediği için şirkle itham edilerek idam edilmiştir. Oysa Hallac-ı Mansur tevhid inancına şiddetli Allah aşkı penceresinden baktığı için, Allah aşkının yanında diğer varlıkların bir hiç olduğunu düşünmüştür. Muhyiddin-i Arabî’nin de Şam’da dağa çıkarak “Sizin taptığınız benim ayağımın altındadır!” diye bağırdığı, bu sebeple zamanında şirk koşmakla suçlandığı, sonradan Yavuz Sultan Selim’in Mısır’a giderken bu yeri açtırdığı ve bu yerde bol miktarda altın bulduğu, binaenaleyh Muhyiddin-i Arabî’nin insanları dünya malına meyletmekten sakındırmak istediğinin böylece ortaya çıktığı rivayet edilir.
Vahdetü’l-vücud mesleği bir aşk mesleğidir; bu meslekte mahv ve sekir vardır, yani kendini Hak önünde hiç bilmek ve bunun sarhoşluğu içinde yaşamak vardır. Bu meslekte akıl gözü bunun için kördür. Bu meslek bir felsefe mesleği değildir. Bu sebeple günümüzde felsefecilerin tevhid inancına sahip olmadan bu yola girmeleri sakıncalıdır, şirke kapı açar. Muhyiddin-i Arabî bile bu sebepten “Bizden olmayanlar bizim kitabımızı okumasınlar” demiştir. İyi bir tevhid inancı terbiyesinden geçmeyene ve âşık olmayana bu meslek zarar verir. Çünkü Allah’ın varlığı yanında varlıkları bir gölgeden ibaret gören ve yok sayan bu meslek, tevhid inancına sahip olmayanların elinde, “O’ndan başka hiçbir şey yoktur; her şey ondan ibarettir” gibi bir söylemle, varlıklar adına Allah’ı yok saymak gibi tehlikeli bir inkârcılığa kapı açabilir.
Bununla beraber, bu yola girenler Hak aşkı için girdiklerinden, Bediüzzaman Hazretlerine göre Hak katında makbuldürler; fakat keşfiyatları mizansız olduğu için, hudutları çiğnemişlerdir. Bu sebeple şahısları itibariyle yüksek ve harika birer kutup oldukları halde, tarikatları gayet kısa kalmış ve rağbet görmemiştir.2
Dipnotlar:
1- Lem’alar, 144, 145, 2- Lem’alar (yeni tarz), s. 143
20.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Mal nasıl bollaşır? |
|
Allah Resûlü (a.s.m.) arasıra Hz. Ömer’e birşeyler verirdi. O da hemen kabul etmez, kendisinden daha muhtaç olanları düşünür, onlara vermesini isterdi. Yine bir gün Resûl-i Ekrem (a.s.m.) ona bir mal verdi. Hz. Ömer yine kendisinden daha muhtaç olanlara vermesini istedi. Kâinatın Efendisi (a.s.m.) buyurdular ki: “Hırsla istemediğin sürece sana gelen malı al. Eğer içinde birşeyi elde etme hususunda aşırı istek ve hırs görürsen alma.” 1
Bu sözlere muhatap olan Hz. Ömer kendisinden çok başkalarını, özellikle ihtiyaç sahiplerini düşünürdü. Çok iyi biliyordu ki, hırs sebeb-i hasarettir, zenginlik getirmez insana. Ona göre hırslı fakirdir; hiçbir şeyle doymayacak kadar açtır. Kimsenin malına göz dikmeyen kanaatkâr insan ise her zaman zengindir. Hırslı malı olsa da fakir, hırssız malı olmasa da zengindir.
Hz. Ali ise hırslıyı hırsının öldürdüğünü söyler. Bıçak misali yerinde kullanılmayan bu duygu mahveder insanı.
Bostan ve Gülistan isimli meşhur eserlerin sahibi Sa’di zenginliğin ölçüsünü, yolunu gösterirken insanın kanaatla zenginleşeceğini, hırslının ne kadar kazansa da yine fakirlikten kurtulamayacağını, gönül zenginliğine ulaşamayacağını belirtir ve onu yuvarlanan taşa benzeterek, “O taşın üzerinde ot bitmez” der.
Hırslı gerçek anlamda zengin olamayacağı gibi mutlu da olamaz. Fenelon, hırs ve tamahı, “insanların mutlu olamamalarının tek sebebi” olarak gösterir.
Kanaatkâr insan kendisine ihsan edilen nimetlere şükretmesini bilirken hırslı şükretmesini bilmez, hayatı hep şikâyetlerle doludur. Hırsa kapılan insanlardan öyleleri vardır ki meşrû ve helâl malla yetinmez; helâli, haramı düşünmez hâle gelir. Meşrû olmayan yollara gitmekten çekinmez. Irz ve namusunu, izzet ve haysiyetini dahi fedâ etmekte tereddüt etmez. Bu gerçeğe dikkat çeken Zemahşerî, hırsın daha öte bir makas gibi insanın derisini kestiğini, ırz ve namus kumaşını parçaladığını anlatır. Hırs kirinden elbiseyi temizlemekle bütün kirlerden de temizlenmiş olunacağını söy ler. Hırsın tehlikelerinden biri de insanı mukaddesatı, birçok değerleri fedâ ettirebilecek noktalara kadar götürmüş olmasıdır. Bunun sonucunda belki bir kısım şeyler kazanılmış olur, ama kaybedilen o kadar büyüktür ki ne kazanılsa onun yanında küçük kalır. Ka’b’a, “İlmi anlayıp kafalara nakşettikten sonra onu oradan söküp çıkaran şey nedir?” diye sorduklarında, “Hırs ve tama’dır” cevabını vermiş. Fudayl’dan bunun açıklamasını istemişler. Şunları söylemiş: “Burda hırstan maksat, o hırsla mukaddesattan feragat etmek, yüce değer ve duygulardan vazgeçmektir. Hırs nefsinin her şeyi istemesi ve senin de ona boyun eğmendir.” Demek insan ne kadar hırs gösterirse göstersin gerçek zengiliğe ulamı-yor. Allah Resûlünün (a.s.m.) ifadesiyle “Gerçek zenginlik gönül zennginliğidir.”2
Dipnotlar:
1. Buharî, Zekât: 51; 2. Feyzü’l-Kadir, 2:175; Hadis no: 1609.
20.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Değişen dengeler |
|
Alınan bütün tedbirlere rağmen dikiş tutmayan global kriz, merkezden muhite doğru yayılan dalgalarıyla Türkiye'deki piyasaları da ciddî şekilde etkilemeye başladı. TÜSİAD ve TOBB gibi kuruluşların yaptığı uyarıların yanı sıra, borsa ve döviz kurlarında yaşanan şoke edici düşüş ve yükselişler, kast ettiğimiz menfî etkilenmenin en bariz işaretleridir.
Petrol fiyatıyla dolar kurunun dış piyasalarda büyük çapta değer kaybetmesine rağmen, Türkiye'de bu durumun tersine doğru işlemesi, acaba çok tuhaf bir dengesizlikle karşı karşıya bulunduğumuzu göstermiyor mu?
Bu konuda uzmanlarla sivil kuruluşlar başka, resmî ve hükümet çevreleri başka telden çalıyor. Hatta, mevcut hükümetin bazı bakanları ile başbakanın bu konudaki açıklamaları dahi birbiriyle çelişiyor.
Bakalım, aşırı kâr hırsının yüksek faizle izdivacından doğan bu krizin yıkıcı dalgaları daha ne kadar sürecek ve nerelere kadar uzanacak.
Gündemin Silivri ayağı
Uzun zamandır gündemi meşgul eden Ergenekon dâvâsına bugün Silivri Adliyesi'nde başlanacak olması, yeni muhtemel bazı gelişmelere de kapı aralayacaktır.
Öyle anlaşılıyor ki, Ergenekon tipi derin örgütlenmelerin, Türkiye'nin yakın tarihinde yaşanmış olan bütün darbe ve ihtilâl hareketleriyle, bütün anarşi ve terör olaylarıyla, bütün sûikast ve faili meçhûl cinayetlerle, bütün sabotaj ve provokasyonlarla, hâsılı hukuk ve demokrasi dışı bütün iş ve eylemlerle bir şekilde irtibat ve münasebeti vardır.
Bunlardan bir tanesinin gün ışığına çıkması, gerisini de çorap söküğü gibi getireceği ümidini doğuruyor.
Zincirleme oluşacak aydınlanmalarla, hiç şüphesiz mevcut dengeler sarsılacak, bir kısım dengesizlikler giderilecek, daha doğrusu dengeler yerli yerine oturmaya başlayacak.
Zira, bu tip karanlık şebekeler, çoğu yerde devletin eli, yüzü, gözü gibi görünmüş; yani devletin bizâtihi kendisi gibi arz–ı endâm etmiş ve öyle de muamele görmüştür.
Yaklaşık yüz senedir süregelen ülkenin ve milletin mukadderatında aktif rol alan bütün bu karanlık işlerin, Ergenekon dâvâsı vesilesiyle teker teker aydınlığa kavuşturulmasını temenni ediyoruz.
Medya–siyaset dengesi
Zaten uzun zamandır siyaset ve medya sektörü arasında yaşanan bir takım dengesizlikler, son dönemde yeni bir boyut daha kazandı.
Başbakan ile büyük bir medya grubu arasında başlayan ve yüksek tansiyonlu düellolar, bir yönüyle gelip boykot çağrılarına kadar dayanmıştı.
Başbakan'ın partili arkadaşlarına seslenerek "Siz de bu gazeteleri almayın, okumayın, evinize sokmayın, boykot edin" demesinin üzerinden yaklaşık dört–beş haftalık bir süre geçti.
Bu süre içindeki satış rakamlarına baktık, tirajlarında hemen hiçbir değişikliğin olmadığını gördük: Hürriyet, Milliyet, Vatan ve Radikal'in son bir aylık tirajında kayda değer hemen hiçbir değişiklik yok.
Öte yandan, farklı ve cesurane çıkışlarıyla medyada ayrı bir yer edinen ve tirajının çok çok üzerinde bir tesir gücüne sahip olan Taraf gazetesinin özellikle son günlerdeki yayınına, Genelkurmay Başkanından sonra Başbakanın da aşırı tepki göstermesi, yine farklı gelişmelere yol açtı.
Yer darlığından şimdilik bir tek nümuneyi işaret edelim: Bugüne kadar Başbakan Erdoğan'ın hemen her dediğini adeta bayraklaştırarak alkışlayan medya mensuplarının çoğu, bu hususta farklı davrandı; Taraf gazetesinin yayınını haklı, tepkileri ise haksız ve agresif bulan yorumlarda bulundu.
Aynı şekilde, şimdiye kadar askerî cenahın şakşakçılığını yapmaktan geri durmayan iktidar muhalifi medyada da farklı yorumlar yer aldı. Onlar da, birçok köşe yazısıyla Taraf'ın tutumuna taraf görünerek, hem Başbakana, hem de Genelkurmay Başkanına muhalif bir tavır sergiledi. Tabiî, kemikleşmiş, kaşarlanmış bilindik birkaç istisna dışında...
Tarihin yorumu 20 Ekim 1982
Atış serbest, eleştiri yasak
Darbe (1982) Anayasasının nihaî metnini kamuoyuna açıklayan Millî Güvenlik Konseyi (cunta), cuntanın başı olan Kenan Evren'in yeni anayasayı öven konuşmalarını eleştirmeyi yasakladı.
Aynı yasak kararınca, aykırı yönde fikir yürütenlere karşı çeşitli ceza ve müeyyideler uygulandı.
Alternatifsiz seçim
Anayasa'nın 7 Kasım'da referanduma sunulması kararlaştırılırken, bu anayasaya evet denilmesiyle, Kenan Evren'in de Cumhurbaşkanı olacağı hükme bağlandı.
Bu arada, Kenan Evren'in karşısına ikinci bir adayın çıkarılması da yasaklandı.
Bu darbe anayasasıyla ilgili olarak dikkat çekici diğer bazı hususlar şunlar:
* Önsöz kısmında yer alan ifadelere göre, bu anayasa baştan sona Atatürk ilke ve inkılâpları doğrultusunda hazırlanmıştır. Hiçbir maddesi ilke ve inkılâpların aleyhinde yorumlanamaz dahi.
* Anayasa'nın sonunda yer alan ekteki geçici 15. maddeye göre, cunta döneminde yapılmış uygulamalar ve çıkarılmış bulunan yasaların, yeni anayasaya uygunluğu bakımından herhangi bir sorgulama ve denetlemeye tabi tutulamaz.
* Aynı şekilde, konsey (cunta) üyeleri de hiçbir şekilde yargılanamaz, sorgulanamaz, karar ve uygulamalarından dolayı suçlanamaz.
20.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Meşveret ve emir-komuta zinciri |
|
Hürriyet, imanın bir özelliğidir. Ve sosyal hayata yansımalarından birisi de meşverettir. “Ve işlerde onlarla istişare et”1, “Onların aralarındaki işleri, istişare iledir”2 şeklinde meâllerini verdiğimiz âyetler emrince istişare bu zamanda farz derecesinde.
Peygamberimiz (asm), vahye dayanmayan hususlarda, hemen her hususta ashabıyla meşveret eder, onların görüşlerini alırdı. Hatta, kendi şahsî görüşünü sahabelerle eşit tutardı. Bedir, Uhud, Hendek savaşları öncesinde, ordunun konuşlandırılmasında, savaş taktiklerinin tesbitinde ve savaş esirlerinin akıbeti gibi en kritik konularda ashabına danışmış, onların fikirlerini almış, kendi düşüncesine aykırı olduğu halde ona göre hareket etmiştir.3 Ebu Hureyre (ra); “Ben, Resulullah’tan daha fazla arkadaşlarıyla meşveret eden birini görmedim”4 der.
Risâle-i Nur mesleğinde kuvvet şahıs değil, şahs-ı mânevîdedir. Yani, bütün cemaat fertlerinin oluşturduğu güç. Dolayısıyla Risâle-i Nur mesleğinde lider yoktur.
İşleri istişare heyetleri yürütür. Meşveret ve seçimle belirlenen üyeler, heyetler; meşveretin (şahs-ı mânevînin) aldığı kararları uygular. Müdebbirler ise; sadece bir trafik memuru gibi organizasyon ve düzeni sağlarlar. Herkes kabiliyetine göre; gönüllü hizmet eder veya istihdam edilir. Her meselede birbirine yardımcı, destekçi olur; meselelere birlikte çareler ararlar.
Risâle-i Nur mesleğinin birinci maddelerinden olan istişareye önem veren Nur talebeleri, kararlarını meşverete ve parmak hesabıyla çoğunluğa göre alırlar. Zira, meşveret bir emirdir, mü’minlerin vazifeleri sonuç almak değil, emr-i İlâhîyi yerine getirmektir. Kimi zaman meşverette de—Uhud’da olduğu gibi—isabetli kararlar alınmayabilir. Ancak bireyin görevi meşverete göre hareket etmesidir. Meşveret isabet ederse iki, etmezse bir sevap alır.
Ayrıca, bu tarz yapılanmadaki bir cemaatin hariçten yönlendirilmesi zordur. Zira, bir şeyhe, lidere veya hocaya bağlanılmamıştır.
“Y” şeklindeki cemaat yapılanmasında ise; önder, lider, şeyh, hoca, ağabey ile iletişimi sağlayan iki-üç-beşer kişilik üyeden müteşekkil alt gruplar, heyetler vardır. Yukarıdan aldıkları emir veya direktifleri diğer gruplara iletirler. Onlar da üyelere yansıtırlar. Bu tarzda, modern bir tarikat yapılanması Risâle-i Nur meslek ve meşrebine aykırıdır.
Bu tarz bir yapılanmanın mahzurları ortadadır. Hiyerarşi vardır. Emirler yukarıdan verilir ve aşağıya doğru iner. Bir takım devlet ve istihbarat örgütleri için hiyerarşinin sadece tepesini kontrol altında tutmak yeterlidir. Mürit veya cemaat mensuplarının “şeyhe, hocaya” sadakatle bağlı olmaları işi fevkalâde kolaylaştırır.
Meselâ, 12 Eylül 1980 darbesinin desteklenmesinde ve onun ürünü anayasanın tasdikinde, 28 Şubat 1997 darbesinde, antidemokratik ve diktatör partilerin desteklenmesinde, iktidara taşınmasında açıkça görüldü. Bir takım hocalar ve şeyhler ya korkutulmuş veya satın alınmış; mensuplarının desteği ve oyu onlara akmıştır.
Dipnotlar:
1- Kur’ân, Al-i İmrân, 159.; 2- Age., Şûrâ, 38.; 3- İbnu Kesir, II, 128-129.; 4- Tirmizi, Cihad, 35.
20.10.2008
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
Bildiğimiz tek “vatan hizmeti” askerliktir. Vatana sadece asker olarak hizmet edebilirsiniz. Askerlik bitince hizmetiniz de biter. Dünyanın en büyük işyerini, en iyi öğrencilerini yetiştiren okulunu, en üretken sanayi tesisini, en çok elektrik üreten barajlarını açsanız, en iyi kanunları çıkarsanız, gece gündüz çalışsanız da fark etmez; sivilseniz hiçbiri vatan hizmeti değildir.
“Vatana ihanet” diye bir suçumuz vardır. Cumhurbaşkanı bile olsanız bu suçla suçlanabilirsiniz. Her suç ve bu arada her ihanet zamanaşımına uğrayabilir, ama vatana ihanet asla. Her suç, bu arada ihanet affedilebilir, vatana ihanet asla. Her şeye ihanet edebilir ve hiçbir ceza almadan kurtulabilirsiniz, ama vatana ihanetiniz cezasız kalmaz. “Vatana ihanet nedir?” diye sorsanız, her “vatan”daştan farklı bir cevap alırsınız. Birilerinin hoşuna gitmeyen her söz ya da eyleminiz “vatana ihanet” sayılabilir. Bazen bir “acaba”, bazen sırf sesli düşünme yoluyla bile vatanınıza ihanet edebilirsiniz.
Bir de “vatandaş”lar vardır bu arada. Sözlüğe baksanız, “Aynı vatandan olanlar” diye bir tarif çıkarır karşınıza. Oysa onların da “sözde”si, “özde”si ve “gözde”si vardır. Halk plajlara akın edince dışarıda kalanları vardır. “Sade”si vardır, kremalısı vardır.
Özetlersek:
Vatana sadece askerlik yaparak hizmet edebilir ama ona sadece düşünerek bile ihanet edebilirsiniz. “Eşitlik”ten söz eden bir anayasası, bu eşitliği anayasaya aykırı bulan bir mahkemesi, “özde”si ve “sözde”si olan bir vatandaşsınızdır.
Madem sivilsiniz, hizmet etmiyorsunuz; bari susun da ihanet etmeyin. Zira “Her şey vatan için”dir ve “Söz konusu vatansa, gerisi teferruat”tır.
20.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kadir AKBAŞ |
Kanun değişti, zihniyet değişmedi |
|
“Halkı kin ve düşmanlığa tahrik” suçu olarak eski ve yeni ceza kanunlarında yer verilen suçun unsurlarında AB üyelik sürecine bağlı olarak 2000 yılından bugüne pek çok kez değişiklik yapıldı. Ancak son olarak gazeteci Cevher İlhan hakkında yeniden kurulan mahkûmiyet kararı da gösteriyor ki, yargı mensuplarının zihniyet ve algıları değişmediği sürece tek başına kanun maddelerinde değişiklik yapılması yeterli olmayacak.
Değişen kanunlar, değişmeyen zihinler
“HALKI kin ve düşmanlığa tahrik” suçu olarak eski ve yeni ceza kanunlarında yer verilen suçun unsurlarında AB üyelik sürecine bağlı olarak 2000 yılından bu güne pek çok kez değişiklik yapıldı. Yapılan değişikliklerin uygulamayı değiştirmemesi üzerine dönemin Adalet Bakanı Hikmet Sami Türk, yargının değişikliklere direndiğini ve hukuka aykırı olarak maddenin yürürlükten kaldırılan TCK 163. maddenin yerine kullanıldığını açıklamıştı. Yeni Ceza Kanununun 216. maddesinde, vatandaşlar arasında, muayyen özelliklere sahip bir kesiminin diğer kesimi aleyhine kin ve düşmanlığa tahrik edilmesi, “kamu güvenliği açısından açık ve yakın bir tehlikenin ortaya çıkması halinde” suç teşkil etmesi aksi, takdirde eleştri kapsamında kabul edilmesi ve suç teşkil etmemesi kabul edildi. Bu değişikliğin düşünce özgürlüğü alanındaki engelleri kısmende olsa kaldıracağı umuluyordu.
Ancak son olarak gazeteci Cevher İlhan hakkında yeniden kurulan mahkûmiyet kararı da gösteriyor ki yargı mensuplarının zihniyet ve algıları değişmediği sürece tek başına kanun maddelerinde değişiklik yapılması yeterli olmayacak.
Gazeteci Cevher İlhan, mahkûmiyet kararına dayanak yapılan yazılarında 1999 Marmara Depremi ile milletçe yaşadığımız büyük acı karşısında, inanan bir mü’min olarak, herhangi bir semavî dinin mensubu gibi, olayları, uluslar arası sözleşmeler ve Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının teminatı altında olan inançları perspektifinden değerlendirmiş ve yazılarda ana hatları ile; kâinatta hiçbir şeyin tabiî ve tesadüfî sebeplerin sonucunda meydana gelmediği, kıyamet manzaralarını aratmayan Marmara Depremi gibi büyük mûsibetlerin ekseriyetin hatasına binaen geldiğine inandığını ifadeyle, kimi yanlış idare uygulamalarının, deprem gibi ilâhî ikazlara sebebiyet verdiğini dile getirilerek bu süreçte yapılan bazı idare uygulamalarını eleştirmiştir.
Dâvâ konusu yazılarda birbirine karşı tahrik edilen sosyal sınıf, ırk, din, mezhep veya bölge bakımından farklı özelliklere sahip halk kesimleri yoktur. Bilimsel ve yargısal öğretide TCK.nın 216 maddesinde tanımlanan suçun oluşması için birbirine karşı tahrik edilen halk kesimleri olmasının zorunlu olduğu, bazı kurum ve kuruluşların uygulamalarının eleştirilmesi halinde suçun unsurlarının oluşmayacağı açıkça ifade edilmektedir. Aradan geçen uzun zaman sonra anayasal düzene müdahele niteliği taşıdığı bugün herkesçe kabul edilen 28 Şubat sürecinde yaşanan kimi siyasal uygulamaların eleştirilmesinin Yeni TCK.’nın 216. maddesi kapsamında “Halkı kin ve düşmanlığa tahrik” suçu olarak değerlendirilmesi, Ceza Hukukunda yasak olan genişletici yorum ve kıyasın ötesinde yeni bir suç ihdası niteliğinde olup, “Suçta ve cezada kanunilik ilkesine”, Uluslararası Sözleşmeler, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası ve TCK.’nın 2. maddesine açıkça aykırılık oluşturmaktadır.
TCK.’nın 216. maddesi, her türlü eleştiriye açık olan kurum ve kuruluşların kimi uygulamalarının eleştiriden masun kılınmasının aracı yapılamaz. Nitekim TCK.’nın 218. maddesi uyarınca eleştiri suç teşkil etmemektedir. Yargı, kuvvetler ayrılığı ilkesi uyarınca yasama ve idare erklerinin dışında, idarenin her türlü eylem ve işlemlerini hukuka uygunluk yönünden denetlemekle yükümlüdür. Bu sebeple yargının, denetlemekle yükümlü olduğu idare erkine dahil kurum ve kuruluşların uygulamalarına ilişkin eleştirileri, demokratik bir hukuk devleti olmanın tabiî bir sonucu olarak görmesi beklenilmektedir.
Demokratik hukuk devletinin teminatını oluşturan bağımsız yargının, idare erkine dahil kimi kurum ve kuruluşların uygulamalarının kutsanarak eleştiriden masun kılınmasında bir vasıta olarak görülmesi ve yargıya, anayasaya aykırı olarak böyle bir misyon verilmesi, yargının, tarafsızlığını ve bağımsızlığını yitirmesi ve kuvvetler ayrılığı ilkesine rağmen, idare erkine eklemlenmesi ile sonuçlanması riskini kuvvetle taşımaktadır. Anayasal düzene karşı darbe teşebbüsü olduğu, elebaşları tarafından fütursuzca açıklanan meş’um 28 Şubat sürecinin etkili isimlerini eleştirmesi sebebiyle Cevher İlhan hakkında verilen mahkûmiyet hükmü TCK 216. maddesinin bütünüyle kaldırılmasının kaçınılmazlığı bir kez daha gözler önüne serdi. Dileriz Yargıtay 8. Ceza Dairesi bozma kararında belirttiği üzere dâvâ konusu yazıların “kamu güvenliği açısından açık ve yakın bir tehlikenin” var olmadığını tesbit ederek haksız mahkûmiyet hükmünü bozarak özgürlükler alanını genişletme yönünde bir adım atar.
20.10.2008
E-Posta:
|
|
Cevher İLHAN |
Teröre karşı “doğru yerde” durmak… |
|
Türkiye’nin gündemi “terörle mücadele”. Silâhlı terör örgütü kurmak ve yönetmenin de yer aldığı 2455 sayfa iddianâmeli, 86 sanıklı “Ergenekon dâvâsı”nın duruşmaları bugün Silivri’de başlıyor…
Bu arada Aktütün Karakolu saldırısının ardından Anadolu’nun muhtelif yerlerinden şehidlerin gelmesi ortasında terörle mücadele tartışmaları sürüyor. Bunun için “terör zirveleri” yapılıyor, “terörle mücadele yöntemleri” araştırılıyor.
Ancak Cumhurbaşkanından sonra Başbakanın da onca demokratik söylemin ardından Genelkurmay Başkanının “sert söylemi”ne arka çıkması, “Biz doğru yerdeyiz, gerisini yanlış yapanlar düşünsünler” demesi, siyasî iktidarın terörle mücadelesindeki işlevini bir defa daha gündeme getiriyor.
Karakol saldırısına yetersiz karşılık verilmesi, teröristlerin günlerce toplanmasının “fark edilmemesi”, saatlerce süren çatışmada desteğin geç gönderilmesi ve istihbaratın değerlendirilmemesi sorularının muhatabı şüphesiz Genel Kurmaydır. Bu ve benzeri istifhamlara açıklık getirmesi askerin işidir.
Ne var ki Türkiye’nin Müslüman komşu Irak’ı işgaline tam destek vermesine mukabil, “BBG evi gibi izlenen” bölgedeki “istihbarat zâfiyeti,” “stratejik müttefiki ABD”yle “istihbarat paylaşımı”nın aksaması ve terörün dış desteğinin kesilmemesi, hükûmetin sorumluluğunda…
Siyasî iktidar, meseleyi “askerî tebirler”e ihâle ederek kendini bu sorumluluktan kurtaramaz…
NEDEN “STRATEJİK MÜTTEFİK”TEN
SORULMAZ?
Başbakan, “Eli silâhlı teröriste karşı başka yol bilen varsa, söylesin” diyor.
Eli silâhlı teröre karşı “başka yol”, Türkiye’nin terör bataklığını kurutması, bunun sosyal, ekonomik, siyasî sebeplerini gidermesi ve dış desteğini kesmesidir.
Peki Ankara bu konuda ne kadar başarılı? Sıfır terörle Türkiye’yi devralan AKP hükümeti, terörle mücadele konusunda altı yıldır hangi mesafeyi aldı?
Elbette “eli silâhlı terörist”le silâhla mücadele edilecek. Ancak terör örgütüne bu silâhları sağlayanları vazgeçirmek, her türlü lojistik desteği temin edenleri, teröristleri eğitenleri, koruyup kollayanları deşifre etmek hükümetin görevi değil midir?
Sahi 5 Kasım günü Beyaz Saray’da Bush’la başbaşa yapılan toplantıda, “ABD ile istihbarat paylaşımı” sözüne ne oldu? ABD ile stratejik ortaklığın akıbeti nereye gidiyor? İsrail’den satın alınan ve bölgedeki en ufak bir hareketi dahi kaydeden insansız casus uçağı Heronlar, yüzlerce teröristin gün ortasında toplanmasını göremedi mi, yoksa gördüğü halde gerekli merkezlere iletmedi mi?
Bu soruları sormak, “terör propagandası” ya da “terörü başarılı gibi göstermek” değil, Ankara’nın 30 yıldır süregelen bölücü teröre karşı “doğru yerde” olup olmadığını araştırmaktır. Ve bu soruların cevabı da öncelikle hükümete düşer.
Başbakanın bütün ricalarına rağmen Bush yönetiminin kontrolündeki Irak’ta 150 kişilik terörist elebaşından bir tekini dahi teslim etmemesinin sebebini Başbakan ve Cumhurbaşkanı niçin taahhüd aldıkları Bush’tan sormazlar? AKP hükümeti, ABD’nin Ortadoğu’daki emperyal çıkarları hesabına Meclis’i by-pass etti, destek hamulelerini çıkardı; Müslüman komşu ülke Irak’ta, Afganistan’da açıkça işgalci ABD’nin yanında yer aldı; “cephe ülkesi” ve “savaş tarafı” oldu. “Stratejik müttefiki”nden kontrolündeki Irak’ta yuvalanan terörü sormaya hakkı yok mu?
Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı, her fırsatta Avrupa’da yüzlerce terörist elebaşının cirit attığından bahsediyor. Terörist başının kardeşi, diğer terörist elebaşıları Irak şehirlerinde ellerini kollarını sallaya sallaya dolaşıyor. Üstelik nispet edercesine, “ABD’nin silâh, sağlık ve para yardımı yaptığını” yüksünmeden açıklıyorlar…
Irak’taki, Avrupa’daki terörist elebaşlarının Türkiye’ye teslimini kim sağlayacak? Bu hükûmetin işi değil mi?
AKTÜTÜN’DEN YÜKSELEN TOZ DUMAN ARASINDA
Görünen o ki bu soruların cevabının Aktütün’den yükselen toz dumanın arasında kaybolması, siyasî iktidarın işine geliyor. Meselenin detaya boğulmasından ve bir tek “Aktütün saldısı”na odaklanmasından siyasî avantaj sağlanıyor.
Terörle mücadele, salt “karakol baskınına kilitleniyor; meselenin arka plânı gündeme gelmiyor. Tartışmaların sadece “karakol baskını”na teksif edilmesi, dış politikadaki başarısızlığı nazarlardan kaçırıyor. Kimse AKP siyasî iktidarının “stratejik müttefik” olarak ilân ettiği ABD ile yaptığı onca “işbirliği anlaşması”na ve “terörle ortak mücadele” vaadine rağmen neden hâlâ terörü koruyup kolladığını sormuyor!
Gece gündüz buradaki zâfiyeti gündeme getiren medya Aktütün’ün ötesine geçmiyor. Terörü besleyen, azdıran, Türkiye’nin başına musallat eden etkenleri soruşturmuyor. Siyasî iktidar ise bunu fırsat bilip işin içinden sıyırmayı mârifet sanıyor.
Gerçekten AKP hükümeti, teröre karşı hangi “doğru yerde” duruyor? ABD ile işbirliğinin akıbetine ne oldu, terörün destekçileri neden deşifre edilmez? Toz duman arasında bunlar da kayboluyor, görünmüyor…
Peki, sisler dağıldıktan sonra ne olacak? 30 yıl içinde bu ülkenin 40 bin insanı öldürüldükten, binlerce şehid verildikten, terör daha nice canlar yaktıktan, terörle mücadeleye harcanan 300 milyar doları aşıp ülkenin maddî ve mânevî kaynakları boş yere hebâ edildikten sonra; Başbakanın ve hükümetin “doğru yerde durması” neye yarayacak…
Bu ülkeye, bu millete yazık olmaz mı?
20.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Tam zamanı |
|
Nedense, problemlerin kalıcı çarelerini aramak yerine, netice alınamayan tartışmaları sürdürüyoruz. Gün geliyor eğitimi, gün geliyor ekonomik krizleri, gün geliyor siyaset-ticaret ilişkisini tartışıyoruz. Belki bunlara geçici çözümler de buluyoruz, ama bu tartışmaları sona erdirmiyor.
Kamuoyu son günlerde, haklı olarak terörle mücadeledeki ‘hata’ları sorguluyor. Ama bütün bu ‘hata’ların temelinde hür ve demokrat bir ülkeye lâyık ‘sivil anlayışlı bir anayasa’ olmadığı gerçeğini unutuyoruz. Temel meseleleri konuşup, tartışıp; belli konularda mutabakata varmayınca yapılan çalışmalar da netice vermiyor.
Aslında ‘şu yanlış, bu yanlış’ dediğimiz konular, bir bütünün parçası. Yanlışların en büyüğü de hâlâ ihtilâl anayasası ile yönetiliyor olmamız...
Elbette tek başına anayasayı değiştirmek de çare değil. Hepsinden önemlisi, bir zihniyet değişikliğini temin edebilmektir. Meselâ, anayasa değişse, çok ‘güzel’ maddeler yazılsa, ama bu maddeler uygulama imkânı bulmasa bir mânâ ifade eder mi?
Hatırlamak lâzım: AB’ye uyum çalışmaları esnasında çok güzel ‘demokrasi paketleri’ açıklandı. Açıklandı, ama bu paketlerin gereği yerine getirilmedi. AB yöneticileri o tarihlerde de ‘(yeni güzel) yasalar kâğıt üstünde kalmasın, uygulansın’ diye Türkiye’yi idare edenleri ikaz etti. Maalesef bu ikazlar o gün de, bu gün de gerektiği gibi dikkate alınmadı.
Avrupa Birliği yöneticileri aynı hatırlatmaları yapmaya devam ediyor. Son olarak, AB’nin Genişlemeden Sorumlu Üyesi Olli Rehn ‘daha fazla demokrasi’ gerektiğini hatırlattı. Türkiye’yi idare edenlerin görmezden geldiği ‘başörtüsü yasağı’ konusunda da konuşan Rehn, başörtüsü konusunun Türk toplumu için son derece önemli bir konu olduğunu ve bunu dikkatle takip ettiklerini belirtmiş. “Biz, ‘Lütfen bir uzlaşma yöntemi, değişik yaşam tarzları arasında bir temel anlaşma bulun’ diyoruz. Başörtüsü konusunun temelinde farklı yaşam tarzlarının Türk toplumunda birlikte yaşamaları yer alıyor” şeklinde konuşmuş. (Milliyet, 18 Ekim 2008)
Rehn, “Hükümetten beklentileriniz neler?” sorusuna da şu cevabı vermiş: “AB reformları konusunda ciddileşmenin tam sırası. Çünkü bu reformlar sayesinde vatandaşların hakları ve temel özgürlükler anayasada, yasalarda ve bunların sahada uygulanmasında yerini bulabilir. Ve lütfen bir sonraki siyasî kriz gelmeden anayasal reformu gerçekleştirin ki, Türkiye gelecekte ortaya çıkabilecek krizlerle daha iyi başa çıkabilsin, hatta krizlerin ortaya çıkışını engelleyebilsin.” (agg.)
Evet, Rehn’in de ifade ettiği gibi, “AB reformları konusunda ciddileşmenin tam sırası.” Aksi halde geç kalmış oluruz...
“Bize demokratikleşme paketi lâzım değil” diyenler Türkiye’yi bu noktalara getirdi. Son günlerdeki tartışmalar, çok acil ‘domokratikleşme paketleri’ne muhtaç olduğumuzu bir defa daha hatırlatti. Bu kısır döngüyü kırmak zorundayız.
Herkesin ‘yerini bildiği’ bir ülkede yaşamak bizim de hakkımız. Bunun için adım atmanın tam zamanı...
20.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Yeni Asyadan Size |
Kriz: İlâhî ikaz |
|
ABD’de başlayıp küresel finans piyasalarında dalga dalga genişleyerek ve derinleşerek devam eden kriz için önce Papa’nın, ardından eski gerilla lideri Nikaragua Devlet Başkanının ve son olarak da Viyana Kardinalinin peş peşe yaptıkları “ilâhî ikaz” değerlendirmeleri dünyada olduğu gibi Türkiye’de de bir ölçüde gündem oluşturdu.
Özellikle Viyana Kardinali Kur’ân’a da atıfta bulunarak kriz için “ilâhî ikaz” yorumu yaparken, beraberindeki Diyanet İşleri Başkanının böyle bir değerlendirmeden uzak durması dikkat çekti ve bu tavrı eleştirdik.
Bu arada finans krizi için yapılan “ilâhî ikaz” yorumu, dokuz sene önceki 17 Ağustos depremi için Yeni Asya’nın ısrarla, altını çizerek ve defalarca vurgulayarak dile getirdiği “ilâhî ikaz” tesbitini ve bu meyanda Mehmet Kutlular’ın sırf bu gerçeği ifade ettiği için mâlûm medyada adeta linç kampanyasına hedef yapılıp, ardından hapse mahkûm edilerek 276 gün hapis yattığı ve bilâhare bu mahkûmiyetin AİHM tarafından haksız bulunarak Türk devletinin tazminata mahkûm edildiği vâkıasını hatırlattı.
Zaman, Vakit ve Taraf gazetelerinde çıkan değerlendirmelerde bu noktaya işaret edilerek, o zaman açıkça provokatörlük yapan söz konusu medya organlarının, son ekonomik krize ilişkin olarak Papa’dan, Nikaragua Devlet Başkanından ve Viyana Kardinalinden sâdır olan “ilâhî ikaz” yorumlarına sessiz kalmak suretiyle sergiledikleri çelişkiye dikkat çekildi.
(Bu arada, 17 Ağustos için dokuz sene önce yazdığı yazılardan dolayı tekrar yargılanan yazarımız Cevher İlhan’ın yine mahkûm edilmesi, dönüp dolaşıp yine aynı yerde saymaya devam ettiğimiz gerçeğini hazin bir şekilde gözler önüne seriyor.)
***
Okurumuz Salih Akar’ın mesajı:
“Yıllardır gazetemizi beğeniyle takip ediyorum. Özellikle duyarlı konulardaki fikr-i takibiniz takdire şayan, tebrikler. 17 Ekim 2008 tarihli Tahlil köşesindeki ‘İlâhî İkaz Ve Diyanet’ konulu makale Ramazan’da yaşadığım bir olayı bana hatırlattı. Ramazan’ın 25’i idi galiba. Teravih sonrası Kocatepe Camiinde imam, üstüne vazife değilken, dua faslında mâlûm şekilde bir dua yaptırdı. Namaz sonrası imama ömrü boyunca dinle barışık olmayan birisine emrivaki ile dua ettirilmesinin şık olmadığını hatırlattım. Aldığım cevap, ‘Burada kime dua yapılacağını biz belirleriz!’ oldu. Kendisiyle artık muhatap olmadım kalabalığın içinde. Eve gelip 16. Lem’a’daki mevzuyu bir daha okuyarak tesellî bulmaya çalıştım. Özellikle AKP ve Sayın Ali Bardakoğlu döneminde benzeri durumun sistemli olarak yaygınlaştığına şahit oluyoruz. Gel de ‘Kambur’ mevzuunu hatırlama...”
***
Yeni çalışmalar
Bu vesileyle, finans krizinin “ilâhî ikaz” olma cihetiyle ilgili olarak, önümüzdeki süreçte geniş ve kapsamlı çalışmalar yapmanın hazırlığı içinde olduğumuzu ifade edelim.
Hatırlayanlar olacaktır; 17 Ağustos depremi sonrasında bu anlamda yaptığımız çalışmalardan biri, Risale-i Nur’daki konuyla ilgili izahların derlenip bir araya getirildiği “Deprem: İlâhî ikaz” broşürü idi.
Bu broşürü hem gazeteyle birlikte okurlarımıza hediye olarak vermiş, hem de o yıl Ekim ayında Ankara Kocatepe Camiinde tertiplenen Bediüzzaman Mevlidine katılanlara dağıtmıştık.
Gerek mevlid günü, gerekse sonraki günlerde bu broşür yoğun şekilde gündeme gelmiş, haber ve yorumlara konu olmuştu.
Şimdi de finans krizi için benzer bir çalışma yapmayı düşünüyoruz. Hazırlıklarımız tamamlandığında geniş ve detaylı açıklamayı yapacağız.
***
Temsilciler Toplantısı 8 Kasım'da
2008 güz dönemi Temsilciler Toplantımız, 8 Kasım Cumartesi günü yine İstanbul’daki hizmet binamızda yapılacak. Şimdiden temsilcilerimizin bilgisine sunuyor, geçen Mayıs’taki toplantıdan bu yana hizmetlerimizde meydana gelen gelişmelerin ve yeni dönemin değerlendirileceği toplantıya bekliyoruz.
20.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|