|
|
Faruk ÇAKIR |
En doğrusu ‘netice’ye bakmak |
|
Terörle mücadele bir yönüyle de ‘sinir harbi’dir. Bu bakımdan, bu mücadeleyi yürütenlerin ‘sinir’lerine hakim olması çok önemli. Kızgınlıkla atılan adımların, ekseriyetle zararla neticelendiği bilinen bir gerçektir.
Aktütün ya da Bayraktepe baskınıyla ilgili tartışmalar farklı mecralarda sürüyor. “Yetkililer” özetle, “İstihbarat zaafı yok, terörle mücadelede ne gerekiyorsa yapılıyor” diyorlar.
Terörle mücadele ‘zaaf’ kaldırmaz, tabii ki öyle olmalı. Ancak yapılan açıklamalar kamuoyunu tatmin etmeye yetmiyor. Elbette Türkiye’de yaşayan milyonlar gibi biz de ‘terör uzmanı’ değiliz. Dolayısı ile yapılan ‘teknik’ açıklamaları tam anlamıyla kavramamız kolay değil. Teröristlere ait olduğu ifade edilen görüntüleri de, telsiz konuşmalarını da hakkıyla tahlil edemeyiz.
Peki ne yaparız? “Netice”ye bakarız. Eğer çeyrek asrı aşan bir mücadele var ve hâlâ terörün kökü kazınamamışsa eksiklik var diye kanaat getiririz. Bunu da ‘şu ya da bu ismi eleştirmek’ için değil; iyi niyetle, ‘kalıcı çare bulunsun, terör önlensin, insanlar ölmesin’ diye yapmaya çalışırız. Çünkü söz ile, ‘terör önlendi, kökü kazındı, onlar bir iki çapulcu sürüsü’ diyerek terör önlenmiyor.
Devam eden tartışmalar üzerine öyle yorumlar yapılıyor ki, ‘soru soranlar terör örgütüne destek veriyor’ anlamı çıkıyor. Mesela, başbakanın açıklamalarına tepki göstermeyi; “(Başbakan’a) PKK’ya yakın durun, demek istiyorlar” şeklinde yorumlayanlar bile var. (Bkz. Fikret Bila, Milliyet, 18 Ekim 2008). Oysa, başbakanın konuşması üzerine tepki gösterenlerden hiç kimse böyle bir talepte bulunmadı, bulunması da eşyanın tabiatına aykırı. O halde tartışmaları bu derece yanlış yorumlamanın ve yansıtmanın maksadı ne olabilir?
Geçmişte, “Teröristlerin her hareketini izliyoruz” şeklinde açıklamalar yapılmıştı. Aktütün saldırısı sonrası da “istihbarat zaafı yok” denildi. Türkiye’yi idare edenler öyle diyorsa, bu beyanların gerçek olmasını arzu ederiz. Ancak bir haber, yeni soru işaretlerinin oluşmasına sebep oluyor. Bu habere göre, İsrail’den kiralanan insansız hava aracı “Heron,” 13 Temmuz’da ‘motor arızası’ sebebiyle düşmüş. (Milliyet, 18 Ekim 2008)
Aynı haberde şu bilgiler de var: “Heron’un düşmesi nedeniyle, sınır ötesinin ancak ABD’nin sağladığı bilgilerle takip edildiği, üç adet Aerostar insansız hava aracının ise, menzilinin ‘Heron’a kıyasla kısa olması nedeniyle sadece yurt içinde kullanılabildiği bildirildi. Heron 52 saat süreyle havada kalabilirken, Aerostar 12 saat uçabiliyor. Bu nedenle istihbarat katkısı yurtiçiyle sınırlı kalıyor. (...) İsrail’den bir yıl için kullanıcı personeliyle birlikte 10 milyon dolara kiralanan Heron, (...) motor arızası nedeniyle düştü. (...) Türk Silahlı Kuvvetleri 2005’de 183 milyon dolarlık bir proje kapsamında İsrail’e 10 adet Heron siparişi verdi. İsrail, Ekim 2007’de gerçekleşmesi öngörülen teslimatı birkaç kez erteledi. (...) İsrail’in iki adet Heron’u yılbaşından önce teslim etmesi bekleniyor. Genelkurmay Başkanlığı, düşen Heron’un yerine acilen bir Heron daha kiralamak istedi, ancak İsrail’den olumsuz yanıt aldı.”
Acaba, terörle mücadelede etkili olduğu anlaşılan “Heron”un teslimindeki gecikme tesadüf müdür?
19.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ahmet ÖZDEMİR |
Hakta sebat edenler |
|
-Osman Zengin kardeşime- 13 EKİM 2008 tarihli Yeni Asya Gazetesinde “Yeni Asya’dan Size” köşesinde Osman Zengin’e ait bir yazı yayınlandı.
Osman kardeşim senin böyle güzel “inad”ını sevsinler. Böyle inat etmeye devam et. O yazın beni eski zamanlara götürdü. Bu yazı beni bir hayli duygulandırdı. Ramazan sayfasında yayınlanan hatıralarını da dikkatle takip etmiştim. Kalemine ve gönlüne sağlık diliyorum. Yıllarca Ankara’da aynı mahallede oturmuştuk. Bir süre sonra Ankara dışına çıktık. Ben geri döndüm, bir başka mahalleye yerleştim.
Hakta “inat” etmeye biz “sebat” diyoruz. Allah insanlara bazı özellikler vermiştir. Bunlardan birisi de “inat”tır. Bazen bu şiddetli inat önemsiz, fani işlerde kullanılır. Bir dakika inada değmeyen bir şeye bir yıl boyunca inat edilir. Buna halk arasında “kör inat” denilir. Aslında inadın gözü kördür. Bazen de zararlı, zehirli bir şeye “sebat” adı verilerek inat edilir. Hâlbuki “sebat” hakta kullanılır.
İnadın yolu değiştirilse, hayırlı işlere kanalize edilse, sahiplerine bol sevap kazandıracaktır. İnatçı insanlar, bu duygularının kötü, boş şeyler için verilmediğini anlayacaklardır. O duygunun onlara sarf edilmesi, aslında hikmet ve hakikate de zıttır. O kimseler, o şiddetli inadı o lüzumsuz boş işlere vermeseler, yüksek ve bâki olan iman hakikatlerine, İslâm esaslarına ve uhrevî hizmetlere harcamaya başlayacaklardır. O rezil haslet olan mecazî inat, “güzel ve âli bir haslet olan hakikî inada, yani hakta şiddetli sebata inkılâp” 1 edecektir.
Bir zamanlar ülke çapında bayramlarda sadece “bayram” adında gazeteler çıkardı. Bir kaç defa denedim, okuyamadım. Okuyacak pek bir şey bulamadığım gibi, bakmaya da utandım. O zaman başka gazetelerin çıkması yasaktı. Diğer gazeteler zorunlu olarak tatil yaparlardı. Bizim gibi okuyucular da mecburiyetten bayram sonrasını beklerdik. Sonra ne olduysa bayramlarda bütün gazeteler çıkmaya başladı. Yasaklar delindi. “Bayram” gazeteleri unutuldu. Buruk geçen bayramlarımız neşelendi. Artık yılın her gününde ve her yerde gazeteleri görmek mümkün oldu. Fakat bu arada bayramlarda elden dağıtım yapılan yerlerde eski tatil alışkanlıkları değişmedi. İnşallah o alışkanlıklar (inat) da bir gün değişir.
Yıllarca gazetemi–Osman Zengin gibi—bayiden aldım. O manevî zevki ve duyguyu hep yaşadım. Görev yaptığım yerlerde ilk işim en yakın gazete bayiine–müvezzi—giderek sahibiyle tanışmaktı. Bilmiyorsa gazetemi de tanıtırdım. Oraya gazetem gelmiyorsa getirmesini sağlardım. Yeni Asya Gazetesini kimler okuduğunu sorardım. “Benim gazetemi her gün getir. İsteyen olursa ver. Ben o gün gelemezsem bile iade etme, biriktir. Parasını peşin de verebilirim” derdim. Böylece oraya da gazetenin gelmesini sağlardım. Duruma göre lojmandan çıkar sabah veya akşam bayiye uğrar gazetemi alırdım. Gazete bayisiyle dost olurduk. Bazen gazete bahanesiyle takılıp sohbet ederdik. Fırsat bulduğum müşterilerle de konuşurdum. Gazeteyi ayaküstü hızlıca gözden geçirirdim. Sonra baştan sona okumaya başlardım. Bazen gün biterdi, gazete bitmezdi. Ertesi gün kaldığım yerden devam ederdim. O günün gazetesi de haliyle ertesi güne kalırdı.
Şimdi elden dağıtıma takıldım, acaba o eski zevklerden mahrum mu kaldım?
Bunun da ayrı bir zevki var. Onu da inkâr etmemek lâzımdır. Meselâ: Ben şimdi Ankara’da oturuyorum. Oturduğum evin önünden küçük bir yol geçiyor. İnsanlar o yolu ancak yürümek için kullanabiliyor. Kapıcımız yok. Evin önüne, yol kıyısına gazete koymak için bir sepet yaptırdım. Gazete dağıtıcısına yağmurlu, karlı olmadığı sürece gazeteyi o sepete koymasını tembihledim.
Gazetenin bana ulaşması için kim bilir kaç kişi çalışıyor?
Gazetemiz İstanbul’da basılıyor. Paketler halinde uçağa biniyor. Esenboğa havalimanında uçaktan iniyor. Orada paketler ayrılıyor ve semtlere dağıtılıyor. Dağıtıcım gazetemi eline alıp kapıma getiriyor. Ben de sabah namazını kılınca bakıyorum ki, gazetem sepete konmuş (nazar değmesin). Çıkıp alıyorum. Önce başlıkları, sonra lâhika sayfasından Risâle-i Nur’dan seçilmiş köşeyi okuyorum. O günkü namaz dersimi yapmış oluyorum.
Bunun zevki de başka oluyor. Elden dağıtımda gazete, bayilerde satılandan 5-6 katı daha fazla. Dağıtımın sağlıklı olması önemlidir. Dağıtımda yaşanan bazı aksamalar bizi bazen üzüyor, bazılarını da küstürüyor.
Gazetenin dağıtımında emeği geçenlerin—en yukarıdan en aşağıya kadar—hepsini teker teker tebrik ediyorum. Yaptıkları görev önemlidir. Onların yaptıkları iman cephesine cephane taşımak gibidir. Küfür cephesini yıkmanın yolu iman cephesine yardımdır. Bizim hizmetimiz manevîdir. Cephanesi de mânevîdir. Yani iman ve Kur’ân hakikatleridir.
Bediüzzaman Said Nursî’nin dediği gibi diyorum: “Cenâb-ı Hak bize ve size tarik-i Hakta hizmet-i Kur’âniyede sebat ve metânet versin. Müşkülât çoğaldıkça ehl-i himmet fütur değil, gayret ve sebatını ziyadeleştirir.” 2
Zorluklar ve sıkıntılar arttıkça himmet ehlinde tembellik değil, gayret ve sebat artar. O kişi şevk kazanır. Sıkıntılar birer kırbaç gibi gelir. Daha hızlı koşmaya başlar.
Dipnotlar: 1- Mektubat, s. 37
2- Barla Lâhikası, s. 174
19.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Hüseyin GÜLTEKİN |
Bu hâle nasıl geldik? |
|
Yalnız başınıza, münzevî bir hayatı yaşayamazsınız.
Çevrenizdeki insanlarla isteseniz de, istemeseniz de bir arada yaşamak zorundasınız. Beğenseniz de, beğenmeseniz de onlarla berabersiniz, yüz yüzesiniz çünkü. Hep beğendiğiniz, sevdiğiniz insanlarla değil; bazen de hiç sevmediğiniz, beğenmediğiniz insanlarla da yüz yüze gelip, birlikte zaman geçirmek zorunda kalıyorsunuz. Belki bazen huyu huyunuza, mizacı mizacınıza, örf ve âdetleri sizinkilere benzemeyen insanlarla hemhâl olup bir arada zaman geçirmek durumunda kalıyorsunuz.
Kolay değil elbette böyle yabancısı olduğumuz insanlarla beraber olmak. Zordur elbette beğenmediğiniz, sevmekte zorlandığınız insanlarla aynı ortamı paylaşmak, aynı havayı teneffüs etmek... Aynı mahalleyi, aynı sokağı paylaştığınız insanlar, hele bir de seviyesi düşük, şerli, belâlı insanlar ise, işte o zaman işiniz daha da zorlaşıyor. Bir ömür boyu yüz yüze, iç içe olmak zorunda olduğunuz komşularınız geçim ehli olmayan, kavgayı gürültüyü seven insanlar ise, işte o zaman—tâbir yerindeyse—hayatınız bir nev'î zindana dönüyor.
Her şeye rağmen siz herkes ile, her insan ile asgarî müşterekleri göz önünde bulundurarak kavgasız gürültüsüz geçinmeyi hedefliyorsunuz. Bunun için her zorluğu, her fedakârlığı göze almaya kararlısınız. Müsbet hareket etmeyi, çevrenizdeki bütün insanlara karşı sevgi, saygı ve hoşgörü yaklaşımını esirgemiyorsunuz.
Ama insanlarda belli bir seviye, makul bir anlayış yoksa, dinî yaşantıdan uzak ise veya hedefsiz, başıboş bir yaşantının içinde ise, ya da medenî münasebetleri dert edinmiyorsa, ne yapsanız olumlu netice almak zor olabiliyor.
Sözgelimi adamdan alış veriş yapmadınız diye on beş yıldır sizinle alâkayı kesip sizinle konuşmuyor, verdiğiniz selâmı da almıyorsa ne yaparsınız?
Basit bir meseleden dolayı yüzde yüz kabahatli olduğu halde, tehevvürle birisi size sataşmada bulunup, sizi incittiği, kırdığı halde, siz yine de bir dargınlığa, bir küskünlüğe meydan vermemek için hiçbir şey olmamış gibi davranıp adamla konuşsanız, yakın ilgi gösterseniz, bu davranışınıza rağmen adam size soğuk davranıp ilişkiyi kesme noktasına getirse nasıl davranırsınız?
Yeni bir eve, yeni bir mahalleye taşındınız. Yeni komşular, tanışmadığınız, bilmediğiniz yeni simalar. “Her halde bir ‘hoş geldin’e gelirler, bu münasebetle tanışırız...” diye bekliyorsunuz. Bir ikisinin dışında ne gelen, ne giden var... Olabilir diyorsunuz, alınmıyorsunuz, kırılmıyorsunuz... Dışarıda, sokakta karşılaştıklarınızla selâmlaşmayı sürdürüyorsunuz... Hastalarını soruyor, taziyelerine, bayramlaşmaya gidiyorsunuz... Hani komşuluk hakkı diyorsunuz... Bu durumu tek taraflı olarak yıllarca sürdürüyorsunuz... Bakıyorsunuz size karşı komşularda bir değişiklik yok. Gelen giden yok... Beklediğin, arzuladığın sıcak, samimî bir münasebet bir türlü oluşmuyor. Sorduğun zaman da çoğunlukla “Valla kötü bir niyetimiz yok. Zaman bulamıyoruz. Yaptığımız iyi değil ama...” gibi cevaplar alıyorsunuz. Bu durumda ne yaparsınız?
Üç aşağı beş yukarı insanlar arası münasebetler böyle... Daha doğrusu bu hale getirildi. Neden bu hale geldik, niçin böyle olduk, kimler bizi bu hâle getirdi?
Başta televizyon illeti... Dünyevîleşme belâsı... Bizi birbirimizden kopardı. Aramıza ses geçirmez setleri koydu. Herkes, hepimiz içe kapandık, bencilleştik, kendimizden başka hiç kimseyi düşünemez olduk... Birbirimize yabancılaştık, yabanileştik... Komşu, dost, akrabaların yerini evimizin baş köşelerine yerleştirdiğimiz ekranlar aldı. Bunun sonucunda sıcak ve samimî dostlukların yerini, soğuk resmî ilişkiler aldı. Bu gidişten memnun olan, zevk alan, huzur duyan var mı bilemiyorum?
19.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cevher İLHAN |
Terörle mücadele soruları… |
|
Aktütün Karakolu baskını üzerine beliren istifhamların, Genelkurmay Başkanının “sert çıkışı”yla ve karakol baskınıyla sınırlı bırakılması, aslında bir başka saptırma…
Zira daha kamuoyu 17 şehidin verildiği Aktütün’ü yeterince tartışmadan Diyarbakır’da dört şehidin verildiği polis servis otobüsü tarandı, peşinden de Hakkâri’nin Kavaklı bölgesindeki operasyonda dört asker şehid oldu.
Şüphesiz en az dörtyüzü aşkın teröristin günlerce toplanıp hâkim tepelere yerleşmeleri, gün ortasında saatlerce süren çatışmalar, savunmadaki zâfiyetler, Amerikalılarla yapılan “istihbarat paylaşımı”nın akıbeti hakkındaki soruların cevabı araştırılacak. Ancak asıl olan, 30 yılı süren terörün hangi mihraklarca tahrik edildiği ve hangi güçlerce azdırıldığı sorusunun cevabını bulmak…
Görünen o ki ortaya atılan sorularda, kamuoyuna yapılan açıklamalarda, yalnız olayların detaylarında kalınıyor, terörün ardındaki azmettiriciler gözden kaçıyor, terörü besleyip Türkiye’nin ve bölgenin başına belâ edenlerden âdeta sarfı nazar ediliyor…
TERÖRÜ KİMLER KORUYOR VE AZDIRIYOR?
Yetkililer, son otuz yılda altıyedi bin şehide karşılık, otuz bini aşkın teröristin öldürüldüğünü ifâde ediyorlar. Katledilen binlerce sivilin; köylünün, yaşlının, kadınların, bebeklerin sayısı bilinmiyor…
Keza bu sürede terörle mücadeleye 300 milyar dolar harcandığı Başbakan Yardımcısı ve hükûmet sözcüsünce açıkça belirtiliyor; lâkin terör örgütünün hangi küresel ve bölgesel güçlerce finanse edildiği üzerinde durulmuyor. Ki, işin nirengi noktasını bu soruların cevabı teşkil ediyor…
Meselâ, medyada Aktütün baskınına desteğin neden geç gittiği sorusu soruluyor; lâkin PKK terör örgütünün ABD’nin 1. Körfez Savaşıyla Kuzey Irak’ta yuvalandığı, Çekiç Güç ve Keşif Güç şemsiyesi altında bizzat korunduğu söz konusu olmuyor.
“Terör zirveleri”nde, dağa çıkışın engellenmesi, dağdakilerin indirilmesinden bahsediliyor. Ancak kimlerin ve hangi sâiklerin bölge insanını dağa çıkarıp terör örgütünün elinde âdeta ölüm saçan bir robot ve makine haline getirdiği sorusu da cevapsız kalıyor…
Oysa herkes biliyor ki Amerika’nın 36. paralelin kuzeyini Bağdat yönetiminden alıp Barzani ve Talabani’ye teslim etmesiyle terör örgütü, İsrail’in denetimindeki Bekaa Vadisinden Irak’ın kuzeyine kaydı ve burada yuvalandı.
Irak merkezî hükûmetinin otoritesinden koparılan bölgeye yerleştirilen terör örgütü, Bağdat’a rağmen 17 yıldır bu bölgeden Türkiye’ye saldırıyor. Zira Kandil ile Türkiye sınırına yakın ve uzak terörist kamplarının çoğu bu bölgede bulunuyor.
Yine herkes biliyor ki daha önce terör örgütüne silâh ve para desteği veren ABD, 2003 Irak işgalinden bu yana, bu desteği devam ettiriyor. Terör örgütünün işgalden sonra Irak ordusuna ait binlerce hafif ve ağır silâha el koymasına göz yumdu; Amerikalı savcıların itirafıyla PKK ve PEJAK’a silâh sağlanması, malî ve lojistik desteği devam ediyor.
Dahası, Türkiye’nin resmen teslimini istediği başta terörist başı Öcalan’ın kardeşi olmak üzere yüz elli terörist başı Amerika’nın kontrolündeki Irak ve Kuzey Irak’ın şehir ve köylerinde serbestçe dolaşıyor.
En son Bush’un 5 Kasım 2007’de Beyaz Saray’da resmen söz vermesine rağmen bir teki dahi teslim edilmemiş. Bir o kadarı da bazı Avrupa ülkelerinde cirit atıyor. Ankara bunların da getirilmesini sağlayamamış. Bu hususlar, bizzat Başbakan ve Dışişleri Bakanı tarafından açıkça itiraf ediliyor…
Terör örgütü bununla da kalmıyor; “stratejik müttefik” ABD’nin himâyesi altında her türlü kaçakçılığı yapıyor, bölgede haraç kesiyor, uluslar arası arenada “siyasallaşma” ve Türkiye’yi bölüp parçalama propagandasını yapıyor. Bu husus da yeterince tartışılmıyor…
HANGİ GEREK VE MASLAHATLA?
Türkiye elbette, eski Genelkurmay Başkanının “BBG evi izler gibi teröristleri izliyoruz” ifâdesinden sonra, güpegündüz yüzlerce teröristin sınırdan kilometrelerce içeri girerek karakol basmasını sorgulayacak. Elbette ki İsrail’den alınan insansız Heron uçaklarının neden bu denli kalabalık grubun hareketlerini tesbit edemediği, tesbit ettiyse bu istihbaratın niçin değerlendirilemediğini konuşacak. Elbette düzenli birliklerle terörist kovalamanın yanlışlığı üzerinde durulacak; buna karşı vuruş gücü yüksek ve esnek timlerle terörle mücadeleyi ele alacak. Terörle mücadele yöntemlerini tartışacak…
Bütün bunlar, uzmanların tesbitiyle 1992’de dağılma noktasına gelen ve bitmek üzere olan terör örgütüyle mücadelenin askerî yönleri… Meselenin sosyolojik, ekonomik ve psikolojik boyutları, tarihî arka plânı bir yana. Bunların da şüphesiz geniş bir biçimde araştırılması gerekiyor. Ne var ki bütün bunlar, terörün dış boyutunu ve terörle mücadeledeki dış politika hatalarını örtbas etmemeli…
Gerçekten, 1 Mart 2003’te Meclis’in çıkaramadığı tezkereye karşılık siyasî iktidar, neden peşinden milletin Meclis irâdesiyle tecelli eden kararını by pass etti?
Niçin, bizzat Millî Savunma Bakanı’nın ikrarıyla, tonlarca ağırlıkta bomba taşıyan Amerikan savaş uçaklarının İncirlik Üssü’den Irak şehir ve köyleri üzerine 3995 sorti yapmasına “izin” verdi; Meclis’in tezkere kararını berhava etti?
AKP hükûmeti, çıkardığı “ABD’ye destek hamûlesi”yle, onlarca havaalanı ve deniz limanını Amerikan askerlerine hangi maslahatla açtı; her türlü silâh, mühimmat ve savaş malzemesinin nakil ve dağıtımına neden tahsis etti? Hangi gereği ya da “mecburiyeti” vardı?
Yalnız son baskın, askerî çözüm ve istihbarat sorunu değil, bu soruların da tartışılması gerek…
19.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mehmet KARA |
Sivil anayasayı unuttuk mu? |
|
Hafızalarımız çok zayıfladı. Hararetle tartıştığımız konuları bir bir tozlu raflara kaldırmakta üstümüze yok.
Daha bu yılın başında “Artık ihtilâl anayasasından kurtuluyoruz” diye düşünmeye başlamışken, üzerinde çokça tartışılan, sivil toplum kuruluşlarınca paneller, açık oturumlar, mitingler yapılan hatta taslaklar hazırlanan yeni ve sivil anayasa hazırlıkları ne aşamada, bilen var mı? Artık konuşulmadığına göre karanlık bir köşeye atılmış gözüküyor.
Meclis tatile girdiği sıralarda hükümet sivil anayasa hazırlığından vazgeçtiğini, bunun yerine 40 maddede düzenlemeler yapılacağını açıklamıştı. Bu konuda da bir çalışma gözlenmezken, bir hazırlığın olup olmadığı da bilinmiyor.
Hükümet böyle bir adım atmıyorsa, bu durumda sivil toplum kuruluşlarına görev düşüyor. Geçtiğimiz dönemde bu konuda hazırlıklar yapanlar da suskun. Sanki bir yerlerden düğmeye basılmışcasına kimse konuşmuyor.
* * *
Başta Türkiye Gönüllü Teşekküller Vakfı, Hak-İş ve Memur-Sen olmak üzere 300’den fazla sivil toplum örgütü, yazar, akademisyen Türkiye’nin sorunlarının çözümünün özgürlüklerin genişletilmesi ve yeni bir anayasa ile sağlanabileceğini söyleyerek yola çıkmışlardı. Önce “Yeni Anayasa ve Demokrasi Platformu” kurulmuş, sonrasında “Ortak akıl projesi”ni başlatmışlardı.
Yeni Anayasa ve Demokrasi Platformu Manifestosu yayınlanmış ve şöyle denilmişti: “Özgürlüklerin ve demokrasinin teminatı da gerçek bir hukuk devletidir. Yeni demokratik bir anayasa hem hukuk devletinin gerçekleştirilmesinde, hem de özgürlüklerin ve demokratik işleyişin güçlendirilmesinde en önemli ve acil bir adımdır. Türkiye’nin sorunlarının çözümü, özgürlüklerin genişletilmesi ile, özgürlük demokrasi ile, demokrasi ise yeni bir anayasa ile sağlanabilir.”
Tam da bugünlere işaret edilen sözler… Bu harekette de şu anda bir kıpırdanma gözükmüyor. İlk mitingini 28 Haziran’da Malatya’dan başlatan Ortak Akıl Hareketi, 5 Temmuz’da Samsun’da, 20 Temmuz’da da Bursa’da “sivil anayasa” taleplerini haykırmıştı. Plânlara göre “ortak akıl” Türkiye’nin yedi bölgesinde mitingler yapacaktı. Ancak Bursa mitinginden sonra başka bir toplantı olmadı.
Ne oldu bir türlü anlam veremiyoruz. “Darbelere karşı olunmalı, sivil anayasa acilen hazırlanmalı, antidemokratik oluşumların karşısında durulmalı, özgürlükleri daraltan her türlü girişimin karşısında yer alınmalı. Millî iradeye sahip çıkılmalı…” deniliyordu. Peki, Türkiye tam demokrasiye mi kavuştu? Özgürlükler alabildiğine genişledi mi? Antidemokratik oluşumlar birdenbire yok mu oldu? Ne oldu da kimse yeni anayasayı ağzına almıyor?
* * *
Türkiye’nin yeni bir anayasaya ihtiyacı olduğunu sık sık dile getiren Meclis Başkanı Köksal Toptan bu konuda inisiyatif ele almak istiyordu. 12 Eylül ihtilâlinin izlerini taşıyan bu anayasanın sivilleşmesi için liderler turuna çıkıp, “uzlaşma komisyonu”nu hayata geçirmeye çalışıyordu. Henüz bunu gerçekleştirebilmiş değil. Meclis tatile girmeden önce herkesin üzerinde “mutabakat” sağlayacağı bir metinle anayasa değişikliğinin öncelikle ele alınmasını isteyeceği söyleniyordu. Umarız en kısa zamanda bu gerçekleşir.
Başbakan Tayyip Erdoğan, bu haftaki grup toplantısında Meclis’in çalışma saatlerinden şikâyet ederken bir gerçeği ortaya koymuştu. Meclis genel kurulu haftada üç gün çalışıyor. O da 15.00 ile 19.00 saatleri arasında. Yani 4 saat… Üç gün çalıştığına göre topu topu 12 saat… Erdoğan, “Bu ne demektir? Normal bir çalışanın bir buçuk günlük mesaisidir” demişti. Gerçekten haklı… Meclis Türkiye’nin ihtiyacı olan demokratik adımları atmak, yeni bir anayasa hazırlamak için daha çok çalışması gerekiyor. Meclis’in hafta içi hergün çalışmasını sağlayacak bir içtüzük değişikliği yapılmalı.
Şunu unutmamak lâzım ki, sivil anayasaya her zamankinden daha fazla ihtiyaç var. Bu ortamda yeni bir anayasa hazırlanır mı? Herkes üzerinde mutabakata varırsa elbette hazırlanır. Hükümetin, siyasî partilerin, sivil toplum örgütlerinin bu yönde –tozlu raflarda- çalışmaları var. Bunlar o raflardan indirilip TBMM Anayasa Komisyonuna getirilip, kısa zamanda ortak bir metin hazırlanıp genel kuruldan çıkartılabilir. Yeter ki, istensin, yeter ki irade olsun.
19.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Said Nursî ve şehitler |
|
Son günlerde maalesef yine sıklaşan şehit cenazeleri, son şahitlerden Hafız Nuri Güven Hocanın aktardığı bir Üstad hatırasını gündemimize taşıma vesilesi oldu. Emirdağ Çarşı Camiinde yedi yıl imam
lık yapan Nuri Hoca, oradaki sürgün hayatında epeyce bir zaman namazlarını bu camide kılan Üstadın, üç cenaze namazına da katıldığını anlatıyor.
Bu üç cenaze namazından biri, 1949’da düşen bir uçaktaki üç hava şehidi için kılınan imiş.
Üstad onların da namazını kılıp dua etmiş.
Üstadın, tenezzüh ve tefekkür için Emirdağ kırlarında dolaşırken, bir defasında neredeyse başının üzerinden geçecek kadar alçalan uçaklarla mükerreren taciz edildiği hatırlandığında, bu iştirak daha anlamlı ve ibretli hale geliyor.
Yine Emirdağ’da, üzerinde üniformasıyla karşısına geçip, çarşı içinde sarığına ve kıyafetine ilişerek kırlara çıkmasına engel olan bir provokatörün insanlık dışı muamelesine maruz kaldığı düşünülürse, yaşlı bir din âlimi olarak sergilediği fazilet örneğinin değeri daha iyi anlaşılıyor.
Ve bu katılım, Bediüzzaman’ın dünyasında, kendisine en amansız zulüm ve baskıları reva görenlere karşı dahi en ufak bir kin, nefret ve intikam duygusunun bulunmadığını; sık sık vurguladığı “Birinin hatasıyla başkası mes’ul olmaz” prensibine herkesten önce kendisinin riayet ettiğini ve ilâveten şahs-ı manevîsi ile hep dost olduğunu tekrarladığı ordu mensuplarına olan samimî muhabbet ve alâkasını gösteriyor.
(Hizmetin öncü isimlerinden Sabri Halıcı’nın oğlu, geçenlerde vefat eden Mehdi Halıcı ile uzun ömürler dilediğimiz Feyzi Halıcı’nın pilot kardeşleri Ömer Halıcı da, uçak kazasında şehadet şerbetini içen bir Risale-i Nur talebesiydi.)
Tarihçe-i Hayat’ına bakıldığında, haddizatında Said Nursî’nin bizzat kendisinin de vatan müdafaası için talebeleriyle birlikte cephede savaşmış, yakın arkadaşlarını şehit vermiş, yaralanıp esir düşmüş bir savaş gazisi olduğu görülür.
Cephedeki kahramanlıklarının Harbiye Nâzırınca (dönemin Genelkurmay Başkanı) takdirle takip edildiği ve esaret dönüşü ordunun teklifi ile Padişah tarafından mükâfatlandırılarak Darü’l-Hikmeti’l-İslâmiye âzalığına seçildiği de...
Üstadın kendisi böyle olduğu gibi, yakın talebeleri içinde de çok sayıda şehit ve gazi mevcut.
Şark cephesinde Ruslara ve Ermeni çetelerine karşı savaşırken şehit düşen İşârâtü’l-İ’caz kâtibi Molla Habib ve yeğeni Ubeyd bunlardan ikisi.
Risale-i Nur hizmetindeki saff-ı evvel talebelerinden, “Nurun birinci muhatabı” olarak hizmet tarihine geçen ve albaylıktan emekli olan Hulûsi Yahyagil, aynı zamanda bir Çanakkale gazisi.
Son günlerine kadar Üstadın yanından ayrılmayan; bilumum aile efradıyla birlikte nur dâvâsına hayatını vakfeden; bütün servetini Risale-i Nur’un neşri için harcayan; zühd, takva, ubudiyet ve fedakârlık âbidesi Tahirî Mutlu, İstiklâl Madalyası sahibi bir İstiklâl Savaşı gazisi.
Yine son yıllarında yanından hiç ayrılmayıp yakın hizmetinde bulunduğu Üstadın, Şanlıurfa İpek Palas Otelindeki son anlarında da başucunda bekleyen ve on bir yıl önce Almanya’dan dönerken geçirdiği trafik kazasında Ali Uçar’la beraber şehit olan Bayram Yüksel, Kore gazisi.
Ve daha niceleri. Çanakkale, Yemen, İstiklâl gazileri olarak döndükleri memleketlerinde, Risale-i Nur’la tanıştıktan sonra hayatlarının kalan kısmını iman dâvâsına vakfeden, bu sebeple karakol ve hapishanelerde mücrim muamelesine tâbi tutulup yargılanan, ama bunu da mesele yapmayıp hizmete devam eden kahramanlar...
Sonraki yıllarda da TSK mensupları içinden Risale-i Nur’a vakf-ı hayat eden birçok kişi çıktı.
Üstadın son senelerinde Isparta Tugay Camiinin temel atma merasimine onur konuğu olarak katılıp ilk harcı koyması, aradaki manevî irtibat ve muhabbetin en güzel örneklerinden biriydi.
Çoktandır yaşanan sıkıntılarda, bu irtibatın kesilip, ordu üst kademesinde Risale-i Nur'a karşı tavır alınmasının payını hiç düşündük mü?
19.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
İslam YAŞAR |
FIRTINALAR MEVSİMİ |
|
Yaprak dökümü fırtınası. Kırlangıç fırtınası. Meryem Ana fırtınası. Bağ bozumu fırtınası. Balık fırtınası. Bunlar, ülkemizde Kasım ayı içinde kopan ve kopması muhtemel olan fırtınalardan bazılarının adları. Bu aydan önce kopan fırtınalar vardı, sonra kopanlar da olacak elbette.
Dünyanın başka yerleri de sık sık mahallî adlarla anılan fırtınalarla kasıp kavruluyor. Her zaman aynı yerde olmasa da farklı yerlerde, değişik şiddette nice fırtınalar kopuyor.
Her fırtına; meydana geldiği yerin özellikleri, rüzgârın hızı, sarsıntının şiddeti, tahribatın büyüklüğü ve sair neticeleri itibariyle sık sık gazetelerde, radyolarda, televizyonlarda haber konusu oluyor.
Fırtına yüzünden meydana gelen seller, kökünden sökülen ağaçlar, yıkılan evler, uçan çatılar, savrulan arabalar; mağdur olanlar, yolda kalanlar, zorda kalanlar, darda kalanlar anlatılıyor.
Bilhassa heyecanlı muhabirlerin hazırladığı görüntülü haberler yüzünden dehşet dünyanın her yerine yayılıyor ve hadisenin yaşandığı yerden çok uzakta olan insanları da tesiri altına alıyor.
“Başına dolu yağan, dünyanın dört bucağını fırtına içinde sanır.”
Montaigne böyle dese de bu sözün mânâsı, haberleşmenin ancak posta vasıtasıyla sağlandığı ve insanların, başka yerlerde vuku bulan hadiselerden, yaşanan felâketlerden ancak günler, haftalar, hatta aylar sonra haberdar olabildiği zamanlar için geçerliydi.
Haberleşmenin mikrofonlarla, kameralarla, telefonlarla, cep telefonları ile internetle sağlandığı ve bir hadisenin yaşandığı anda başka yerlerden de takip edilebildiği günümüzde her haber insanları etkiliyor.
Bu yüzden herhangi bir mahalde yaşanan küçük şiddetteki fırtınalar bile dünyaya yayılıp umuma mal olarak hisler, duygular, düşünceler üzerinde büyük tahribât yapıyor.
Yani, ruhlarda da şiddetli fırtınalar kopuyor.
Mevsim şartlarından doğan hızlı hava hareketlenişlerinin yanı sıra, insanlar üzerinde bıraktığı neticeler nazara alınarak ‘fırtına’ tabiriyle tavsif edilen ictimâî sıkıntılar, mâlî krizler, ekonomik darboğazlar, tabiî âfetler, salgın hastalıklar, savaş, saldırı, terör ve baskın gibi beşerî felâketler de hesaba katılacak olursa, âdeta fırtınasız gün geçmiyor.
Ama onca fırtınaya rağmen hayat devam ediyor.
***
Bu günlerde, fırtınalar mevsiminden geçiyor zaman.
İnsanların hislerini saran merak saikasının gittikçe daha zor tatmin olması, böyle mevsimlerde sık sık feci hadiseler yaşanması sebebiyle zamanın her ânı insan üzerinde farklı bir tesir icra ediyor.
Bu tesirin hepsi menfî değil elbette.
Bir süre devam edip dinecek, daha sonra da büsbütün unutulacak olan müthiş kasırgalara, azgın boralara, şiddetli fırtınalara aldırmayan ve mevsim vesilesiyle tabiata akseden San'at-ı İlâhînin tecellilerine bakıp temâşâ eden mütefekkir nazarlar da var.
“Kopar sonbahar tellerinden,
Derinden, derinden, derinden,
Biten yazla başlar keder mûsıkîsi.
Bu sahillerin seslenir her yerinden,
Derinden, derinden, derinden,
Hazin günlerin derbeder mûsıkîsi.”
Meselâ Yahya Kemal, Mevsimler şiirinde bu mısralarla ifade etmiş hazan mevsiminin zamana akseden seslerinin, rikkatli hisler üzerinde bıraktığı derin tesirleri.
Gerçi gelen mevsimde, giden yazın meşguliyetinin, zevkinin, bereketinin olmayacağını düşünen şair, mevcudâta hazin bir kederin ve hüznün hâkim olduğunu söylemiş.
Fakat bu hüznün ruha huzur verdiğini de ifade etmiş.
Tabiata hâkim olan İlâhî mûsıkîyi en güzel şekilde tegannî ettirmek için ince bir itina ile akort edilmiş envaî çeşit sazlardan müteşekkil mükemmel bir fasıl heyetinden çıkarcasına yükselen sözsüz seslerde kederin tesellisini, hüznün hazzını hissetmiş.
Şiirin devamında insanların, mevsim boyunca ‘Denizlerden ve dağlardan gelen hüzne kandık’larını söyleyen şair, bu vesile ile ‘Bulutların dağılacağını, baharın geleceğini hatırlatarak bir süre sonra tabiatta icra edilmeye başlanacak olan ‘Engin bir seher mûsıkîsinin duyulmasını’ sağlamaya çalışmış.
Zîra, her ne kadar bir yerlerde, bir başka şairin tabiriyle ‘son fırtına son dalı kırıyor’ da olsa, zaman bahara doğru gitmekte, mevcudât da kendini bahara hazırlamaktadır.
Zaten şairler şiirlerinde hazan mevsimini işlerken, yazarlar romanlarında, hikâyelerinde sonbaharın solgun renklerini, kırgın şekillerini tasvir ederken hep hazanın, zamanın bahara hazırlanma faslı olduğunu insanlara hatırlatma ihtiyacı hissederler.
Çünkü zamanın her ânının ve havanın her hareketinin, bir başka hakikati ihtar ettiği fırtınalar mevsimi olan hazan, aynı zamanda hayatın gerçeklerini hatırlama zamanıdır.
Hatırlama ve yaşamaya hazırlanma zamanı…
***
Hazanı hep zahirî hâliyle hatırlar insanlar.
Bu telâkkinin teşekkülünde, sonbaharı şiddetli fırtınaların önünde savrulan sarı yapraklarıyla, kuru dallarıyla, azgın selleriyle, taşkın sularıyla tasvir eden şairlerin ve yazarların tesiri büyüktür elbette.
Fakat yaygın söyleyişle sonbahar denen, halk arasında güz ayları olarak adlandırılan hazan mevsimi, sadece fırtınalarla geçen bir zaman akışından ibadet değildir.
Hatta bu isim, senenin dört mevsiminden birine münhasır da değildir. Günün, yılın, insan ömrünün ve kâinat hayatının da kendilerine has birer hazan zamanları vardır.
Ancak kâinatı ihata eden imanî bir nazarla bakıldığı takdirde idrak edilebilecek olan bu hakikati anlayabilmek için insanların, zamanın akışına gayb-âşinâ bir nazarla bakmaları gerekir.
O zaman, hep zahirî manzaralara müteveccih olan insan iradesi, göze akseden renklerin, şekillerin, hareketlerin cazibesinden kurtularak bâtındaki gaybî güzelliklerle hemhâl olabilir.
Ne var ki her insan, hususan zaman zaman edebî ilhamlara mazhar olan şairler ve yazarlar, böyle alenî denebilecek kadar âşikâr bir hakikati ilk bakışta görebilecekleri hâlde, hislerini şiirin cezbesine ve tasvirin hevesine kaptırdıklarından göremezler.
Dünyanın deverânı içinde, bazı muayyen vakitlerde hayatın tabiî işleyişine de aksederek zahirî hâle gelen o İlâhî hakikati, bu zamana kadar bir tek âlim müşahede edebilmiş.
Bediüzzaman Said Nursî.
Sadece müşahede etmekle kalmamış, namazın beş vakte tahsisi bahsinde ikindi namazının o vakitte kılınmasının hikmetlerini izah ederken, her seviyeden insanın anlayabileceği kadar âşikâr bir şekilde terennüm etmiş.
“Asr vakti ki, o vakit hem güz mevsim-i hazinânesini ve ihtiyarlık halet-i mahzunânesini ve âhir zaman mevsim-i elîmânesini andırır ve hatırlatır. Hem yevmî işlerin neticelenmesi zamanı, hem o günde mazhar olduğu sıhhat ve selâmet ve hayırlı hizmet gibi niam-ı İlâhiyenin bir yekûn-u azîm teşkil ettiği zaman, hem o koca güneşin ufûle meyletmesi işaretiyle insan bir misafir memur ve her şey geçici, bîkarar olduğunu ilân etmek zamanıdır.”
Bediüzzaman bu paragrafta, günün hazanı sayılan ikindi vaktinde eda edilen namazın, insana senenin güz mevsimini, ömrün ihtiyarlık yıllarını, kâinatın hayatının da ahir zamanını hatırlattığını söylemiş.
Bunu yaparken, hazan mevsiminde hissedilen hallerin ve vuku bulan hadiselerin insan ruhunda harekete geçirdiği ‘hazinâne, mahzunâne, elimâne’ duyguları da nazara vermiş.
Aslında iradeden ziyade hisse hitap eden bu gibi duygular, ruhta şiddetli fırtınalar koparacak, bediî hasselerin kırılıp dökülmesine sebep olacak ve insanı ye’se sürükleyecek kadar müessirdir.
Üstelik insan iradesi harekete geçerek kontrolü ele almadığı takdirde, bu hisler aklı mütemadiyen kendileri ile meşgul edecek ve bir bakıma hayatı çekilmez hâle getireceklerdir.
Onun için Bediüzzaman, insanın bu hissî handikaptan kurtulmasının yolunun, o vakitte ikindi namazını eda ederek günün bu mühim değişme zamanını, Allah’ın verdiği nimetlere şükür vesilesi yapmaktan geçtiğini hatırlatmış.
Tabi, hatırlamak isteyene.
***
“Her vakte bir bahane bulur bînamaz olan” demiş Yazıcı Raşid.
İnsan beşerî zaaflarla muzaaftır. Onun için kendisine yapılması elzem olan işler, ibadetler, hâller, hareketler hatırlatıldığı zaman nefsin, hissin, hevesin istediği istikamette bahane hazırlar.
Bu yüzden insanların ekserisi, diğer mühim zamanlar gibi ikindi vaktini de güzel haller taşıyıp hareketler yaparak güzelleştirmek yerine malayâni meşguliyetlerle heder etmeye meyyaldir.
Hâl böyle olunca, bazı insanlar bu hususta da yalnız kendini kandırmakla kalmazlar, bizzat söyleyerek veya dolaylı yollarla tesir ederek başkalarının da ilhadına sebep olurlar.
Aslında son derece mühim bir ibadet ve şükür zamanı olan ikindi vaktinin, dolayısı ile de hazan mevsiminin, fırtınalar zamanı veya hüzün zamanı sayılmasının sebebi de bu yanlış bakış açısıdır.
Halbuki Hazret-i Muâviye’nin (ra) “Ey insan, zaman sensin. Sen iyi olursan zaman da iyidir, eğer kötü isen zaman da kötüdür” şeklinde de ifade ettiği gibi âkil bir insanın yapması gereken şey, iyi olmak ve zamanı da iyileştirmektir.
Nitekim hazana, hocası Yahya Kemal’in nazarı ile bakan Tanpınar da Sonbahar şiirinde bu mevsimi hüzün zamanı saymış ve ölümün, kederin, elemin hayatı istilâ ettiğini düşünmüş.
Hayatını da bu minval üzere yaşamış.
Buna rağmen muhataplarına kendi kalplerini dinlemelerini, ufuklara bakmalarını, mevsimi inleten elemleri düşünmemelerini ve neşelerini rüzgâra vererek her tarafa yaymalarını tavsiye etmiş:
“Durgun havuzları işlesin, bırak
Yaprakların güneş ve ölüm rengi,
Sen kalbini dinle, ufuklara bak.
Düşünme mevsimi inleten hangi
Elemdir, mest etsin ruhumu yeter
Esen rüzgârların durgun âhengi.
Yan yana sessizce mevsimle keder
Hicranla aldanmış kalbimde gezsin
Esen rüzgâra sen neşeni ver.”
19.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Kalkınmanın temelinde ne var? |
|
Bugün maddeten kalkınmış ülkelere bakın, kalkınmalarının sebebini araştırın!
Bir toplumu, bir milleti kalkındırabilecek, yükseltebilecek hangi esas ve şart varsa bunlara, bu kanunlara özellikle ve ısrarla bağlı olduklarını görürsünüz.
Biz bu kanunlara fıtrî ve tekvinî kanunlar diyoruz. Allah’ın insanı nasıl maddeten ve mânen yükseltecek teşriî, yani dinî kanunları varsa, kâinata koyduğu uyulması gereken fıtrî, tekvinî kanunları da vardır. Kâinat da Allah’ın bir kitabıdır, Kur’ân da. Her iki kitaptaki âyetler birbirini teyit eder, açıklarlar.
Bu tekvinî kanunlardan biri çalışmaktır. Allah imtihan sırrı gereği kâfir olsun, Müslüman olsun çalışan herkese verir. Ayrıca, Kur’ân’ında da, “İnsan için çalışmaktan başka birşey yoktur. Çalışmasının sonucunu da yakında görecektir” 1 buyururak bu kanuna uyulmasını emreder.
Eğer bir Müslüman kanuna uyuyorsa kalkınır, ilerler, yükselir. Geçmişte olduğu gibi. Bir kâfir uyuyorsa o kalkınır, ilerler. Allah’ın adaleti bunu gerektirir.
Tabiî ki bu çalışma üstünkörü, rastgele, gelişigüzel, plansız, programsız da değildir. Onun da kanunları vardır. O da plânlı, programlı, düzenli ve o işte fani olmaktır. Buna uyulduğunda başarısızlık için hiçbir sebep yoktur.
Çünkü “İnsan hangi şeye teveccüh ederse, onunla bağlanır ve onda fânî olur.” 2 Fânî olduğunda da o işten netice alır, başarıya ulaşır.
Sonra insan mevcutla yetinmeyecek, maddeten ve mânen sürekli gelişme, ilerleme içerisinde olacaktır. Bunun için de işini benimseyerek çaba içerisinde olacaktır.
Çünkü, “Mevcûda iktifa dûnhimmetliktir.” 3
Çalışır çabalarsın da çok kazanırsın. Ne âlâ. Kazanamayabilirsin de. O zaman ne yapmalı insan? “Bu kadar emeğim, çalışmam, gayretim boşa mı gidecek? Niye kazanamıyorum, zengin olamıyorum?” diye kendini yiyip bitirecek mi?
Hayır. İnsana düşen, sabırla, tevekkülle, kanaatle çalışmaktır. Kader herkesin kısmetini tayin etmiştir. İnsan kısmetine rıza göstermeli ki rahat edebilsin. Çalışmayıp, üzerine düşenleri yapmayıp da, “Eh kısmetim buymuş!” demek ise tembelliktir, yanlıştır. Ama insan çalışır da az kazanırsa o zaman kısmetine rıza gösterir. “Demek Cenâb-ı Hak benim için bunu takdir etmiş” deyip kanaat eder.
Hem bilemeyiz ki bazan çok kazanırız da kazandıklarımız hayırsız olur. Bazan az olur, öz olur, hayırlı olur. Çalışır, hakkımızda hayırlısını isteriz.
Eğer kazandıklarımız bizi Allah yolundan uzaklaştırıyorsa hayırsız, Allah’a mânen yaklaştırıyorsa hayırlıdır.
Bize düşen hakkımızda hayırlısını istemektir.
19.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Zemahşerî üzerine |
|
Enver Şahin: “Zemahşeri’nin Kur’ân belâgatini Hz. Üstad takdir etmektedir. Zemahşeri’yi kısaca tanıtır mısınız? Böylesine çok yüksek ilim sahibi ve Carullah ünvanını alan bir zat amelde Hanefi, itikadda Mutezile. Ehl-i Sünnet itikadı dışındakileri bizler batıl kabul etmiyor muyuz?”
Risâle-i Nur’da belâgat imamı veya ilm-i belâgatin dâhisi unvanıyla ve adından kısaca Zemahşerî olarak yer yer bahsedilen1 Ebû’l-Kasım Mahmud İbn Ömer Carullah ez-Zemahşerî el-Harezmî, büyük bir dilci, edebiyatçı, kelâmcı ve müfessirdir. Mekke’de uzun süre yaşadığı için Carullah (Allah’ın komşusu) lâkabı verilerek “Cârullah Zemahşerî” adıyla meşhur olmuş, ayrıca kendisine “Fahr-ı Harezm” (Harezm’in övünç kaynağı) unvanı da verilmiştir.
Zemahşerî, Selçuklu sultanlarından Melikşah devrinde Harezm kasabalarından Zemahşer’de Hicrî 467 (Milâdî 1075) yılında dinine bağlı bir ailede dünyaya gelmiş, ilk tahsilini, kasabanın imamı olan babasında yapmış; okuma yazma öğrenip hafız olduktan sonra ilim tahsili için o zaman büyük bir ilim ve medeniyet merkezi olan Buhârâ’ya gitmiştir.
Zemahşerî 21 yaşında Buhârâ’ya gittiğinde babası hapiste idi. Babası hapiste vefat ettiğinden artık babasını göremez. Buhârâ’da muhtelif hocalardan usûl-u fıkıh, fıkıh (Hanefî fıkhı), hadis, tefsir, kelâm, mantık, felsefe ve Arapça dersleri aldı. Bu yetişme devresinde Harezm ve Horasan bölgelerinde birçok şehre gitti ve buralarda birçok ders halkasına katılarak ilmini arttırdı. 502 (1109) Yıllarında Mekke-i Mükerreme’ye gitti ve burada bir süre kalarak zamanın meşhur ediblerinden Şerif Ali İbn Hamza Vehhâs (ö. 526/1132) gibi âlimlerden ders ve feyz aldı. Bu Vehhâs daha sonraları Zemahşerî’nin talebelerinden olmuştur. Bu arada Arap yarımadasındaki bazı yerleri ve Yemen şehirlerini gezdi ve Arapça dili üzerindeki bilgisini güçlendirdi. Öyle ki bir gün, Ebû Kubeys Dağı’na çıkarak; “Ey Araplar, gelin atalarınızın dilini benden öğrenin” diye dil konusunda Araplara meydan okuduğu meşhurdur. Dile hâkimiyeti gerçekten yazdığı eserlerde, söylediği şiirlerde ve kasidelerde açıkça görülmektedir.
Bu gezilerinden sonra memleketine gittiğini, ardından 518 (1124) yılında tekrar Mekke’ye geldiğini görüyoruz. Mekke’ye bu gelişinde artık uzun süre burada kalmış ve eserlerinden birçoğunu, bu arada meşhur tefsiri “El-Keşşaf”ı da burada kaleme almıştır.
Zemahşerî fıkıhta Hanefî olduğu halde itikadda ateşli bir Mutezile’dir. Bu yüzden çok tenkid edilmiş ve çok muhalif kazanmıştır. Ehl-i Sünnet âlimleri ile onlara hakaret derecesine varan keskin ve katı bir tutumu olmuştur. Hayatının sonlarına doğru Mutezile oluşundan tövbe edip Ehl-i Sünnet inancına döndüğü rivayet edilirse de bu, eserlerinde görülmez. Sırf Mutezile oluşundan dolayı Selçuklu sultan ve vezirleri tarafından ilimde ulaştığı yüksek mertebeye rağmen itibar görmemiş, hatta haklarında methiyeler söylediği emirler bile yüzüne bakmamışlar, ama o bildiği yoldan şaşmamıştır.
Zemahşerî, nahiv, edebiyat ve İslâmî ilimlerde şöhret bulmuş çok sayıda âlim yetiştirmiştir. Kalemi kuvvetli ve çok yazan bir âlimdir. Elli civarında eseri vardır. Belâgat, Arapça lûgat, Arap dili grameri, fıkıh, tefsir, hadis lûgati, kıraat, nasihat, irşad, vaaz konularında muhtelif eserler vermiştir.
Zemahşerî’nin İslâm âleminde tanınmasını sağlayan en ünlü eseri “el-Keşşaf an Hakâikı’t-Tenzil ve Uyûni’l-Ekâvîl fı Vücühi’t-Te’vîl” adındaki Kur’ân-ı Kerim tefsiridir. Bu meşhur tefsir kısaca “Keşşaf” olarak tanınır. Keşşaf tefsir tarihinde önemli bir yer tutan, üzerinde yüzlerce şerh ve haşiye yazılan, hakkında olumlu-olumsuz çok sayıda eleştiri yapılmış olan bir kitaptır.
Zemahşerî bu eserini Mekke’de kaldığı sırada kaleme almış ve iki senede tamamlamıştır. Bu eserinde Zemahşerî, kendinden önce yazılmış tefsir ve müfessirlerden büyük ölçüde istifade etmiş, eserinde onlardan nakillerde bulunmuştur. Zemahşerî’nin bu tefsiri daha ziyade dil ve belâgat bakımından önemlidir ve belâgat yönünden Kur’ân’ın mucizeliğini ortaya koymuştur. Bu yönüyle kendinden sonra gelen bütün dirayet tefsirleri ondan istifade etmişler ve Keşşaf Tefsiri “Ummu’t-tefâsîr” (tefsirlerin anası) kabul edilmiştir.
Ancak Zemahşerî, Mutezile mezhebinden olduğu ve mezhebini savunur biçimde yorumlara ve açıklamalara gittiği için tefsiri çok eleştiriye uğramış ve tefsirindeki Mutezile mezhebinin görüşlerine uygun yorumların ayıklanması ve çürütülmesi amacıyla birçok eser yazılmıştır.2 Zemahşeri ilmî çalışmalarının büyük bir kısmını yürüttüğü Harezm’de Seyhan nehri kenarındaki Cüraniye’de Hicrî 538 (Milâdî 1143)’de vefat etmiştir. Eseri olan Keşşaf, Kur’ân-ı Kerim’in belâgat ve i’câzını en güzel ortaya koyan eser olarak tarihe geçmiştir.
Zemahşerî’nin itikadî bakımdan Mu’tezile oluşu, Kur’ân’ın belâgatını ifadedeki dâhîliğine bir nakîse getirmez. Bediüzzaman Hazretleri de, Ehl-i Sünnetin, Mu’tezile mezhebinin en mutaassıp fertlerinden biri olmasına rağmen Zemahşerî’yi küfürle itham etmediğini, hatta onun hakkında bir necat (kurtuluş) yolu aradığını ifade eder. Bunun sebebini ise, Zemahşerî’nin Ehl-i Sünnete olan itiraz noktalarının, hak zannettiği mesleğindeki ‘muhabbet-i hak’tan ileri geldiğini ifade ederek açıklar.3
Dipnotlar: 1- İşârâtü’l-İ’câz, s. 175, 185; Şuâlar, s. 217; 2- Ömer Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi, Ankara 1960, II, 291-293; 3- Mektûbât, s. 437
19.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
1929 ekonomik buhranı |
|
Bundan seksen sene önce, yine bir Ekim ayında, yine ABD merkezli “Kara Perşembe” diye hatırlanan bir ekonomik kriz yaşanmıştı.
Şimdilerde dünyaya dalga dalga yayılan kriz işte bu tarihî olayı hatırlattı.
Gazetelerin ekonomi sayfalarında Amerika’nın çöküş ve yükseliş devrinin en canlı şahitlerinden ünlü ekonomist John Kenneth Galbraith’ın “Crash of 1929” isimli eserine de atıfta bulunan ilginç makaleler yayınlandı.
Patlayan balonlar
Faiz, bankalar, hisse senetleri, borsa oyunları kısa süreli bir refah veriyordu. Adeta ekonomik bir kasırga olan krizler, zahirî refahın yaldızlı balonlarını bir anda patlatıveriyordu.
Krizi ve İkinci Dünya Savaşı sonrasını yaşayan Galbraigt bütün ekonomik sıkıntıların sebebini “İnsanoğlunun kâğıttan para kazanmayı sürekli hale getirmesi” olarak açıklıyordu. Neticede “balonlar ekonomik kriz olarak patlıyordu”.
1929’da “Sen çalış ben yiyeyim” mantığıyla insanlar bütün mal varlıklarını (Hatta bankalardan kredi alarak, evlerini, çiftliklerini ipotek ettirerek) hisse senetlerine yatırarak, borsaya girmişlerdi. Bankalar da halktan topladıkları mevduatı borsaya yatırmışlardı. Borsada hızla değerler düşmeye başlayınca insanlar bir günde bütün mal varlıklarını kaybederek ellerindeki “değersiz kâğıtlarla” kalakalmışlardı. Bankalar da teker teker batmaya başlamıştı.
“Kısa zamanda köşeyi dönme hırsı” bir çok insanı sadece maddî değil, mânevî anlamda da yıpratmıştı. Kariyer ve mal varlığını bir anda kaybedenler boşluğa ve bunalıma sürüklenmişlerdi.
İntiharlar 1929 ve 1939 yılları arasında ABD tarihi boyunca en üst düzeylere çıkmıştı. Öyle ki Galbraith bu tabloyu şu ibretli misalle anlatıyor: “Otel sahipleri, oda kiralamak isteyen müşterilerine ‘odayı geceyi geçirmek için mi, yoksa intihar için mi kullanacaksınız?’ diye sorarak veriyorlardı.”
Büyük şehirlerde açlığa çözüm için ücretsiz çorba dağıtan yerler açılmıştı. Büyük arazi sahipleri sebze ve meyve ekerek bunları muhtaçlarla paylaşmıştı.
Krizin üstesinden yardımlaşma, dayanışma ve daha çok çalışıp, üretmekle gelinmişti. Yani insanı insan yapan değerlerle…
Galbraith, “balonların patlamasına” benzettiği ekonomik kriz sonrasında “iyileşme” döneminin başladığını ve ABD’nin “bilgi toplumu” olmasında, 1929 ekonomik krizinin büyük payı olduğunu ifade etmekte.
Bakalım 2008 yılının mâlî krizi zahiren çirkin görünen perdesinin ardında hangi güzellikleri saklıyor?
Unutulmaya yüz tutmuş hangi değerleri insanoğluna bir kez daha hatırlatacak?
Annelik-babalık mesleği
e yazık ki bu çok önemli mesleklerin eğitimi ve diploması yok. Araba sürmeyi öğrenirken bile bir eğitime tabi tutulurken anne baba olmanın eğitimi insanlarımıza verilmiyor. Pek çok bilgi deneme yanılma yoluyla belki de ağır faturalar ödeyerek yaşanarak öğreniliyor. Ya da çevreden ne görülürse, kendi çocukluğunda neler yaşamışsa aynı geleneksel yöntemler “çala kalem” uygulanmaya çalışılıyor.
Oysa ki yeni nesil, o kadar farklı bir kuşak ki!
Neyse ki son yıllarda sivil toplum kuruluşlarının konu ile ilgili ana babalara yönelik eğitim programları var da, pek çok pedagojik bilgi bu merkezlerde uzmanlarca verilen seminerlerde paylaşılmakta.
Ayrıca çocuk eğitimi ile ilgili birbirinden güzel bir çok kitap da imdada yetişmekte. Yeter ki, ana babalar istesin!
Âyetteki gibi “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?”
İlim her şeyi aydınlatıyor ve güzelleştiriyor. Bilinçli bir anne baba olmanın yolu da bilmediklerimizi öğrenme, öğrendiklerimizi de günlük hayatımıza aktarabilme tutarlılığından geçiyor.
Bu bilinç ve ilimle donatılmış evler dünyada, ahirette mutlu bir geleceğin sigortası hükmünde oluyor.
Anneliği yeniden
tanımlamak
Kavramların yeniden tanımlanmaya başlandığı Batı toplumlarında düşünen araştırmacı kadınlar anneliğin de kendini yeniden organize etme ve özgürleştirme anlamında tanımlanması gerektiğini ifade ediyorlar. Geçen yazılarımızda söz ettiğimiz Eva Herman ve Sylviane Agacinski bu konuda başı çekenlerden.
Anneliğin bilinçli bir şekilde yeniden keşfedilmeye çalışılması konusunda ilginç kampanyalar da düzenleniyor. “Emzirmek en iyisidir / Breast is Best” bunlardan bir tanesi. Bebeği olan ünlü san'atçıların anneleri “özendirme” maksadıyla bebekleriyle birlikte yer aldıkları resimler topluma açık alanlarda, gazetelerde, dergilerde sıkça yayınlanıyor. Türlü mamaların üretildiği ve bebek emzirmenin bir yük olarak görüldüğü toplumlar için ilginç bir adım değil mi?
19.10.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
‘Kriz İlâhî ikaz’ desem, yine mahkemeye verilir miyim? |
|
Kriz, hastalık, deprem, savaş, yangın, sel ve sair âfetleri hemen hergün yaşar ve duyarız. Şimdilik, kriz bütün dünyayı ilgilendiren bir felâket.
Acaba, Batı medeniyeti için ne anlam ifade edi-yor? Irakta, Afganistan’da ve dünyanın muhtelif yerlerinde çocukların, kadınların, gençlerin, ihtiyarların, bebeklerin başına bomba yağdıran, namusları paymal eden, işkencelerin en dehşetlisini yaşatan ABD ve buna destek veren ve seyreden Batı medeniyeti, yaşadığı kriz ve sair âfât ile bunun bedelini mi ödü-yor?
Ve, “İnsanların başına yağan bombalar, Türkiye’den kalkan uçaklardan atıldığı için, kriz, Türkiye’yi de vurması, kaderin adaletidir!” desem, acaba yine DGM ve 312’nin yerini alan 301 veya 125. maddeyi ihlâlden mahkemeye verilir miyim? Öyle ise, “Ben demedim, Papa dedi!”
Yolunu şaşırmış, Kur’ân’la barışık olmayan felsefeden beslenen II. Batı’nın saldırılarını, işgallerini, zulümlerini meşrû gören Müslümanlar da bu krizden etkilenmeyecek mi? Herkes kendisini bilir, şimdiden tevbe-i nasuh ile tevbeye otursun!
Gelelim krizin diğer cephesine: Batı medeniyetinin maddî olarak da çöküşünü mü sembolize ediyor? Batı medeniyeti, “Güçlü daima haklıdır ve kazanmalıdır! Ben tok olduktan sonra başkası açlıktan ölse bana ne! Sen çalış ben yiyeyim!” prensibi ve felsefesi üzerine kurulduğundan yıkılmaya mahkûm. Çünkü, zenginden fakire baskı ve zulmü, fakirden zengine kin ve nefreti besler. Zaten Batı’da, korkutucu boyutlara ulaşan bu araştırmalar, intihar, hırsızlık, cinayet, gasp ve soygun, fuhuş ve serserilik Avrupa’yı kasıp kavuruyor. Kapitalizmin hâkim olduğu yerlerde insanlık iyilik, yardım, muhabbet, sevgi, diğergamlık gibi ulvî duygulara hasret!
Bediüzzaman, şaşkın, firavunlaşmış felsefeden beslenen II. Batı’nın akıbeti için şöyle der:
“Bil, ey ikinci Avrupa! Sen sağ elinle sakîm ve dalâletli bir felsefeyi, sol elinle sefih ve muzır bir medeniyeti tutup dâvâ edersin ki, ‘Beşerin saadeti bu ikisiyledir.’ Senin bu iki elin kırılsın ve şu iki pis hediyen senin başını yesin ve yiyecek!” (Lem’alar, s. 119.) Eski Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği 1989’da dağıldı. Bu komünist sistemin çöküşüydü. Sıranın Batı kapitalizminde olduğunu söylemek kehânet değil! Zaten iki sistem de, materyalizmin ikiz çocukları! İkisi de yaşlandı, ikisi de bıktırdı, ikisi de sekerâta düştü. Biri öldü, sıra ikincisinde.
Eski Sovyetler Birliğinin temsil ettiği komünizm sistemi, dünyada pek çok ilim adamı ve mütefekkirin hiç ummadığı, beklemediği bir zaman ve hızda çatır çatır yıkıldı... 80 sene öncesinden, komünizm sisteminin yıkılacağını ve Rusya’nın dahi dönüp Hıristiyan olamayacağını ve dinsiz kalamayacağını söyleyen Bediüzzaman Said Nursî, kapitalizmi de aynı akıbetin beklediğini haber vermiş. Söz Bediüzzaman’ın, onu dinleyelim:
“Ey sefahet ve dalâlette bozulmuş ve İsevî dininden uzaklaşmış Avrupa! Deccal gibi bir tek gözü taşıyan kör dehan ile ruh-u beşere cehennemî bir hâleti hediye ettin! “Sonra anladın ki, bu öyle ilâçsız bir ilettir ki, insanı a’lây-i illiyyinden [en yüksek mertebeden] esfel-i sâfilîne [aşağıların aşağısına] atar; hayvanâtın en bedbaht derekesine indirir. Bu illete karşı bulduğun ilâç, muvakkaten ibtal-i his [duyguları iptal] hizmeti gören cazibedar oyuncakların ve uyuşturucu hevesât ve fantaziyelerindir. Senin bu ilâcın senin başını yesin ve yiyecek!” (Lem’alar, 90-107.)
19.10.2008
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
|
|