"Gerçekten" haber verir 19 Ekim 2008
Anasayfam Yap | Sık Kullanılanlara Ekle | Reklam | Künye | Abone Formu | İletişim
ASYA'NIN BAHTININ MİFTAHI , MEŞVERET ve ŞÛRÂDIR

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi

adresine bekliyoruz.

 

Basından Seçmeler

GERİSİNİ SEN DÜŞÜN BAŞBAKAN...

27 Nisan’ın ertesi günü gazetelerini, bul, oku, başbakan. Bak bakalım kaç kişi doğru yerde durmuş, kaç kişi yanlış?

Artık ben bilemiyorum, o zaman neye doğru diyordun? Neye yanlış? Şimdi neye doğru diyorsun? Neye yanlış? O zaman yanlış yerde duranlar, şimdi doğru yerde mi duruyor? Yoksa, o zaman doğru yerde duranlar, şimdi yanlış yerde mi?

Ben bunun içinden çıkamam. Sen nasılsa çıkarsın içinden. Çünkü ‘doğru’ yerdesin. ‘Doğru’ yerdekilerin içinden çıkamayacağı hiç bir ‘iş’ yoktur bu memlekette.

Artık ne dediğin anlaşılmıyor başbakan. Ama nerede durduğun Allah için her yerden görünüyor. Evet, doğru yerdesin. Artık, hem niyetsizsin hem de büyük kısmet peşindesin. Hem böyle bir abesle iştigal edip hem de kazançlı çıkmak için en doğru yerdesin. Türkiye’desin.

Geçen sene yanlış yerdeydin. Düzelttiler.

Bu memlekette yalnızca ‘doğru yerler’ vardır. Başka da bir şey yoktur. Dosdoğru hakikatler yoktur mesela. Unutmuştuk. Hatırlattın başbakan.

Ertuğrul Özkök’le yeni bir söyleşi vakti gelmedi mi başbakan? Hem artık ‘doğru yerde’ buluşursunuz. ‘Doğru yerde’ oturursunuz. Yeter ki doğru yerde durun, ondan sonra istediğiniz kadar eğri konuşabilirsiniz.

Onlar zaten senle birlikte daha ‘doğru’ işler yapmak için ‘uzlaşmak’ istiyorlardı başbakan.

Onlara dikkat et. Hiç yanlış yere düşmezler. Onların siyaseti yanlış yere düşmeme siyasetidir. Bak, Irak’ta jet uçuran Ertuğrul Özkök şimdilerde senin dış politikana hayran. Niye mi? Çünkü artık doğru yerdesin. Doğru yeri asla kaybetmeme siyasetindesin.

Mesele ‘doğru’ yerse, sakın yanlış anlama başbakan, ama onlardan, hasmın ilan ettiklerinden öğreneceğin çok şey var. Çünkü, doğrunun ve yanlışın bu memlekette ‘yer’den ibaret olduğunu onlar ezelden beri biliyorlar.

Bir, yeri olanlar vardır bu memlekette, bir de, yeri olmayanlar. Yeri olanlar, doğru yerdedir. Yeri olmayanlar, yanlış yerde. Bütün ama bütün mesele bundan ibarettir. Gerisi hikâye.

Geçen sene senin de yerin yoktu başbakan. Yanlış yerdeydin. Bu sene yerli yerindesin maşallah.

Kapatma davasının ertesinde gazetelerde yazılanları tekrar oku başbakan. Kim doğru yerde, kim yanlış yerde, bize bir söyle. Üzerinden çok zaman geçmedi, doğrular yanlışlar aynıdır. Ama, belli ki seninle birlikte ‘yer’ değiştirmişler.

Aydın Doğan’ın Hilton için dediği gibi, boşuna mı edindin bu yeri sen de başbakan? Arkadaşların yardımıyla orayı ‘doğru yere’ çevirirsin artık.

Artık yavaş yavaş doğru yerde duruyorsun zaten. Senden önceki bütün başbakanların durduğu yerde duruyorsun.

Doğru yer orası, biliyorsun. Çünkü orada durduğun vakit, başın birilerinin ayaklarına değiyor. Kimin ayaklarına değiyor söylemeyeyim. Başı da ayağı da rencide etmeyeyim.

“Biz doğru yerdeyiz, gerisini yanlış yerde duranlar düşünsün” demişsin, başbakan. Ne güzel demişsin. Ama bunu daha iyi ifade edebilirdin.

Bak işte burada uzman görüşü veriyorum sana başbakan. İşim buydu, yıllarca kelimelerle uğraştım. Her ifadenin en kısasını, en vurucusunu aradım.

Senin söylediğini senden daha iyi ifade eden biri vardı bu memlekette. Kulakları çınlasın, Yasin Hayal. (Kime niyet, kime kısmet...)

“Akıllı ol Orhan akılllı” derken Orhan Pamuk’a, aynı şeyi söylüyordu. ‘Doğru yeri’ işaret ediyordu. ‘Doğru yerde’ dur Orhan, yoksa ‘gerisini sen düşünürsün’ demek istiyordu.

Yasin Hayal’in ifade gücüne sahip olmanı temenni ederim, başbakan. Aynı derdi senden daha iyi, daha kısa ve daha vurucu anlatmış. Gerisini artık sen düşün başbakan. Sen düşün.

Duydun mu başbakan?.. Şehit anası Havana Yeşil, Başbuğ’a hitaben”.... bu iddialar doğru mu, bana cevap vermek zorundasınız” demiş.

Ne diyelim şimdi ona? Yanlış yerde mi duruyorsun diyelim? Çünkü yanlış yerde duruyorsa, belli ki ‘gerisini o düşünecek’ Çocuğunun mezarının başı yanlış yer midir?

Doğru yerdesin, başbakan, doğru yerde.

Doğru yerde duranların zaten iyi kötü ‘bir hukuku’ vardır bu memlekette. Başka hukuka da ihtiyaçları yoktur. Gerisine de karışmazlar. Yani, bir şey daha anlaşıldı bu vesileyle başbakan, yeni anayasa manayasa, artık Hak getire. Belli ki doğru yerde duranların gerisini düşünmeyen ‘hukukuyla’ idare edeceğiz.

Biz yanlış yerdeyiz. Doğrudur. Çünkü durduğumuz yerde başımız kimsenin ayaklarına değmiyor. Dilimizde hayasızların diline dolanmıyor. Gerisini de artık sen düşün başbakan, sen düşün.

Taraf, 18.10.2008

Gökhan Özgün

19.10.2008


Şehitler ve otoriterleşme

Taraf gazetesi, önceki gün, İnsansız Hava Aracı’nın çektiği görüntüleri ihtiva eden 2 Ekim 2008 tarihli bir belge daha yayınladı.

Koordinatlar, Aktütün’e 1 km mesafedeki PKK’lıları gösteriyor.

Türkiye saatine göre 9.00-9.30 sırasında, PKK’lı grubun, sırtlarında yükleriyle yürüdüğü görülüyor.

Dün baktım...

Genelkurmay’ın bir açıklaması var...

Nedir diye merak ettim...

Genelkurmay Başkanlığı yaptığı haftalık bilgilendirme toplantısında Taraf Gazetesi’nde yayınlanan fotoğrafların Aktütün bölgesine ait olmadığını belirtmiş... Toplantının başında gazetecilere fotoğraflar gösterilmiş ancak yayın yasağı hatırlatılmış. İstihbarat zaafiyeti olmadığı vurgulanmış... İkinci Ordu Komutanı’nın halen bölgede incelemelere devam ettiği de açıklanmış... Aktütün sorularına cevap bulamadığım gibi aklıma yeni sorular da takıldı...

* * *

Birincisi, madem fotoğraflar ‘Aktütün’e’ ait değil, askeri rejim görüntüleri verip, bağırıp çağırmak yerine neden bunu hemen açıklamadınız? Madem elinizde bunu ‘ispatlayacak’ belgeler var, neden bunu medyaya vermiyorsunuz? ‘Yayın yasağına’ sığınmak bir izah olamaz... Çünkü yasağı koyan zaten Genelkurmay’a bağlı ‘askeri mahkeme’...

İkincisi, yasaklar ‘Genelkurmay açıklamalarını’ kapsamıyor... Doğrusu, bu açıklamanın ‘TSK Gazetecileri’ dışında, bu işin ehli olanları ikna edeceğini de hiç sanmıyorum...

Üçüncüsü, madem ‘istihbarat zaafiyeti’ yok, güpe gündüz bu baskına nasıl cüret ettiler, çatışma nasıl bu kadar uzun sürdü ve beşinci kez basılan karakolda bunca asker neden şehit düştü?

Tabii bu şifai açıklamadan önce sergilenen gereksiz öfke ve tehditin de Aktütün Baskını ile ilgili şüpheciliğimi daha da artırmış olduğunu söylemeliyim...

* * *

Konunun ‘özünün’ saptırılmaması için...

Bir kez daha vurgulamak da fayda var...

Neyi, neden tartışıyoruz? Amaç askerlerimizin ölmemesi değil mi? Aranan soru şu:

‘Aktütün’de on yedi askerimiz neden ve nasıl şehit düştü?’ Ama galiba asıl kızdıran soru da bu... Nasıl ki, bir yıl önce Şırnak Gabar’da askerlerimizin nasıl şehit düştüğünü öğrenemediysek, bunun da ‘gerçek nedenini’ öğrenemeyeceğiz gibi...

Dağlıca’yı sanki öğrendik mi?

Gene geçen yıl karakollarımızdan birinde ‘ekmek arabasını’ ele geçiren iki kişi, yedi, sekiz askerimizi rahatça şehit etmemiş miydi? Sorumluları öğrenebildik mi? Demokratik bir eleştiri bunu engeller... Ama gel gör ki, Ankara, ‘Otoriterleşme’ arzusunu artırarak, bu sorgulamayı önlemek istiyor...

* * *

Beni şaşırtan Başbakan’ın tutumu...

‘Otoriterleşmeye’ karşı çıkacağına, o da o ‘kervana’ katılıyor...

İspatı mı?

Son zamanlarda siyasal iktidarın demokrat bulmayıp, sürekli eleştirdiği Mehmet Ali Birand’ın dünkü yazısı.. ‘Taraf, -beğenirsiniz veya beğenmezsiniz- gazetecilik yapmıştır. Eline geçen belgeleri, doğruluklarına inanmış olduğu için yayınlamış ve Genelkurmay’a ‘Bu belgeler, PKK’nın bölgede yığınak yaptığını, özellikle de Aktütün baskını günü açıkça faaliyet gösterdiklerini ortaya koyuyor. Neden gereken önlemler alınmadı? Öyleyse, 17 şehidin sorumluluğu kimin sırtındadır?’ sorusunu sormuştur. Genelkurmay Başkanı’nın tepkisi, bu soruyu yanıtlamadı. Oysa hepimizin beklentisi, Aktütün’de bir ihmalin olup olmadığına açıklık getirmesiydi. Gerçi 2. Ordu Komutanlığı’nın bir soruşturma açtığını, sonuçlarından da kamuoyunun haberdar edileceğini söylemekle yetindi. Ancak, yine de mesajı düzeltmek yerine, mesajcıyı dövmeyi tercih etti.

TSK’yı eleştiren herkesi azarladı. Ses tonu ve kullanılan kelimeler öylesine sertti ki, bu tip belgeleri yayınlayanların cezalandırılacağına işaret etti. Komutan hatalı davrandı.

Belgelerin sızmasını ve bunların yayınlanmış olmasını ‘vatana ihanet’ olarak niteledi. Ateş püskürdü. Neden?

Belgelerin sızıp sızmaması TSK’nın kendi bir iç sorunudur. Dikkatli olsunlar, önlemlerini alsınlar, sızdırmasınlar. Ancak bu belgeler doğru ise, o zaman bunların yayınlanmasına kimsenin tepki göstermemesi gerekir. Medyanın görevi, belge sızdırmak ve bu belgelere dayanarak sorumlulara hesap sormaktır.’

Siyasal iktidar şimdi bu tespitin çok gerisinde kalmış durumda... TBMM’nin askerler tarafından boykot edilmesine...

Genelkurmay Başkanı’nın Meclisin ‘af yetkisini’ sahiplenerek ‘kısmı ve genel af olmaz’ demesine.. Kuvvet Komutanlarıyla ancak askeri rejimde verilen görüntelere hiç ses çıkarmayan 27 Nisan mağduru Başbakan anti demokratik bir duruşdan yana tavır alıyor, askeri rejim görüntülerinden değil, Taraf’ın sorularından rahatsız oluyor... Nereden nereye ..

‘Çocuklar neden ölüyor’ sorunun cevabını ‘otoriter bir rejim’ özlemiyle cevaplamaya çalışan Ankara manzaraları.. O kadar çok gördük, o kadar çok yaşadık ki...

* * *

Askerin hikmetinden kuşku duyulmayacak...

Siyaset kurumu da bunu destekleyecek...

O arada da çocuklar ölüp duracak.

Şimdi ‘Ankara Koalisyonu’ bunu seslendirmekte...

Allah aşkına...

Bunun ‘faşizmden’ ne farkı var?

Star, 18.10.2008

Mehmet Altan

19.10.2008


Başbakan ne yapabilirdi?

Çok yakınımda biri, Şemdinli Savcısı hazırladığı iddianame sebebiyle görevden alındığında “Bir daha oy vermeyeceğim AK Parti’ye” demişti.

Sonra 27 Nisan e-muhtıra geldi, ertesi günkü hükümet açıklaması hoşuna gitti, yeniden oy verecek oldu, ve son Başbakan tavrı onu yine öfkelendirdi, “Yok artık, oyum yok AK Parti’ye...” dedi.

Başbakan, “Durduğu yer” sebebiyle “Demokrat” çevrelerden tepki alıyor. Bekleneni vermedi, Başbuğ’un arkasında durdu. Düşünüyorum da, acaba beklenen neydi? Mesela:

-Genelkurmay Başkanı’nı görevden almak! Mesela:

-Soruşturma açılmasını istemek. Mesela: -Genelkurmay Başkanı’nı çağırıp, “Dağlıca’da, Aktütün’de ne oldu, diye sormak... Gerçekten bir ihmal var mı?” Ve mesela: -Susmak. Size göre Türkiye, bir Başbakan’ın Genelkurmay Başkanı’nı görevden alabileceği demokratik olgunluğa erişti mi?

Sanırım bu soruya “Evet” cevabı verecek insan yoktur. Peki ya “Başbakan’ın Genelkurmay Başkanı hakkında soruşturma açılmasını isteme” noktasına geldik mi? Ben bunu da henüz beklemiyorum. Belki “Aktütün’de ne oldu?” sorusunu sorabilirdi.

O bile bir önemli demokratik hamle sayılırdı. Ama bunu kapalı kapılar ardında sorması da anlaşılabilir bir hassasiyettir. Ben Türkiye’deki demokratik standartlar içinde bir Başbakan’ın en realist tavrının “Susmak” olabileceğini düşünüyordum. Kaldı ki “Susmak” bile bir tavır olabilirdi, bir kuşkuyu önemsemek anlamına gelebilirdi, o suskunluk Askeri, suskunluğu tatmin etme zorunda bırakabilirdi vs...

Gördük ki, Başbakan’ın kendine göre “reel - politik”değerlendirmesinde susulamıyor bile... Çünkü sustuğunuzda Ragıp Duran’ın ifadesiyle “Apoletli Medya” tarafından “Başbakan niye susuyor, Orduyu yalnız bırakıyor” suçlamalarına hedef olunuyor ve herhalde Başbakan, böyle bir yaklaşımın toplumsal karşılığı bulunduğunu da düşünüyor. Eğri oturup doğru konuşalım, henüz Türkiye’de zor, bir Başbakan’ın askeri alanı sorgulaması... Taraf’ın yaptığı gazetecilik de kolay değil, zor. Ama aklıma şöyle bir soru geliyor:

-Taraf’ın gazeteciliğini diyelim Vakit yapsaydı, -yapabilirdi, zaman zaman yapıyor da zaten- Türkiye’deki tartışma nasıl gelişirdi? Medyadaki militarizmi eleştirerek gelen Ragıp Duran’ın internetteki yazısını okudum, o bile Vakit’in “Golfçü Paşa” haberlerini değerlendirirken “Dincilik” yaftasını, bir tür haberciliği zayıflatan unsur olarak değerlendirmiş. Hükümetin AB reformlarını, “Dinci politika adına askeri zayıflatma” olarak yorumlayan az medya mensubu mu vardı?

Taraf iyi gazetecilik yapıyor, evet kutluyorum, ama buradaki etkinlikte gene de, mesela Türkiye’nin “Öteki” kesimlerinden, “Zenciler”inden olmamanın, hatta “uluslararası bir desteğe sahip olabilme” imkanının tesiri yok mu? İçimdeki soru şu:

-Türkiye’de Ahmet Altan’a dava açmak mı zordur, Başbakan Erdoğan’a dava açmak mı? Ne ise? Her şeye rağmen, Başbakan’dan daha demokrat bir tavır beklemenin haklı olduğunu düşünüyorum. Bunun bile, demokratik süreci geliştirecek bir söylem olduğu inancındayım.

Şemdinli’den sonra bu ikinci oluyor. Üçüncüsünde eminim ki, Genelkurmay Başkanları da, Başbakanlar da, standartlarını “demokrasiden yana” geliştirmek zorunda kalacaklardır. Bundan sonra her şehit haberi...

Çok açık bir gerçek: Dağlıca ve Aktütün’den sonra her şehit haberi, daha sorgulayıcı duygularla okunacaktır. Bunu ne sayın Başbuğ’un öfkeli duruşu, ne sayın Başbakan’ın onun arkasında yer alışı önleyebilir. Aktütün’den sonraki “Beş şehit” haberi, gidip, toplumun bu kuşkusuna çarpmıştır, bunu hisseden hisseder. Bundan sonra daha çok “Hep garibanlar ölüyor” sesleri yükselecektir.

Bundan sonra askeri cenah daha çok “Falanca komutan da yaralandı” haberleri verme ihtiyacı hissedecektir. Evet, bundan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır. Bundan sonra daha sık, “25 yılda neden çözülemedi?” sorusu sorulacaktır. Bundan sonra daha çok “Kim terörden besleniyor?” sorusunun cevabı aranacaktır.

Ne derler, Dağlıca ve Aktütün’le cin şişeden çıktı. Demokrasiler herkesin hesap verebildiği bir rejimin adı olmalıdır.

Bugün, 18.10.2008

Ahmet Taşgetiren

19.10.2008


K. Irak’a gidiş durdurulmadan, K. Irak’tan geçiş durdurulamaz

G.kurmay başkanlığı basın bilgilendirme toplantısında Taraf Gazetesi’nde Aktütün saldırısıyla ilgili olarak yayımlanan görüntülerin, Aktütün’e veya Bayraktepe’ye ait değil, başka bölgelere ait olduğu açıklaması yapıldı.

Böylece sözkonusu haber yayımlandığından beri ilk defa konuyla ilgili bir “açıklama” gelmiş oldu.

Bu açıklamanın yeterince “açıklayıcı” olup olmadığı ayrı ve tabii ki önemli bir konudur. Yapılan açıklama başka sorulara da tabii ki bir sürü açık alan bırakıyor. Bu konudaki teknik-askeri detaylara vakıf olmadığımız için şeffaf toplum içinde tartışmanın tatmin edici bir hal almasını beklemek durumundayız. Ancak yeterince tatmin edici olmasa bile yine de G.kurmay Başkanlığından asıl beklenen tutumun bu olduğunda hiç kuşku yok.

Bu durumda sormak gerekmiyor mu? G.kurmay ve medya ilişkisini çok daha sağlıklı bir düzeyde devam ettirebilecek bu yol açık iken, iki gün önce G.kurmay başkanı Org. İlker Başbuğ’un arkasına kuvvet komutanlarını alarak öfke tonu bir hayli yüksek, “medyaya muhtıra” modunda yaptığı açıklamaya ne gerek vardı? O öfke moduna bir defa yakalanmışken sağlıklı bir cümle kurmak bile mümkün değil. TSK’nın bütün komuta kademesi, bütün kamuoyunun kendilerinden makul bir açıklama beklediği bir konuda, üstelik yazılı bir metin hazırlamış olarak verdikleri açıklama, neresinden bakarsanız, bırakınız demokrasi-medya-toplum ilişkileri konusunu, askerin stratejik yaklaşımlarıyla ilgili de ciddi sorunlarımızın olduğunu gösteriyor. Sonuçta G.kurmay’ın bilgilendirme toplantısında yaptığı gibi veya belki yine Başbuğ’un daha serinkanlı yaklaşımları yoluyla, aklına sorular üşüşmüş kamuoyunu biraz yatıştırma imkân ve ihtimali varken, fevri bir tepki yolunu seçmiş olmanın açıklanabilir bir tarafı yok. Biraz iletişim melekesine sahip olan herkesin, bu fevri çıkıştan, Taraf Gazetesinin haberindeki iddiaların zımnen kabul edilmiş olduğu, en azından buna karşı bir açıklamanın bulunmadığı sonucunu çıkarabileceği çok açıktır. Herkesin gördüğünü komuta kademesinin görmemiş olması ayrı bir sorun, bunu görmüş de buna rağmen yapmışsa kuşkusuz ayrıca vahim bir sorundur.

Başbuğ’un sesini öfkeyle en çok yükselttiği yer “terör örgütünün başarılı gibi gösterilmesine” karşı tepkisini ifade etiği yerdi. Oysa ne Taraf Gazetesi haberlerinde ne de bu kadar çok şehidin veriliyor olmasına karşı giderek artan hoşnutsuzluk ifadelerinde görülmesi gereken şey terör örgütünün başarılı görülüyor olması değil, aksine askeri taktiklerin başarısızlığıdır. Saldırı yapıldığı andan itibaren, saldırıya maruz kalan karakoldaki askerlerin büyük bir kahramanlık destanı yazmış olduklarında kimsenin bir kuşkusu olduğunu sanmıyorum. O askerler gerçekten canlarını dişlerine katarak, sonuçta da hayatlarına mal olan bir destan yazmayı başardılar. Kimse şehit düşen askerleri eleştirmiyor ki. Veya sorun o saldırıya maruz kalan ve görevlendirildiği canları pahasına savunan askerlerin kahramanlığı değil ki.

Sorun yıllardır terörün kaynağını, nedenlerini, sosyolojisini ısrarla yanlış yerlerde arayan, dolayısıyla teröristin tam olarak nereden geldiğini bir türlü göremeyen, görse bile bunun önlemini üst düzeyde almayan, alamayan askeri stratejilerdir. 25 yıldır süren bir terör öldüre öldüre bitmiyor hatta daha da büyüyorsa bu istatistiksel olarak da artık başka yolların aranması, denenmesi gerektiğini anlatan yeterli bir ders olmalı değil midir?

Her saldırı sonrası gözleri hemen Kuzey Irak’a, oradaki siyasi yapılanmalara çevirmekten vazgeçmekle başlayabiliriz. Terörün kaynağı Kuzey Irak değil, Türkiye’dir. Türkiye sınırları içinde genç insanları kolaylıkla dağa çıkaran bir ortam vardır. Bu ortam bir ölçüde Kürt sorunuyla bir ölçüde de sorunların devamında bir ekonomik-politik kâr mekanizmaları üretmiş örgütsel yapılardır. Bu ortam görülmeden, bu ortam yeterince analiz edilmeden terörün kaynağını Kuzey Irak’ta aramak sadece komik duruma düşürüyor. Unutmamalıyız ki, Kuzey Irak’tan gelen terörist oraya Türkiye’den gidiyor. Kuzey Irak’a geçiş durdurulmadan Kuzey Irak’tan geçişler durdurulamaz.

Ayrıca terörle mücadele sürecinin ve alanının, bütün tartışmalarla birlikte askerin fazla tekelinde olması terörle mücadelenin en önemli zaafıdır. Bu durum süre giden mücadelede kamuoyunun, aslında büyük ölçüde siyasetin de sorularına ve denetimine açık olmayan uçsuz bucaksız bir alan bırakıyor. Hiçbir ihmalin hiçbir şekilde eleştirilemediği, bedelinin ödetilemediği bir alanda hataları durdurmanın yolu yoktur. O hatalar yapılmaya devam eder durur. Bu siyaset ve sosyal bilimin açık bir gerçeğidir.

Bu geniş alanın içinde Ergenekon tarzı yapılanmalar da rahatlıkla gelişir. Türk ulusalcılığının büyük ve müstesna isimlerinden Doğu Perinçek Bekaa’da Abdullah Öcalan ile saatlerce baş başa neler yaptılar, neler konuştular?

Dahası 1998 yılında bir anda ülkenin askeriyle, başbakanı ve cumhurbaşkanıyla yaratılmaya karar verilen bir baskı ile bir ay içinde Suriye’den çıkarılan Öcalan’ın, bu kadar kolay idiyken bu kadar süre orada durmasına neden göz yumuldu? Bu iki can alıcı sorunun cevabı verilmeden ne PKK’nın ne menem bir şey olduğu bilinebilir, ne de terörün kaynaklarına dair sağlıklı bir bilgi üretilebilir.

Yeni Şafak, 18.10.2008

Yasin Aktay

19.10.2008

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 
GAZETE 1.SAYFA

Sitemizle ilgili görüş ve önerileriniz için adresimiz:
Yeni Asya Gazetesi Gülbahar Cd. Günay Sk. No.4 Güneşli-İSTANBUL T:0212 655 88 59 F:0212 515 67 62 | © Copyright YeniAsya 2008.Tüm hakları Saklıdır