|
|
Şükrü BULUT |
Milleti kimler fakirleştiriyor? |
|
(Memleket manzaraları-3)
Osmanlı’nın son dönemlerinden bu yana varı yoğu çeşitli desiselerle yağmalanan bu mazlûm milletin, günümüzde de aynen fakru zarurete maruz bırakıldığını hepimiz biliyoruz. Bediüzzaman Hazretleri devam eden soygunun mahiyetini anlatırken; “Bu milletin elinde zarurî ihtiyaçtan başkası bırakılmıyor, ya zalim Avrupa kâfirleri veya Asya münafıkları çırpıyorlar” diyor.
Münafık kâfirden daha dehşetlidir. Zira sığındığımız kalelerin veya harim-i ismetlerimizin kapılarını zalim düşmana açan ve açacak olan münafıklardır. Bizden, hatta can ü gönülden bizimle görünenler olmasaydı, düşmanlarımız ne manevî değerlerimizi, ne de servet ve maddî kaynaklarımızı yağmalayamazlardı. Devâsâ geniş coğrafya, zaman ve unsurları ihtiva eden bu konuya denizden bir damla ile bakmak ve göstermek istiyoruz.
Irak savaşı olmadan, idaresi mâlûm çetelerin elindeki dev petrol şirketleri Ortadoğu’yu işgal etmeden önce, benzinin bize maliyeti 60 centti. Savaştan sonra bu şirketlerin kârıyla maliyet yükselmiş ve 2 ytl’ye yaklaşmış. Benzin istasyonlarında ödediğimiz litrebaşı artı paranın, yüzde 60 nisbetinde vergi olduğunu da bu fakir millet bilemiyor.
Avrupa ve Amerika’da telefon hizmetlerinin bedavaya yakın bir ücret karşılığında verildiğini duymamış olanlara biz söylemiş olalım. Gerek sabit telefonlarda, gerekse ceplerde devlete ne kadar vergi ödediğimizi faturalardan öğreniyoruz. Elektrik, gaz ve diğer enerji kalemlerinde de, Avrupa başta olmak üzere, dünyanın bir çok ülkesinden daha fazla para ödediğimizi de belirtelim.
Hükümetin bakanlarının itirafıyla 400 YTL sınırına dayanmış ‘açlığın’ neredeyse milletin büyük bir kısmını pençesine aldığı ülkemizde zengin coğrafyanın servetinin kimlerce hırsızlandığını bilmek isteyenler; zalim Avrupa kâfirleriyle Asya münafıklarının iradelerine teslim olmuş idarelerine baksınlar. Bu vergilerin nerelere gittiğini merak edenlere de şu bilgi notunu iletelim. 30 Ağustos Zafer Bayramı şovlarında İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin yaptığı harcamalarla yüzlerce kişinin çalışabileceği iki büyük fabrika kuruluyormuş. Yalnızca 30 Ağustos. 29 Ekim, 23 Nisan, 19 Mayıs ve diğer günleri saymıyorum. Tarihte zafer kazanan yalnızca genç Türkiye midir? Avrupa ve Amerika’nın zengin, gelişmiş, müreffeh ülkeleri tarihî savaşları kazanmamışlar mı? Veya onlar İBB’den daha borçlu ve fakir haldeler mi?
Londra, Paris, Köln ve bir çok Amerika metropollerinde yaşayanlar, şehirleri ayıran nehir ve denizlerin üzerinden geçen köprü sayılarını bilirler. Köln’ü iki yakaya ayıran Ren’in üzerinde yalnızca Köln sınırında altı tane köprü vardır. Bütün bu köprülerin hiçbirinde geçiş ücreti alınmıyor. Almanya’nın otoyolları dünyada meşhurdur, ama parasızdır... Fukara milletten toplanan vergilerin murakabesi millete ait olmayınca; rüşvet, yolsuzluk, hırsızlık, milletin manevî ve maddî değerlerinin erimesi tepeden tırnağa devam ediyor.
28 Şubat’ın ekonomi mimarlarından Kemal Derviş’in haricî odaklar için kaldırdığı sınırları, milletin menfaatine bu yeni hükümetler çizemeyince, fukara milletimiz, karın tokluğuna dünya pazarlarına mal yetiştirmeye çalışırken, global ittifaklar halinde çalışan zalim Avrupa kâfirleriyle Asya münafıklarını temsil eden dev şirketler de sömürmeye devam ediyorlar. Fukara millet ise, vitrine yerleştirilmiş sözde mebus ve belediye başkanlarıyla manipüle edilerek, daha da fakir ve zelil hale getirilmeye çalışılıyor. Bizden söylemesi...
01.09.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mikail YAPRAK |
Avusturya neden rahat? |
|
Avusturya; suyu, ağacı, hayvanı ve yeşili bol bir ülkedir. Sanayide de pek geri kaldığı söylenemez. Mamafih bu ülkenin de kendine göre bazı problemleri, sıkıntıları vardır. Yeryüzünde sıkıntılarını sıfıra indirmiş, problemlerini tamamen çözmüş bir ülke olamaz zaten. Böyle bir hal eşyanın tabiatına, dünyanın mahiyetine aykırıdır. “Dünyada rahat yoktur” gerçeği, şahıslar kadar ülkeler için de geçerlidir. “Kısmetine razı ol ki rahat edesin” kaidesi ne kadar doğru ise; mevcutla yetinmek, ilerlemeye yönelmemek de o kadar yanlıştır. Avusturya da, kısmetine razı olan rahat bir ülke görüntüsünü sergilerken, çözüm ve tedbirler konusunda da boş durmuyor.
Gerek kendi yurdumuzda, gerek Avrupa genelinde ve gerekse bütün dünyada olup bitenlere bakarak, Avusturya adına, insanın “Allah nazardan saklasın” diyesi geliyor. Terörden, her türlü fanatizmden ve radikal eylemlerden uzak, sükûnet içinde, rahat bir ülke. Teşbihte hata olmasın, çimenler üstünde istirahat eden bir deve misali, Avrupa’nın ortasında uzanmış, dikkatli ve uyanık nazarlarla etrafında olup bitenleri izliyor, kendisine düşeni de yapmaktan geri kalmıyor.
İnsanları ve ülkeleri rahatlatan, huzura kavuşturan asıl unsuru sadece maddede aramak yanlıştır. İnanç, mâneviyât ve fikir birliği gibi olgular yabana atılamaz. Devleti ve milletiyle el ele olmak da, rahatlatıcı unsurların başında gelir. Dünyaya ve olaylara bakış açıları da önemlidir.
Bütün sıkıntılarını, halkıyla birlikte, demokratik kurallar çerçevesinde, gerektiğinde referanduma giderek çözmeye çalışan bu ülkenin, en önemli sıkıntıları; bilhassa AB’ye girdikten ve Euro’ya geçtikten sonra (belki de intibakta zorlandığı için) baş gösteren ekonomik bunalım, işsizlik ve yabancı nüfusla entegrasyon meselesidir. Eğitim konusu da; ciddiye alınış derecesine göre ve genel bütçeden ayrılan ödenek ölçeğinde önem kazanan bir hadisedir.
Siyasî çerçevede ülkenin aşılmaz gibi görünen hiçbir sıkıntısı yoktur. Mevcut partiler, halktan aldıkları güç oranında iktidarı ve muhalefeti paylaşarak, milletin taleplerine cevap vermeye çalışıyorlar. Halkın tamamına yakını, parlamentoda temsil gücüne sahip oldukları için, ayrıca siyasî bir arayış söz konusu olmuyor. Dünya siyaseti arenasında da Avusturya’nın sıkıntılı ülke olduğu söylenemez. Koca bir İmparatorluğun kalıntısı olan bu ülke üzerinde, dünyanın güç odaklarının da bir hesabı olmasa gerektir.
Buraya kadar, bu ülkenin kendine göre var olan sıkıntılarıyla birlikte rahat ve sükûnet içinde yaşamasının sırlarına değinmeye çalıştım. Bu ülkede yaşayan Müslüman bir vatandaş olarak, belki “subjektif” algılanabilecek bir hususu da nazarlara sunmadan geçemiyeceğim.
Evet, ben bu görüş ve düşüncemi hiç kimseyle paylaşmadan, herhangi bir mahfile ya da fikir zeminine taşınıp taşınmadığına bakmadan, şahsî kanaatime ve hissiyâtıma münhasıran iddiâ ediyorum ki, bu ülkeyi rahatlatan unsurlardan biri de, İslâmiyeti devlet olarak resmen tanıması ve “yasal” olarak Hıristiyanlıkla eşit statüye getirmesidir.
İslâm dinine ve Müslümanlara tanınan hakların genel çerçevesinde bir kısıtlamaya gidilmemekle beraber, bugüne kadar ihmale uğrayan hususlar dikkate alınarak iyileştirme yönüne gidilmiştir.
İşte size bir kaç misâl:
Viyana’da ilk defa, Avusturya İslâm Birliği’nin himayesinde bir Müslüman mezarlığı hazırlanmış ve İslâmî usûllere uygun dizayn edilmiştir.
Viyana’da askerî kışlada Müslüman askerler için cami yaptırılmıştır. Caminin açılış töreninde konuşan General Karl Semlitsch, “Müslüman askerlerin dinî vecibelerini yerine getirebilmeleri için inşa ettiğimiz bu mabedin, dinler arası diyaloğun bir sembolü olmasını diliyorum” demiştir.
İki aylık temel eğitimlerini tamamlayan askerlerin yemin töreninde geleneksel olarak iki askerî papaz, İncil’den duâlar okurken; Müslüman askerler için ilk defa bir imam Kur’ân-ı Kerim okumuştur. Hülâsa, Avusturya’yı rahatlatan unsurlardan çok önemli bir tanesi de, hiç şüphesiz, Avusturya devletinin, ülkesinde yaşayan Müslüman nüfusun haklarını gözetmiş olması ve onların inançlarına saygılı olmasıdır..
01.09.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Hakan YALMAN |
Duyguların derinliğinde bir iz: Oruç |
|
Oruç aslî yönü ile ele alındığında insanı özüne döndüren ve Rabbi ile irtibatını hatırlatan bir fiil ve yoğun his boyutu olan bir ibadettir. Hayata gelmekle ve maddî dünyaya gözünü açmakla insan asıl geldiği alanlar ve manevî âlemlerle bağını da koparmaktadır. Aslı ruhlar âleminden olan ve melekûtî bir diyardan gelmiş olan fert hayatın ve varlığın katı yapısı ve boğucu kesreti ile bu alanlarla olan irtibatını kaybetmektedir. Zaman ile bu âlemlerden geldiğini de iyice unutup benliği ve varlık ile ilgili tanımları tamamen maddî plana sınırlı olarak vehmeder. Bu hal, farklı bir memlekete gitmiş insanın kendi memleketi ile bütün bağları koparmasının ardından zaman içinde o memleketten olduğunu bütünüyle unutmasına benzer. Belki zaman içinde bir gün memleket ezgileri ile karşılaştığında ruhunun ta derinliklerinde, var olan kimlik kendini hissettirmekle özünü keşfedecektir.
Bu durum ruhlar âleminden gelmiş ve şu maddî dünyaya dalmış her insan için geçerli olsa gerektir. Aslında her insan maddî dünyanın boğuculuğu içinde, köyünün safiyetinden şehre gelmekle uzaklaşmış insanın özünden kopukluğunu yaşar. Oysa onun ruhu mânâ âleminin genişliğine muhatap olmuş Âlemlerin Rabbi’nin ‘ben sizin Rabbiniz değil miyim?’ hitabına mazhar olmuştur. Bu maddenin sınırladığı âleme sığmayacak özellikler taşımakta ve şu âlemde kendini gurbette hissetmektedir. Ancak âlemin boğuculuğu ile bu sıkıntısının kaynağını unutur. Acılarını unutmak için iyice dünyaya dalar. Oysa sıkıntılarının kaynağı zaten orasıdır. Derdin kaynağında aranan derman aslında ruhu yaralamakta ve kalbi kanatmaktadır.
Oruç, şu maddî dünyada ruhlar âleminin ve melekûti dünyanın ezgisidir. Yeme, içmeden ve maddiyattan sıyrılan insanın hali diskonun gürültüsü ortasında uzaktan gelen memleket ezgilerine kulak kabartan gencin haline benzer. Bu ruhanî ezgi ile küllenmiş benliğini ve gerçek kimliğini hissetmeye başlamaktadır. Hayatın yemek-içmek, alıp-vermek gibi maddî alana sınırlı işleyişlerden ibaret olmadığını anlayan insan, iç dünyasındaki zenginlikleri keşfe başlayacak ve şu dünyada ruhlar âleminden gelmiş bir yolcu olduğunun farkına varacaktır.
Bu yönü ile oruç bir öze dönüş, kendini keşfetme sürecidir. Yeme içmeye ve maddî alanın uğraşılarına ara vermek maddî dünyanın gürültüsü ortasında ruhanî âlemlerden gelen memleket ezgilerine kulak kabartmak gibidir. Bu ezginin yönünde ilerleyen insan iç dünyasında bu melodi belirginleştikçe rahatladığını ve farklı bir huzur hissettiğini anlamaktadır. Ramazan ayı içinde Kur’ân’a farklı bir yönelişin ve o ay insanların bu ilâhî nağmelere daha aşk ile yönelişinin gerisinde bu hakikat yatıyor olsa gerektir. Aynı hakikatten olsa gerek sekerat anında herkes Kur’ânî nağmelere muhatabiyetten müthiş bir rahatlık hisseder. Çünkü Kur’ân herkesin vatan-ı aslisinin, ilâhî nağmeleridir. Herkesin memleket ezgisidir. Oruç ise durup memleket ezgilerine kulak kabartmak ve ortamın gürültüsünden uzaklaşmaktır.
Şu dünyada herkes kendini bir boyutu ile gurbette algılar. Asıl vatanı olan ruhlar âleminden ruhunun derinliklerinde hep izler vardır. Bu izler zaman zaman şuur altında yerleşmiş kayıtlar olarak durur ve olaylar şeklinde yaşanan manevî ezgiler bu kayıtları açığa çıkarır ve derinden duygular yaşatır. İşte oruç bu tarz nağmelerden en vurgulu olanı ve çok derin duygular yaşatanıdır. Belki de bu yüzden inanan ve inanmayan herkes Ramazan’ı çok sever.
01.09.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Nimetullah AKAY |
Fırsatları değerlendirme günleri |
|
Aciz, fakir olan, en ufak bir sıkıntısını bile gidermeye muktedir olmayan biz insanlar için ne güzel imkânlar yaratmıştır Rabbimiz. İşte yaşadığımız bu an o günlerden, o zamanlardan, o saatlerden, o saniyelerden biri. Nefislerin susturulması, şeytanların bağlanması gereken bir mutlu zamanın günlerini, mübarek Ramazanı yaşamaya başladık.
Çirkinliklerden arınmanın fırsatını bulabileceğimiz, güzelliklerin içinde huzur bulma imkânına kavuşabileceğimiz günlerdir bu günler. Biz insanların damarlarında bulunup, dünyevî zevk ve lezzetlerle şımaran kötü duyguların bastırılması zamanı gelmiştir. Az yemekle, bazı maddî zevk ve lezzetlerden uzak kalmakla gerçek huzuru bulma zamanıdır artık. Bu fırsatı kaçırmamak gerekir.
Pasların kalplerden silinmesi, akılların âfâkiyattan temizlenmesi, ruhların iman nuruyla şahlanması zamanına kavuşmanın sevincini yaşamamız gerekir. Artık daha iyi bir insan olmanın oldukça büyük imkânlarına sahibiz. Artık aydınlıklara doğru yeni bir başlangıcı gerçekleştirmenin, bir ömür boyunca insan gibi yaşamaya söz vermenin zamanıdır.
Öyle bir kötülüklerden arınalım ki, bünyemiz artık güzelliklerden başka bir nesne kabul etmesin. Öyle güzel bir insan olmaya yemin edelim ki, çirkinlikler semtimize bile uğramasın. Kur’ân’a öyle bir sarılalım ki, mânâları bütün zerrelerimize sinsin. Akıllarımız nurlansın, kalplerimiz günah kirlerinden temizlensin, ruhlarımız huzurlara gark olsun. Hz. Muhammed’in (asm) yolundan başka yolları kendimize haram kılıp, sünnetin aydınlık yollarında dünyada iken Cenneti bulalım. Bu iman nimeti biz insanlar için en güzel bir şekilde yaratılmıştır Hâlık-ı Kâinat tarafından. Değersiz şeylerle avunmanın zamanı değildir. Kömürü elmasa tercih etmek insan olan insanlara yakışmaz elbette...
Dünyanın ne kadar fena ve fani olduğunu öğrenme zamanımız gelmiştir artık. Ölümün bize olan yakınlığını gizleyen nefis ve şeytanların oyununa gelmeyelim. Ölümü sürekli aklımızda tutalım. Çünkü o bizim hayatımızın bir parçasıdır, onu hayatımızdan söküp atamayız. Misafir olduğumuzu ancak bize ölüm hatırlatmakta, ebedî bir saadetin varlığını o bize öğretmektedir.
Misafirliğimizi hatırlayınca da kısa bir süre sonra terk edeceğimiz misafirhane ve içindekilerine fazla bağlanmamak için çalışacak, bütün davranışlarımızın ebedî hayat hesabına geçmesi için gayret göstereceğiz. Böylece bize müjdelenen Cennet hayatının yanında bu fani dünyanın zevk ve lezzetlerinin sözünün olmayacağını hatırlamış olacağız.
Dünya da, zevk ve lezzetleri de aldatıcıdır. Makam ve mevkiler hem geçici, hem de aldatıcıdır. Para ve mansıpların kıymet-i harbiyesi bulunmamaktadır. Allah’a yönelmek, O’na bağlanmak, O’nun emirlerini yerine getirmek, O’nu her an hatırlamak ve hayatı O’nun için yaşamaktan başka bir gerçek bulunmamaktadır bu dünya hayatında. Bütün gerçek zevk ve lezzetlerin menbaı Rahman ve Rahim olan Allah’a imandır. Kur’ân’ı okumak, kâinat kitab-ı kebirindeki esmâ-i İlâhiyenin satırlarından gözlerimizi ayırmamak büyük nimettir. Habib-i Rabbü’l-âlemin olan Muhammed Mustafa’nın izinden gitmek şereflerin en büyüğüdür.
İman tahkikî olmazsa, iman kalesi sağlam olmazsa olmuyor. Düşmanlar her an tetiktedir. En etkili silâhlarıyla bizleri can evimizden vurmak için beklemededirler. Ebedî hayatımızın mahv edilmesi için her fırsatı değerlendirmeye amade olan bir düşman-ı şedid olan şeytanların ordusunu yenmenin ve çaba ve gayretlerini boşa çıkarmanın bir imkânı daha elimize geçti. Bu fırsatı iyi değerlendirmek, bizlere mutlaka ödenmesi gereken bir borç olsun.
Yeniden kendimizi gözden geçirmenin zamanı gelmiştir. Muhasebe yapmanın tam zamanıdır. Nasıl bir hayat yaşıyoruz? İbadetlerimizi tam ifa edebiliyor muyuz? Dünya hayatını kıymeti nisbetinde mi değerlendiriyoruz, yoksa hak etmediği bir değerle mi ona yapışıyoruz? Rabbimizin bize vermiş olduğu sayısız nimetlere karşı yeterince şükrümüzü yapıyor muyuz? Nefsimizin günah tuzaklarına düşmemek için yeterince uyanık oluyor muyuz?
İşte şimdi, bu can alıcı sorularla kendimize gelip Allah’a iyi bir kul olmaya söz vermenin, Hz. Muhammed’e (asm) lâyık bir ümmet olmaya söz vermenin tam zamanıdır. Rabbim, hak ve hakikat yolunda yar ve yardımcımız olsun... Ramazan-ı Şerifiniz mübarek olsun...
01.09.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Yeni Asyadan Size |
Hayırlı Ramazan’lar |
|
Koca bir sene daha göz açıp kapayıncaya kadar geçti ve yeni bir Ramazan-ı Şerife eriştik. Cenab-ı Hakka sonsuz hamd ü senalar olsun; daha nice Ramazan’lara sağlık, afiyet ve huzur içinde ulaşmayı nasip eylesin. Geçen Ramazan’da aramızda olup da bu yılkine erişemeyen ehl-i imanı da, Kur’ân ayının güzelliklerini Cennet bahçelerinden birer bahçe olmasını dilediğimiz kabirlerinde idrak etme nimetine mazhar kılsın.
***
CÜZ KUPONLARI BAŞLADI
Gazeteyle hakikatleri neşir hizmetini, rahmet ayının hayır ve bereketiyle de feyizlendirme mülâhazasından hareketle başlattığımız cüz hamlemiz devam ediyor. Bize, yaz durgunluğunu aşarak, yeni sezona hareketli bir başlangıç yapma fırsatı veren kampanyamıza gayret ve emekleriyle katkıda bulunan bütün okuyucu ve temsilcilerimize teşekkür ediyor; sa’ylerinin Hak katında makbul olmasını diliyoruz.
***
FIRSAT KAÇMADI
Cüzler için ilk kupon bugün yayınlandı. Ama bu, bundan sonra abone olacaklar için fırsatın kaçtığı anlamına gelmiyor. Bundan önce olduğu gibi, bu kampanyada da eksik kuponları telâfi ve tamamlama imkânını yeni abonelerimize vereceğiz. Onun için, aynı hızla çalışmaya devam edilmesini bekliyor ve rica ediyoruz. Zaten biliyorsunuz, iki aylığına abone olan herkese cüzlerini peşinen veriyoruz. Bu uygulamamız, önümüzdeki günlerde abone olacak yeni okuyucularımız için de geçerli.
***
SİLİFKE’DEN YİNE MESAJ
Silifke Temsilcimiz Mustafa Ongun’dan bu hafta da mesaj var:
“Silifke Temsilciliği olarak, Erdemli Temsilcimiz Ahmet Dekiş ile birlikte kollektif bir ekip çalışması yaptık. Bisikletle dolaşıp Kur’ân cüzü hediyemizi tanıtarak gazetemizin Erdemli ve Silifke’deki satış adedini, hedef olarak belirlediğimiz % 200 oranında arttırdık. Ayrıca üç ayrı yerel gazetede yayınlanan resimli haber ve röportajlarımızla geniş kitlelere ilânat yaptık. Ramazan ayı boyunca da abone çalışmalarımız hız kesmeden devam edecek inşaallah.”
***
KUR’ÂN AYI SAYFALARIMIZ
Ramazan sayfalarımız yine birbirinden cazip konular ve dop dolu bir muhteva ile huzurlarınızda. İlgiyle ve severek okuyup, istifade edeceğinize inanıyoruz. Bu vesileyle,
“Hadis iklimi” çalışması için Saliha Sultan’a;
“Kulluk psikolojisi” yazıları için Hakan Yalman’a;
“Düşünce dünyası” için Mehmet Erbaş’a;
“Ebed yolculuğu” için Ali Sarıkaya’ya;
“Hatıralarla Ramazan” için Vehbi Horasanlı’ya;
“Geçmiş zaman olur ki” için Osman Zengin’e;
“Ramazan ve çocuk” için Abdil Yıldırım’a;
“Sahabelerin faziletleri” için Fatma Özer’e;
“İmam-ı Âzam’ın hayatı ve menkıbeleri” için Hayreddin Ekmen’e;
“Duygu keşifleri” için Banu Yaşar’a;
“Enfüsî tefekkür” için Baki Çimiç’e;
“Günün duası” ve “Ramazan fıkhı” için Süleyman Kösmene’ye;
“Vecizeli fotoğraflar” için Abdullah Efe’ye;
“Maniler ve şiirler” için Celal Yalçın ve Mehmet Doğan’a;
“Tebessüm” için Zübeyir Ergenekon’a;
“Yasemin’in iftar tenceresi” için Yasemin Dikmetaş’a;
Bizim Aile, Genç Yaklaşım, Zafer dergilerine.
Ve bütün bu dosyaları “Kur’ân ayı” sayfalarımız için tanzim ederken, ayrıca kendisi de “Fıtratın sesi” çalışmasıyla katkıda bulunan İsmail Tezer’e teşekkür ediyoruz.
***
14 ve 15. sayfalarımızı “Kur’ân ayı”na tahsis ettiğimiz için, Spor’u 13. sayfaya aldık. Müdavimleri, oradan takip edebilirler.
01.09.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Oruç ve toplumsal barış (3) |
|
—Dünden devam—
Ramazan-ı Şerif orucunun hikmetlerinden birinin de toplum fertleri arasında yardımlaşmayı gerçekten sağlaması ve topluma barış ve huzur getirmesi olduğunu beyan eden Bedîüzzaman Saîd Nursî Hazretleri, çünkü tokun ancak aç kalmakla açın halinden anladığını kaydeder.
Bedîüzzaman Üçüncü Nükte’de insanların kazanç ve maîşet açısından birbirinden farklı yaratıldığını vurgulayarak, bu çeşitlilik sonucunda kimi insanın fakir, kiminin de zengin kılındığını, her bir durumda ise her sınıf insanın imtihanda bulunduğunu nazara verir. Öyle ki, zengin elindeki Allah vergisi malı doğru ve faydalı yerlere harcayıp harcamadığından ve bu mal ile etrafındaki ihtiyaç sahiplerine yardımcı olup olmadığından sorumludur. Şüphesiz fakir de her şeye rağmen Allah’a isyan etmemekten, hâline râzı olmaktan, sabırlı olmaktan ve her türlü dünya sıkıntısından Allah’a sığınarak, sıkıntısını aşmak için mümkün mertebe çaba sarf etmekten sorumludur.
Şüphesiz fakirin böyle çaba sarf etme hakkı ve görevi saklıdır. Fakat bazen olur ki, fakirin dermanı tükenmiş, elindeki avucundaki bitmiştir. Belki de kendi mahallemizdeki, çoğu zaman tanıdığımız, selâmlaştığımız birisi türlü sebeplerle yardıma muhtaç duruma gelmiştir. İnsanın her hâli bir olmaz ki! Düşmez kalkmaz bir Allah... Yarın belki bugün zengin geçinen kişi de aynı duruma düşebilir. Hiç kimse yarınını garanti edebilir mi?
Fakat bu işi sektör haline getiren, ihtiyacı olmadığı halde yüzünü bir kere yırttığı için istemeye devam eden ve istemekten sıkılmayan, halkın yardımseverlik duygularını sû-i istimal eden ve hattâ halktan üç kuruş beş kuruş topladığı yardımlarla apartmanlar diken kimseler yok mu? Oysa biz kötü örneklerle uğraşmıyoruz. Bizim konumuz bugün onlar değil. Biz, gerçekten aç olup, gerçek sebeplerle fakr u zarûrete düşmüş, yardım almaya muhtaç bulunan ve hattâ varlığı bile bilinmeyen, kendisini insanlardan gizleyen, Kur’ân’ın, “Onların hallerini bilmeyen kimse, istemekten çekindikleri için, onları zengin sanır. Ey Habibim! Sen onları yüzlerinden tanırsın! Yoksa onlar insanlardan ısrarla bir şey istemezler”1 buyurarak övdüğü, fakir oldukları halde insanlar içinde zengin gibi dolaşan ve hallerini bildirmeyen insanların hallerinden anlamayı burada söz konusu etmek istiyoruz.
İşte böyle aç, muhtaç, fakat insanlardan müstağni kalan fakirleri ve yoksulları bulmalı ve onlara el uzatmalı. Allah’ın emri bu. Cenâb-ı Allah bir çok âyetinde zenginleri böyle fakirlerin yardımına dâvet ediyor. Fakat insan bu... Kendisi tok olunca herkesi tok zannediyor, açın halinden anlamıyor, yokluğu bilmiyor, yoksulluğu takdir etmiyor. Açlığın ne çekilmez, ne dayanılmaz, ne tahammül edilmez şey olduğunun farkına varmıyor.
İşte zenginler, fukarânın acınacak acı hallerini ve açlıklarını ancak oruç münâsebetiyle aç kalınca tam hissedebiliyorlar. Şöyle on-on iki saatten beri aç olmalı ki insan, gözü kararmalı ki açlıktan, başı dönmeli ki, açlığın ne zor şey olduğunu kavrasın, yaşayarak görsün de, kanatlarını yere indirsin. Yoksa, eğer oruç olmazsa, nefsine ve zevkine düşkün çok zenginler, açlığın ve fakirliğin ne kadar elem ve ıztırap verici şey olduğunu bilmedikleri gibi, aç ve yoksul olanların ne kadar şefkate muhtaç olduklarını da anlamıyor.
Oysa, insanın hemcinsine karşı duyduğu şefkat, gösterdiği ilgi ve yaptığı yardımlar hakîkî şükrün esasıdır. Elinde varken başkasına yardımcı olmamış bir insan, kendinden aşağılara el uzatmamış, elinden tutmamış, omuz vurmamış sıkıntılarına, açın ve yoksulun haliyle hallenmemiş, hallerini bilmemiş; diliyle şükretmesinin bir kıymeti yok! Allah’ın verdiklerine karşı hakîkî şükür, başkasına vermektir. Esasen başkasına vermek, Allah’ın bize daha çok vermesi için bir duâ niteliği de taşıyor. Nitekim Peygamber Efendimiz (asm) bildiriyor ki, Cenâb-ı Hak şöyle buyurmuştur: “Sen başkasına ver ki, Ben de sana vereyim!”2
Hangi fert olursa olsun, toplumda kendisinden daha fakirini bulabilir. Ona karşı şefkat etmekle mükelleftir. Eğer Ramazan-ı Şerif orucu vesilesiyle nefsine açlık çektirmek mecburiyeti olmazsa, şefkat kanalları işlemiyor, zayıf kalıyor. Bu durumda mükellef olduğu yardımı ve ihsanı yapmıyor. Yapsa da, gerçek açlığı görmediğinden, tam yapmıyor, içinden yapmıyor, yaptığında minnetle yapıyor, belki de yaptığını burnundan getiriyor.
Oysa açlığı tanıdığı zaman, fakirin fukaranın halini anlıyor, elinden geldiğince yardım etmenin mühim bir insanlık görevi olduğunu hissediyor, buna kendini mecbur biliyor, yaptığını içinden, özünden, halisâne ve sırf Allah için yapıyor. İşte insan bu ihlâsı Ramazan-ı Şerifteki oruçla kazanıyor.3
Ramazan-ı Şerifinizi tebrik ederim. Ramazan-ı Şerifin, size ve âlem-i İslâm’a hayırlar getirmesini Cenâb-ı Hak’tan niyaz ederim.
Dipnotlar: 1- Bakara Sûresi: 273, 2- Câmiü’s-Sağîr, 3/1275, 3- Mektûbât, s. 389
01.09.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Kârlı bir ticaret |
|
“EĞER ümmetim Ramazan ayının fazilet, şeref ve kıymetini hakkıyla bilmiş olsalardı bütün senenin Ramazan olmasını isterlerdi.”1
Allah Resûlü (asm), gelişiyle müşerref olduğumuz Ramazan ayı için böyle buyuruyor.
Yine Efendimizin (asm) bildirdiğine göre Ramazan boyunca şöyle seslenilir: “Ey iyiliği isteyen! Hayra yönel. Ey şerri isteyen! Kötülüklere karşı kendini tut!”2
Bu dâvetin lehimize olacak şekilde oluşu da çok anlamlı. Dahası var. Başka bir hadis-i şeriften öğrendiğimize göre Ramazan girer girmez, şeytanlar ve cinlerin azgınları bağlanır, Cehennem kapıları kapanır, Cennet kapıları açılır.3
Bu kârlar saymakla bitmez. Bir kısmına göz attığımızda sevinçten uçar hâle gelmekten kendimizi alamayız.
Allah’ın bağışını, rahmetini, lütfunu, ihsanını, affını yağdırdığı bir aydır Ramazan.
Bu ayın başı rahmet, ortası mağfiret, sonu da Cehennemden kurtuluştur. Bu ayda bin aydan hayırlı bir Kadir Gecesi vardır. Bu ayda bir farzı yapmak yetmiş farz yerine geçer. Allah için açlık, susuzluk, taat ve ibadetin zorluklarına sabır ve tahammülün karşılığında ise Cennet vardır.4
Sabır ve tahammülün âdetâ sembolü olan oruç gibi nice maddî ve manevî faydaları bulunan oruç tutulur bu ayda. Dengi olmayan bir ibadettir oruç. Peygamberimiz (asm) “Ya Resûlallah, bana hayırlı bir amel tavsiye eder misin?” diyen bir Sahabîsine oruç tutmasını tavsiye etmiş, “Oruca denk bir ibadet yoktur” buyurmuştur. “Bana güzel bir iş yapmamı tavsiye eder misiniz?” diye soran sahabîsine de yine oruç tutmasını tavsiye etmiş ve “Çünkü Allah katında onun kadar sevaplı bir ibadet yoktur” buyurmuşlardır.5
Orucun sevabına had yoktur. Her iyiliğe on katından yedi yüz katına, hatta dilediği kadar sevap veren Allah oruç için şöyle buyurur: “Ancak oruçlu böyle değildir. Çünkü oruç sırf Benim rızam için tutulur. Mükâfatını da Ben veririm. O yemesini, içmesini, zevk ve keyflerini Benim için terk etmiştir.”6
Dünyaya ahiret ticareti yapmak için gelmedik mi? Maksat kazanmaksa bu ayda sınırsız kazançlar elde etmek mümkün. Dolayısıyla bu ay bizim için bulunmaz bir fırsat.
Cennete girmenin yolu iyi ve mükemmel insan olmaktan geçer. Allah için yemesini, içmesini, zevk ve keyflerini terk eden, âdetâ melekleşen, kötülüklerden uzak kalarak iyi bir insan olma yoluna giren mü’min, insanlar tarafından sevilmekle kalmıyor, Allah’ın sevgi ve rızasını kazanıyor.
Ramazan ayı ne kadar zevkli ve feyizli bir ay!
Ramazanınız mübarek olsun. Daha nice Ramazanlara ulaşmak dileğiyle…
Dipnotlar:
1- Et-Terğib ve’t-Terhib, 2:102.
2- 2. Neseî, Sıyam: 5.
3- A.g.e..
4- Neseî, Sıyam: 43.
5- A.g.e., 2:94-95.
6- İbni Mâce, Sıyam: 1.
01.09.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
'Birinci gün'e başlarken |
|
Mübarek Ramazan–ı Şerif ayıyla müşerref olduğumuz bugün—lâtif bir tevâfuk eseri—birkaç yönüyle "birinci gün" mesabesinde görünüyor:
Bugün, haftanın birinci günü, yani Pazartesi.
Ramazan'ın birinci günü olan bugün, aynı zamanda Eylül ayının da birinci günü.
1 Eylül demek, aynı zamanda Milâdiye göre yaz mevsimin sona erip güz mevsiminin başladığı gün demektir.
Keza, tatil döneminin bitmesi, yeni iş ve eğitim–öğretim döneminin (küçükler için) başlaması demektir.
Aynı durum, bizim gibiler için de geçerli. Biz de senelik iznimizi Ağustos ayının bitiş tarihine göre tanzim ettik ve yeni sezonun ilk yazısına Eylül ayının birinci günü itibariyle başlamış olduk.
Tevafuklar zincirine, ayrıca bu seneye mahsus olarak daha başka halkaların takılmış vaziyetleri de görünüyor.
Haydi hayırlısı bakalım...
Üç saatte 20 kilometre
Bugünkü köşe yazısı ile radyodaki tarih sohbeti programını yayına hazırlamak maksadıyla, 30 Ağustos günü tâ 200 kilometrelik bir mesafeden yaklaşık iki saatte İstanbul'a geldik. İstanbul'da ise, 20 kilometrelik bir mesafede bulunan gazete merkezine gelebilmek için, emin olun tam üç saat müddetle yollarda kaldık.
Sebebi şu: 30 Ağustos Zafer Bayramı merasimleri için, İstanbul trafiğinin nefes borusu olan Vatan Caddesinin (Menderes Bulvarı) tamamı ile TEM (D 100) karayolunun mühim bir kısmı sabahın erken saatlerinde vasıta girişlerine kapatılmıştı.
Bu sebeple, alternatif gibi görünen ara ve yan yollarda müthiş bir trafik izdihamı yaşandı. Yaşanan bu sıkıntı ve izdiham, saatlerce trafikte kalan sürücüler gibi vatandaşlar da adeta canından bezdirildi. Zafer Bayramının coşkusuna hissedar olmak yerine, bu insanlarımız saatlerce egzoz dumanını yutup zehir solumak durumunda kaldı.
Medenî ülkelerde, bu tür merasimler genellikle stadyumlarda yapılır. Bizdeki durum neden hâlâ böyle, anlamak kolay değil.
Sorularınız, mesajlarınız...
Senelik izinde bulunduğumuz özellikle son günlerde, bir bakıma "medeniyetten istifa" etmiş durumdaydık. Hemen her türlü medenî iletişim ve haberleşme vasıtalarından kopuk ve mahrûm bir vaziyette idik.
Sizlerden gelen yığınla soru ve mesajlardan, döndükten sonra haberdar olduk. Zamanla ve sırası geldikçe, arzu ettiğiniz konulara İnşaallah temas etmeye çalışırız.
Emirdağ'da neler yaşandı?
Son aylarda diyebilirim ki bütün dikkatimiz ve nazar–ı ufkumuz Emirdağ üzerindeydi. Bizzat oraya gidip görmenin ve bazı hatıraları tesbit etmenin dışında, hasseten Üstad Bediüzzaman'ın, talebelerinin ve Nur hizmetinin Emirdağ ile bağlantılı kısımlarını okumaya, araştırmaya ve öğrenmeye koyulduk. Bunların bir bölümünü geçtiğimiz haftalarda sizlerle aylaştık. Geri kalan kısımlarını ise, İnşaallah önümüzdeki günlerde—kısa kısa da olsa—sizlerle paylaşmak arzusundayız. Orada acaba daha başka neler yaşanmış, ders ve ibret alınacak daha başka ne tür hadiseler cereyan etmiş, hep birlikte bakalım, görelim İnşaallah.
Tarihin yorumu (1 Eylül 1908-2008)
Hicaz Demiryolu fotoğraf sergisi
Meşhur "Hicaz Demiryolu", bundan tam yüz sene evvel tamamlanarak hizmete girdi.
Sultan II. Abdülhamid zamanında yapılan İstanbul–Şam arasındaki demiryoluna ilâveten, 1900–1908 yıllarında ayrıca Şam–Medine yolu yapıldı.
Böylelikle, İstanbul–Hicaz arasındaki demiryolu Eylül 1908 tarihi itibariyle tamamlanmış oldu.
Haydarpaşa'da sergi
AA'nın vermiş olduğu habere göre, "Hicaz Demiryolunun 100. Yılı Fotoğraf Sergisi" Haydarpaşa Tren Garında ziyarete açılmış bulunuyor.
Eski ve yeni fotoğrafların yer aldığı bu sergi, bugünden başlamak üzere iki hafta boyunca, yani 14 Eylül 2008 tarihine kadar vatandaşlar tarafından ücretsiz olarak ziyaret edilebilecek.
01.09.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Risâle-i Nur’da meslek, meşrep |
|
Bediüzzaman, yüzlerce kez Risâle-i Nur’da kullandığı “meslek ve meşrep” mefhumlarına, “sadakat, sebat ve metanetle” bağlanmak gerektiğini vurgular.
Meslek ve meşrep deyince ne anlıyoruz; ne anlamalıyız? İstenildiği veya iddiâ ettiğimiz gibi onlara sadakatle bağlı mıyız? Bunlar temel prensipler mi, yoksa konjonktürel mi? Diğer önemli soru da şu: Risâle-i Nur, “akıl etme, araştırma, inceleme ve mihenge vurmaya” yönlendirdiğine; hakikatlere ulaşma formülleri verdiğine göre; kendimiz meslek ve meşrep düsturları geliştiremez miyiz?
Meslek; usûl, tarz, tutulan yol, davranış, doktrin ve sistem demektir. Meşrep ise; tabiat, huy, mizaç, âdet, ahlâk, hareket tarzı, tavır, tutum ve meslek... Meslek ve meşrep; hizmet stratejisi, hareket tarzı, anlatım üslûbu ile ictimâî, siyasî hayatta, konjonktürel, pragmatik değil, “prensibe dayalı” duruşu da ifade eder.
Bediüzzaman; modern ilimlerle mânevî ilimleri harmanlayarak başta Müslüman ferdin, âilenin, toplumun; Hıristiyan âlemi ve insanlığın bütün hastalıklarını teşhis ile tedavi etmiş, reçetelerini yazmış; problemlerini çözmüş; meselelerine aklî, mantıkî, ilmî çareler üretmiş dünya çapında bir mütefekkirdir. Ki, bunu, Bediüzzaman’ın çağdaşı ve günümüz ehl-i insaf binlerce ilim adamı doğruluyor. İşte birkaçı:
Brezilyalı psikiyatrist Cecilya: “Psiko-somatik ve toplumsal bütün hastalıklarımıza Bediüzzaman’dan çareler, ilâçlar, reçeteler bulabiliriz.” Merhum Ali Ulvi Kurucu: “Bediüzzaman, kudretli bir ıslâhatçı ve harikalar harikası bir pedagog (mürebbî) ve bir nadire-i fıtrattır.” Sosyolog Prof. Şerif Mardin: “Bediüzzaman, çapını ihata edemediğimiz zirvelerde bir dehadır!” Alay müftüsü Osman Nuri Efendi: “Sizin Üstadınızda öyle bir deha, öyle bir kabiliyet var ki, dünyadaki devletlerin siyaseti Üstada verilse hepsini idâre eder.” Şarkiyatçı, Mevlânâ hayranı ve İslâm dostu Annemarie Schimmel: “Said Nursî’nin eserleri birer harika. Avrupa’yı aydınlatacaktır. O çağın Mevlânâ’sı ve müceddididir.”
Elbette böyle bir Bediüzzaman’ın bir yeni tefekkür sistemi, bir ibadet ve zikir yaklaşımı, çağdaş bir hizmet stratejisi, bir tebliğ ve irşat metodu, yani bir meslek ve meşrebi olmalıdır. Zira, ulûm-u imaniyede (fen, sosyal ve manevî bütün ilimlerin harmanlanıp sunulduğu en yüksek ilimde) fetva ile vazifeli.1 Herhalde, İslâmı anlama ve yaşama tarzını; “yüksek İslâm siyaseti olan Kur’ân siyâsetini” de o belirleyecek.2
Risâle-i Nur, Sözler, Mektubat, Lem’alar, Şuâlar olarak dört temel kitaptır. Lâhikalar Mektûbât isimli eserin 27. Mektub’udur. Ve Divan-ı Harb-i Örfi, Hutbe-i Şamiye, Münâzarât baştan ayağa hizmet metotları, ictimâî ölçüleri, siyasî stratejileri ihtiva ederler. Hatta, Münâzarât isimli eseri için, “Elhâsıl, şu kitap, siyâset tabiblerine, teşhis-i illete (siyaset doktorlarına hastalığı teşhise) dâir hizmet ile muvazzaftır, vazifelidir”3 der.
Lâhikalar aynı zamanda meslek ve meşrebin prensiplerini, sosyal münasebetleri de en ince detaylarına kadar ihtiva ederler.
NOT: Mübarek Ramazan-ı şerifinizi tebrik eder; feyizli, bereketli geçmesini; ülkemiz, İslâm âlemi; özellikle muztar ve mağdur Müslümanlar, mazlûmlar ve insanlık âlemi için hayırlara vesîle olmasını Cenâb-ı Hak’tan niyaz ederim.
Dipnotlar: 1- Mektûbât, s. 413.; 2- İşârâtü’l-İ’câz, s., 84.; 3- Münâzarât, s. 20.
01.09.2008
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
Cevher İLHAN |
Abluka… |
|
Anayasa Mahkemesinin iktidar partisini “kapatmama kararı” sonrası Ankara’da yeni bir tartışma başladı. Gözler şimdi de “gerekçeli karar”da.
Ancak bunun zaten tutuk ve tavizkâr politikalar içine giren ve “yoğurdu üfleyerek yiyen” iktidar partisinin daha da ürkek ve çekingen haline getireceğinden endişe ediliyor.
Ve ne yazık ki bu kırılma sinyalleri daha şimdiden veriliyor. Kısa karar açıklamasında özellikle “partinin laiklik karşıtı eylemlerin odağı” olduğuna dikkat çekip “ciddî uyarı”yı nazara veren Mahkeme Başkanı Haşim Kılıç’ın “neticesi önemli gelişmelere yol açacak ağır dâvâ”nın “gerekçeli kararı”nın Eylül sonunda verileceğini açıklaması, peşinen demokratikleşme önünde bir bariyer olarak konuluyor.
İşin garip tarafı, “kapatmama kararı”nın ardından içten ve dıştan telkin ve korkutmalarla AKP’nin âdeta kuşatılıp ablukaya alınması. İktidar partisinin kendine rezerv koymasıyla siyaset alanının daraltılması. En iddialı olduğu ve son seçimde söz verdiği başta “yeni anayasa” olmak üzere demokratik reformlardan cayması…
Başbakan Yardımcısı Cemil Çiçek’in, “Gerekçeli karar esas karar kadar önemli” sözünün anlamı da bu…
SİYASÎ İKTİDAR,
“YENİ ANAYASA”YA BİGÂNE…
Bunun içindir ki partinin “kapatma dâvâsı” sürecinde “herkesin ‘oh!’ diyebileceği orta bir kararı” beklediğini belirten Meclis Başkanı Köksal Toptan’ın “karar sonrası” özellikle “yeni anayasa” üzerindeki geniş uzlaşma çağrılarına hükümet ve iktidar partisi bigâne kalmakta.
Başbakan suskun kalmakta. Daha önce “yeni sivil anayasa”yı “sivil toplum kuruluşlarına havale edip rafa kaldıran Başbakan yardımcısı ve hükümet sözcüsü Çiçek, “nasıl bir anayasa istediklerini demeçle değil, projeyle ortaya koymaları lâzım” türü “yeni anayasa” taleplerini toptan hedef alan çıkışta bulunmakta. AKP Genel Başkan Vekili Dengir Mir Mehmet Fırat, “Gelinen noktada artık yeni anayasa imkânsız” diyerek bu husustaki talepleri açıkça kesip atmakta…
Neticede, siyasî iktidar, AB siyasî kriterlerinde taahhüt edilen demokrasi, hukukun üstünlüğü ve insan haklarını esas alan “yeni anayasa”yı hazırlamada daha baştan havlu atmakta. Meclis içinde hiçbir siyasî uzlaşma arayışına girmeden, demokratikleşmenin bu hayatî zemini askıya alınmakta…
AKP’nin hazırladıkları taslağa bile sahip çıkmamasından yakınan iktidar partisinin akademisyenlerden oluşturduğu Anayasa Konvansiyonu Başkanı Prof. Dr. Ergun Özbudun’un dikkat çektikleri bu bakımdan oldukça anlamlı. (Zaman, 29.8.2008)
Belli ki Özbudun’un onca “güvencesi”ne rağmen işaret ettiği gibi, siyasî iktidar, CHP sözcülerinin, “Atatürk’ün etkisini anayasadan silecek ve Cumhuriyetin kurucu felsefesini ortadan kaldıracak” şamatasına gelmekte. Bilhassa Anayasa Mahkemesinin 11 üyesinden 10’nunun partiyi kapatmamakla beraber “laikliğe aykırı eylemlerin odağı” görmesi korkusuyla bundan fellik fellik kaçmakta…
Oysa Özbudun’un da kaydettiği gibi, belli siyasî veya ideolojilerin anayasa hükmü haline getirilmesi, peşinen serbest ve eşit yarışmayı bozar ve demokratik prensiplere aykırıdır. Çağdaş, demokratik ve hürriyetçi esaslarla uyumlu bir anayasada hiçbir surette ideolojiler, hele devletin resmî ideolojisi olmaz…
AKP, “YASAKLAR”LA KENDİNİ ÇEMBERE ALIYOR
Görünen o ki AKP, Anayasanın “resmî ideoloji”den azade olmasından kaçınmakta; “laiklik” perdesinde anayasanın temel hükmü haline getirilen ve resmî ideolojinin güçlü izlerini taşıyan, siyaset dışı güçlerin vesâyetçi denetimini meşrû kılan carî ideolojik devlet sisteminin tâdilinden çekinmekte…
Bundandır ki AKP iktidarı, altı yıldır verdiği vaadleri yerine getirmek, anayasayı temelde ele almak ve köklü demokratik reformlar yapmak yerine, “3. ulusal program”da açıklanan haliyle teknik teferruattan ibaret mevzuat değişiklikleriyle yetinmekte.
Kısmî iyileştirmelerle, yamalı ve yetersiz değişikliklerle iktifa etmekte. Beklenti içindeki kamuoyunu kalabalık ve kuru yasalarla, detay mevzuat değişiklikleriyle oyalamakta. Esasa girmekten sakınmakta. Milletin “uyarısı”nı değil, Mahkeme’nin “uyarısı”na kulak vermekte…
Millet, “siyaseti antidemokratik vesâyetler”den kurtarması ve söz verdiği gibi demokratikleşme ve özgürlükleri genişletmesi için AKP’ye oy verdi ve bir defa daha büyük bir çoğunlukla iktidar yaptı. Ne var ki iktidar partisi, daha “gerekçeli karar” açıklanmadan, Anayasa Mahkemesinin “kapatmama kararı”yla içine girdiği anafordan bir türlü çıkamıyor.
Siyasî iktidar, partinin yeniden “kapatma dâvâsı” açılması tehdidi ve korkutması altında kendine koyduğu bir nev'î “siyasî stratejik yasaklar”la kendini çembere almakla Türkiye’nin önünü tıkıyor.
Zira bu “indî yasaklar”, sadece siyaseti değil, demokratikleşmeyi, temel hak ve hürriyetleri, AB müzakere sürecini de ablukaya alıyor…
01.09.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Ramazan-ı Ekber |
|
Bu yıl Ramazan tevafuklarla birlikte geldi. Bizler, hicrî 1429 Ramazanını idrak etmiş bulunuyoruz. Arz etmek istediğim husus bu Ramazan ayının dokuzlu (9) tevafuklarla dolu olmasıdır. Bu muhakkak ki; önemli hususlara delâlet etmeli. Ramazan kameri aylar içinde dokuzuncu aya tekabül ediyor. Dolayısıyla 1429 hicrî senesinin dokuzuncu ayında bulunuyoruz. Tevafuklar bu kadarla da sınırlı değil. Bu yıl kameri dokuzuncu ay olan Ramazan şemsi ve milâdi ay olan Eylül ayına denk geldi. Yani kameri olarak dokuzuncu ay olan Ramazan ayı şemsi olarak dokuzuncu ay olan Eylül’e isabet etti. Hem de ayın birinci gününe. Bu mutlaka delâletleri olan bir ‘emrun celel’ yani büyük bir iş olmalıdır. Libya’nın dışında Suudi Arabistan başta olmak üzere birçok Arap ülkesi de 1 Ramazan olarak 1 Eylül’ü kabul etmiş bulunuyor. Libya hariç. Bu da ilginç. Osmanlı’ya ve Türklere sonuna kadar sonsuz bir sadakatle ve biatla bağlı olan Senusi ailesini deviren Kaddafi bu darbe suretindeki devrimini ‘fatih’ olarak da ifade edilen 1 Eylül tarihinde gerçekleştirmişti. Dolayısıyla bu yıl ki Ramazan ayı büyük bir tevafukla ‘fatih’e yani 1 Eylül’e denk geliyordu. Ama Kaddafi ne yaptı etti, bunu kabul etmeyerek; Ramazan 1’i, 31 Ağustos’a çekti veya denk getirdi. Bu da etse etse onun nasipsizliğine delâlet eder. Dolayısıyla bu yıl Ramazan ayı tam dokuzların kesişme noktasına denk gelmiştir. Hatta o kadar ki Ramazan’ın arkası da milâdi 2009 yılına ulaşıyor ve denk geliyor. Ramazan’dan üç ay sonra bir dokuz daha var. O da 2009 yılı. Bu itibarla bu yıl ki Ramazan ayı bütün bu vasıflarından dolayı Ramazan-ı Ekber olmuştur veya sayılmalıdır.
***
Bu yıl ki Ramazan ayına Ramazan-ı Ekber dememizin temel nedenlerinden birisi milâdi dokuzuncu ay ile kameri dokuzuncu ayların aynı çizgi üzerinde buluşmasıdır. Şayan-ı dikkat bir tevafuktur ki, 1429 hicri senesinin bitiminde 2009 yılı hulul etmektedir ve sanki bayrağı birbirlerine devretmektedirler. Olimpiyat meşalesini taşıyanlar gibi kesişme noktasında kısa bir süre de olsa buluşmakta ve selâmlaşmaktadırlar. İşte bu tevafukların toplamından dolayı biz bu yıl ki Ramazan’a, ‘Ramazan’ı Ekber’ dedik. Elbette İslâm literatüründe Ramazan-ı Ekber diye bir deyim yok. Buna mukabil, Hacc-ı Ekber yani ‘büyük hac’ diye bir deyim var. Müslümanların iki bayramı yani Cuma günü ile arefe günü bir araya geldiğinde ve hacılar Arafat’ta cem olduğu sırada o gün Cuma gününe denk geldiğinde buna Hacc-ı Ekber denilmektedir. Haccın Hacc-ı Ekber olması da kesinlikle makbuliyetine delalet eder. Bu cihetle İnşaallah bu yıl ki Ramazan ayı hayırhah büyük gelişmelere gebe ve sahne olsa gerektir. Belki de büyük değişimin habercisidir ve milâdıdır. Zaten bahsettiğimiz büyük değişim olmazsa kıyamet kapımızı çalmaktadır. Kıyamet tamtamları kendini işittirmektedir. Dünyanın ömrünün uzaması ancak manevî havaların tebeddülüne ve değişmesine vabeste ve bağlıdır. Bu değişim olmazsa dünyanın istikbali kararmak ve geleceği kısalmak üzeredir. Ramazan ayı hayırların hamili ve taşıyıcısı olan bir aydır. İnşaallah ufkumuza hayır ve mübeşşiratla birlikte doğar.
***
Aksi takdirde, dünya felâketlerin üstüste geldiği bir dönemi yaşamaktadır. Küresel ısınmadan dolayı sular giderek derinlere doğru çekilmektedir. Gök yağmurunu kesmiş veya tutmuş yerin sulak arazileri kurumuştur. Ayrıca yağmur isabet ettiği yerlere de afet suretiyle isabet etmektedir. Adeta suyunu boca ederek felâketlere neden olmaktadır. Dolayısıyla yağmurun ve tabiatın dengesi kalmamıştır. Bunun nedeni insanoğlunun dünyayı ve kaynaklarını müsrifane ve hovardaca harcamasının yanında irtikap etmiş olduğu manevî measi ve günahlardır. İngiliz maliyeci ve ekonomist Alistair Darling, yürekleri hoplatan bir konuşma yapmış ve İngiltere’nin 60 yıldır böyle ekonomik bir durgunluk ve felâket görmediğini söylemiştir. Öte yandan ‘fırtınaların anası’ ortalığı kasıp kavuruyor. Fırtınaların anası Gustav, New Orleans’ta büyük tahliyelere neden olmuş ve Amerikan sahillerini kasıp kavurmaktadır. Saddam döneminde biz ‘savaşların anasını’ görmüştük ama fırtınaların anasını ilk kez işitiyoruz. İşte Ramazan bu felâketleri ötelemenin diğer adıdır. Şükür, iktisad ve ibadet ayı olarak paratoner bir aydır. Hatırlarsanız geçen yıl da böyle bir kuraklık iklimi vardı ve bunu Ramazan’ın bereketi vasıtasıyla savuşturmuş ve savmıştık. Yine böyle olacağını umut ediyoruz ama bizim de buna katkıda bulunmamız gerekir. Bizim katkımız, güzelliklere liyakat kesbetmemizdir. Ramazan’a hürmet İnşaallah belâların ref’i ve def’ini getirecektir. Cenâb-ı Allah bize tevafukların diliyle bunun umut ve müjdesini veriyor. “Şüphesiz bunda, kalbi olan, ve yahut (fikren) hazır olduğu halde kulak veren için bir öğüt vardır (Kur’an: 50/37)...”
01.09.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|