Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 11 Nisan 2008

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Kazım GÜLEÇYÜZ

Huzur ve yasak



Üniversitelerde başörtüsü yasağını kaldırma girişimi ne zaman gündeme gelse, yasağın ateşli savunucuları “Üniversitelerdeki huzuru bozmayın” diye ayağa kalkıyorlardı.

Başını örterek okumak isteyen masum genç kızların ve onlarla birlikte millet ekseriyetinin mağduriyetine yol açan yasakla üniversitelere nasıl bir “huzur” geldiğini anlayabilense yoktu.

Bu “huzur,” olsa olsa başörtülü görünce “keyfi” kaçan dayatmacı marjinaller için söz konusu olabilirdi. Ama gerçek bir huzurun şartı olan “vicdan” bahsine gelindiğinde, onların bile çok büyük bir çoğunluğunun, belli etmek istemeseler dahi, içlerinin rahat olduğu iddia edilemez.

Nitekim Ecevit de başörtüsü yasağını şiddetlendiren bir hükümetin başbakanı olduğu günlerde “Bu yasak vicdanımı sızlatıyor” demişti...

Konuyu getirmek istediğimiz yer şurası:

Üniversitelerdeki “huzur” ortamını “başörtüsü yasağı”na bağlarken, yasağın kalkması halinde bu “huzur”un bozulacağını öne sürenlerin iddiası, son dönemde yasağın en sıkı savunucularından biri olarak öne çıkan bir ismin rektörü olduğu Akdeniz Üniversitesinde patlak veren son olaylarla çok çarpıcı bir şekilde tekzip edildi.

Silâhını çıkarıp defalarla mermi sıkan provokatörlerin pervasızca boy gösterdiği gerginlik ve çatışmaların, başörtüsüyle uzaktan yakından hiçbir ilgisi yoktu, kimse de bu irtibatı kurmadı.

Buna karşılık, şu kritik soru gündeme geldi:

Başörtülüleri kampüse almama konusunda en küçük bir zaaf göstermeyen güvenlik sistemi, öğrenci olmadıkları çok açık şekilde belli olan silâhlı provokatörlere nasıl geçit verebildi?

Yakın geçmişe kadar zaman zaman nükseden üniversite kavgalarında, tabancalı, bıçaklı, satırlı provokatörlerin kampüs alanlarına nasıl sızabildikleri sorusuna bir türlü cevap alınamamıştı.

Şimdi aynı soru Akdeniz Üniversitesinde cevabını bekliyor. Ve işin enteresan tarafı, son olaylarda baş provokatör olarak öne çıkan şahıs, bilâhare bir anda sırra kadem basıyor, izini kaybettiriyor, onca aramaya rağmen bulunamıyor.

Ergenekon çetesi hâlâ aktif ve faal mi veya bu hadiselerle o görüntü mü verilmek isteniyor?

Sözü tekrar başörtüsüne getirecek olursak:

Hep birlikte izlediğimiz gibi, üniversitelerde başörtüsü yasağını kaldırma düşüncesiyle yapılan iki maddelik anayasa değişikliğinin yürürlüğe girmesinden sonra az da olsa bazı üniversiteler kapılarını başörtülü öğrencilere açmışlardı.

Ama bu durum, yasakçıların iddia ettiği gibi en küçük bir huzursuzluğa yol açmamış, tam tersine “açık” öğrenciler, yasak sebebiyle okula alınmamalarından ciddî rahatsızlık duydukları örtülü arkadaşlarını bağırlarına basıp kucaklayarak karşılamış, herkes rahat bir nefes almıştı.

Dahası, başörtülü öğrenciler evvelce kendilerini derslere almayan üniversite yöneticilerine ve hocalarına çiçekler sunmak gibi son derece zarif ve asil jestlerde bulunarak, oluşan bu güzel atmosfere ayrı bir letafet ve renk katmışlardı.

Bu samimî jestin bir anlamı da, maruz bırakıldıkları haksızlık sebebiyle kimseye karşı kin ve intikam duygusu beslemedikleri, hesaplaşma peşinde koşmadıkları ve başörtüleriyle okumaktan başka bir düşünceleri olmadığı mesajıydı.

Ve burada da müthiş bir insanlık dersi vardı.

Eğer gerçek anlamda bir “huzur”dan bahsedilecekse, bu onurlu, olgun ve asil tavır, o huzurun nasıl elde edileceğinin anahtarını veriyor.

Evet, herşeye rağmen huzurun teminatı dini doğru anlayan ve doğru yaşayan ahlâklı ve şuurlu insanlar. Onlar, akıl almaz haksızlıklara da maruz kalsalar, gasp edilen haklarını meşru zeminlerde arar, asla bozgunculuk yapmaz, fitne ve provokasyonlara alet olmazlar. Ve kendilerine zulmedenlere dahi insanlık dersleri verirler.

Onun için, haksız bir yasakla “huzur” kelimesini bir arada kullanma demagojisinden medet umanlar boşuna uğraşmasınlar; tutturamazlar.

Huzuru bozanların kimler olduğu belli...

11.04.2008

E-Posta: [email protected]




Şükrü BULUT

Kürt meselesinin hakikî sahipleri...



Türkiye’mizin “Güneydoğu” ve İkinci Avrupalıların “Kürt Meselesi” olarak seslendirdikleri plân ve projede Kürt halkının “yok” denilecek kadar inisiyatifsiz bırakılması sizin de dikkatinizi çekiyordur. Bu mesele Avrupa ve Amerikalı tahribatçılarca Batılıların en mahallî medyasında ele alındığına göre, hadisenin Türkiye’den ve Türkiye’deki Kürt halkımızdan tamamen farklı bir boyutta cereyan ettiğini söyleyebiliriz.

Güneydoğu ve doğu bölgemizin barışını bozmak, bölgedeki milletlerin demokrasiye geçişlerini engellemek, Avrupa ile Asya barışlarını sabote etmek, felsefe medeniyeti ile Kur´ân medeniyetinin musalahalarını ortadan kaldırmak adesesinden de bakmamızın gerektiğini vurgulamak istiyoruz. Meselâ, Kürt meselesi olmasaydı, Birinci ve İkinci Körfez Savaşları başarıya ulaşır mıydı? Birinci Körfez Savaşıyla Şiî-Arap ayağı ve İkinci Körfez Savaşıyla da kuzeyde kurdukları uydu devletçikle hedefine ulaşan “modern bolşevizm”, Kürt meselesi olmadan bugün ulaştığı noktaya ulaşamazdı. Bir milyondan fazla masum katledilmezdi… Haim Naum’un, Asya ve Osmanlı’yı tutuşturmak üzere “ırkçılık meşalesini” Amerika´dan yakıp Lozan’a, Lozan’dan Ankara’ya ve Ankara’dan da Mısır’a koşması, tarihin nazardan zinhar kaçıramayacağı bir hakikattir. Bu mânâda hem Kemalizmin inşasında, hem de Baas rejiminin kurulmasında Haim Naum’un meşalesinin büyük katkıları vardır. Haim Naum’un M. Kemal ve İsmet ile başlattıkları “Türkçülük projesinin” zaman içinde doğuda “Kürt Meselesi” ve Güneyimizde ise “Arap Baasçılığı” tarzında yansıma bulacağını önceden tahmin etmek mümkün müydü? Fakat ırkçılık fitnesiyle bu coğrafyanın daha fazla diktatörlükler döneminde ve bizde ise ihtilâller sonrasında tahrip edildiği de gözden kaçmıyor. Cumhuriyetin ilk dönemindeki “Takrîr-i Sükûn” kararını müteakiben yüz ellibin kişinin katli ve bir o kadar insanın yurdundan yuvasından sürgününü diktatörlükten başka bir şeye veremezsiniz. Çok partili döneme geçen Türkiye’de “Kürt Meselesi” problem olmaktan çıkmıştır. O günkü zalimlerin, “Bağdat Paktı”nı kuran devletlerin idarecilerini ihtilâllerle hunharca cezalandırmasıyla başlayan fitne, bizdeki her ihtilâlden sonra adeta azmıştır. İhtilâllerden hemen sonra bölgeye yönelik başlatılan karışıklık ile ihtilâli yaptıranlar arasındaki münasebetleri takip edenler, “Kürt Meselesinin” nasıl küresel bir savaşın anahtarı olduğunu daha net görürler.

12 Eylül’ü sorgulayamayan hiçbir siyasî inisiyatifin Türkiye’de iktidar olamayacağını zaman göstermiştir. İhtilâlcilerin icazetiyle iktidara gelen hükümetlerin, darbelerin sivil hayatta biraz daha kalıcı olmasını sağladıkları da bir vakıa… Zira, milletle ciddî bir münasebeti olmayan, lider sultasına dayalı ve yalnızca vitrinlerle uğraşılan hükümetlerin; Amerika ve Avrupalı huzur ve barış düşmanlarının yaptırımlarına karşı koyacak gücü olamaz. Olsaydı, önceden mahiyeti bilinen yirmi kişiyi güya demokratik yollarla meclise sokup, sonra da “kayıkçı kavgasına” tutuşmazlardı.

Küresel tahripkâr cereyanın—buna modern komünistler de diyebiliriz—en çok karşı olduğu hareketin bölgedeki “hürriyet ve demokrasi” olduğunu da burada vurgulamak gerekiyor. Bölgeye hürriyet ve demokrasi gelmeden “Kürt Meselesini” ekonomik rüşvetlerle çözmeye yeltenenler; hem kendilerine, hem de ülkeye zarar veriyorlar. Onların rüşvetleri, neoliberallerin bölgede dağıttıkları meblâğların yanında devede kulak kalır. Hürriyet, adalet, demokratik işleyiş ve dinî eğitimin buradaki fitnenin panzehiri olduğunu bilenler her ne hikmet ise, seslerini çıkaramıyorlar. Bölgedeki fitnenin mahiyeti dinsizlikten kaynaklanıyor: Avrupa’daki dinsiz felsefenin talebeleri bu bölgeyi ifsat ettiklerinden, bilhassa Risâle-i Nur merkezli bir eğitiminin verilmesi çok önemlidir. Burada şu ikazımızı da seslendirmek istiyoruz: Siyasî partiler, kaynağı belli olmayan ve “hayır fonları” tarzında lânse edilen paralara zinhar yanaşmasınlar. Önce o paraları zorla verirler, sonra da alanları “hain-i millet” ilân ederler. Aman dikkat!

Netice olarak şu hususu tekrarlamak istiyoruz: Türkiye´de “Kürt Meselesi” denilen hadisenin ancak yüzde yirmi beşi Kürtleri ilgilendiriyor. Diğer dörtte üçü küresel savaş taraftarlarının meselesidir. AB’ye iyi niyet ile yaklaşacak bir Türkiye, 1945’te olduğu gibi kendisini ikinci bir defa komünizmden, “modern bolşeviklerden” insaniyetperver ve İsevî Batı dünyasının ittifakı ve Allah’ın yardımıyla kurtaracaktır. Bu saatten sonra, Müslümanlığı ve Müslüman Kürtleri adam yerine koymayan Washington destekli “dinsiz ırkçıları”; ne dil ve kültür serbestisi, ne medya desteği ve ne de ekonomik rüşvetler tutamaz. Zira efendilerinin bu defa koydukları çıta biraz daha yükseklerde… Kemalistlerin dolaylı olarak yaptıkları yardımların önünü AB ile kapatamayan bir hükümetin de, bu saatten sonra derde deva olması fazla beklenemez.

11.04.2008

E-Posta: [email protected]




Rifat OKYAY

Tarih diye diye (3)



Daha fazla saymak mümkün olmakla beraber üç şıktan birini tercih edeceğimiz bir şeydir tarih. Tarih, ya tarih olarak yazılmıştır. Ya ideolojik taraflı yönlendirmeyle yazılmıştır ya da yanlış yazılmıştır.

Tarihin tarih olarak yazılması dışında, gölgesiyle birlikte (yorumlu) tarihin çok daha çeşitli yazıldığını görüyoruz.

Tarihin yazılmasının yanında öğretilmesi ve eğitim alanındaki tatbikatları da çok değişik ve başka başka olarak yapılıyor. Gölgeler dediğimiz, tarihlerin yorumunun söz konusu olduğu alan ise burada kendisini boy gösteriyor.

Sorsak ki tarihimiz bize doğru öğretiliyor mu? Bize kim cevap verecek? Kendilerinin anlamaları noktasından bile doğru tarihe ve yazılmasına talip olmayan, yüzünden okumayı adet edinmiş adı tarihçi olan kişiler mi?

İdeoloji ve devlet stratejilerinin buluştuğu kavşakta hiçbir zaman doğru ve gerçek tarihe yeşil ışık yakılamamıştır!...

Doğru öğretilmeyen tarihi misal verirsek. Sözlerimiz arıstakta kalmaz ümidindeyim. Aşağı yukarı 600-720 sene ayakta kalmış bir Osmanlı İmparatorluğu’nu biz görmezden gelerek karalarsak, yalan, yanlı, ideolojik, yanlış ve kasıtlı olarak inkâr edersek; doğrusu çok merak ediyorum: Cumhuriyeti, Türkiye Cumhuriyeti Devleti tarihini nereden alıp, nereye oturtacağız. Yedi yüz kusur senenin üstüne acaba bu seksen senelik tarih, uzay gemilerinden mi atıldı?

Efendim biz yeniyiz, yepyeni bir devlet kurduk. Herşeyi yıkarak yıkıntıların arasından millet ve devlet “yıkan-delen” gibi ortaya çıktık falan mı diyeceksiniz?

Merak ediyorum buyurun Osmanlıya ait kültür, yetişmiş insan, maddî zenginlikler, mimarî, san'at, sosyal ve içtimaî hayatın kuralları ve en önemlisi Osmanlı toprakları… Bunları daha çoğaltabiliriz. Çıkaralım bakalım bu değerleri, uzaydan gelen devlet nereye konacak. Buyurun siz yerleştirin halledin bu işi… Sonra elde ettiğiniz dokümanlarla sekseni çarpıp, herhalde devlet olma adına: “Yıkıntıcı” olacak sadece bir “sığıntıyı” elde ettiğinizi göreceksiniz.

Tarihi doğru öğrenmek herkesin hakkı olmalı.

Tarih yanlış yazılmışsa doğrusunu yazanlar çıkmalı.

Tarih, ders ve ibret, kıyas ve isbatın dışında hiçbir şekilde kullanılmamalı.

Tarihçi, tarihi yazanların da tarih aynasında gösterileceğini unutmamalı.

“Hakikî vukuatı kaydeden tarih; hakikate en doğru şahittir.” Bediüzzaman Said Nursî’nin sözünü de unutmamalı…

Doğru, hakikatlı gerçek tarihlere kavuşmak dileğiyle….

11.04.2008

E-Posta: [email protected]





Faruk ÇAKIR

Türkiye'deki ‘yasak’ AB’ye örnek olmadı



Avrupa Birliği’ne üye olmak için ‘devlet’çe karar veren Türkiye’nin, üyelik için uyması gereken siyasî şartlar “Kopenhag Siyasî Kriterleri” olarak isimlendiriliyor. Bu kriterlerde özetle; daha fazla hak, daha fazla hukuk, daha fazla adalet anlayışı var.

Danimarka’da alınan bir karar, başörtüsü noktasında da ‘Kopenhag Kriterleri’ni ortaya koymuş oldu. Buna göre, Danimarka Parlamento Üst Kurulu, “Bir milletvekili, seçimde hangi giysilerle seçmenden oy aldıysa, o giysilerle kendisini seçen kişileri temsil edebilir” kararına vardı. Kurul bu kararını, Danimarka Mahkemeleri Üst Kurulunun, mahkemelerde hakim, savcı, avukat ve jüri üyelerinin başörtülü olabileceğine dair verdiği karara dayandırdı. (Hürriyet, 9 Nisan 2008)

Bu karar, sıradan, geçiştirilebilecek bir karar değil. Özetle kararı tekrarlayalım: AB üyesi olan Danimarka’da; hakim, savcı, avukat ve nihayet milletvekilleri de başörtülü olabilecek! Zaten Filistin asıllı Esma Abdulhamid, Danimarka’nın seçilen ilk (yedek) başörtülü Meclis üyesiydi, muhtemelen önümüzdeki günlerde başörtüsüyle görevini yerine getirecek.

Türkiye gibi, Avrupa Birliği üyeliği yolunda ilerlemeye çalışan bir ülke için bu karar çok önemlidir. Düşünün, Türkiye’de üniversite öğrencilerinin başlarını örtmelerine izin verilmiyor, ama üye olmak istediğimiz Avrupa Birliği’nde; değil üniversitede Mecliste bile başörtüsü yasağı uygulanmayacak. Dolayısı ile, önümüzdeki dönemde; ‘kanunsuz yasak’ta ısrar etmenin mümkün olamayacağını söyleyebiliriz.

Danimarka’da alınan kararın Türkiye’yi ilgilendiren başka bir yönü daha var. Hükûmeti dışarıdan destekleyen ‘Danimarka Halk Partisi’nden Sören Espersen, (Dikkat: ‘Halk Partisi!’) türbanın meclis kürsüsünde serbest bırakılmasına karşı olduklarını, ancak diğer siyasî partileri bu konuda ikna edemediklerinden yakınmış. Espersen şöyle konuşmuş: “(...) Türban dinî semboldür ve meclis kürsüsünde konuşan kişi temsil ettiği dinin propagandasını yapmış olacağı için izin verilmemesi gerekir. Bu konuda örnek alabileceğimiz en iyi ülke Türkiye’dir. Türkiye’de kamu kuruluşlarında türban yasaklanmıştır. Danimarka’da da Türkiye örneğindeki gibi parlamentoda türban yasak olmalıdır.”

Görüldüğü üzere, Danimarka’da yasakları savunan bir ‘Halk Partisi’ var, ama anlaşılan buradakiler gibi onlar da ‘yalnız’ kalmış. Üstelik, Türkiye’de uygulanan ‘kanunsuz yasak’tan medet uyup, örnek almak istemişler ama başaramamışlar.

Medya bu önemli haberleri görmemeye çalışıyor, ama bizce yılın en önemli haberlerinden biri sayılmalı. Kendi ülkelerinde hakim, savcı, avukat ve milletvekillerine başörtüsü serbestisi uygulayan Avrupalılar, Türkiye’deki yasağı savunurlar mı? Yasakçılar bunu bildikleri için, Türkiye’nin Avrupa Birliği yolundaki yürüyüşünü engellemek istiyorlar. Ne var ki, bu yürüyüşü engellemek pek de mümkün görünmüyor. Çünkü Türkiye’de yaşayanlar; daha hür, daha demokrat olma yolunda ilerleme konusunda kararlı görünüyorlar.

Avrupa, Türkiye’deki ‘kanunsuz yasağı’ örnek almamakla doğru olanı yaptı. Umalım ve duâ edelim ki Türkiye, Avrupa’daki ‘serbesti’yi örnek alsın. Gidiş o yönde. Yasakçıların telâşı da bundan olsa gerek...

11.04.2008

E-Posta: [email protected]




Kemal BENEK

Değişiklik yoksa, cenaze de yok, defin belgesi var



Kapatma dâvâsının bir tarafında demokratik cesarete ihtiyacı olan hükümet, diğer tarafta hükümeti korkutmaya, ürkütmeye çalışan muhalefet var.

Hükümetin nasıl davranacağını bekleyip göreceğiz. Bekleme esnasında geçmişte RP ve FP’nin kapatma dâvâlarıyla bizzat meşgul olmuş, Başbakan Erdoğan’la aynı partide siyaset yapan Anayasa Hukukçusu Prof. Dr. Mustafa Kamalak’ın bir uyarısı geldi: “Ak Parti anayasa değişikliğini yapmazsa defin belgesini alır.”

Kapatma dâvâlarında tecrübeli Prof. Kamalak’a basına yansıyan uyarısını sordum. Niçin bu uyarıyı yaptığını öğrenmek istedim: “Geriye dönük olarak tecrübelerimiz var. Refah ve Fazilet Partisinde olduğu gibi” diye cevap verdi.

Fazilet Partisi’nin kapatılması ile AKP’nin dâvâsı arasında ilişki kurdu Kamalak: “FP iddianamesi 21 sayfalık bir iddianameydi. Karar bir tek gerekçeye dayanıyor; Refah Partisi’ne mensup bazı milletvekillerinin ‘başörtüsünü insan hakkıdır’ diye savunmuş olması. Elde böyle bir karar varken Anayasa Mahkemesinin Ak Parti dâvâsında başka türlü davranması mümkün değildir. İddianame 162 sayfalık. Sadece başbakanla ilgili 61 suç isnadı var. 71 kişinin siyasî yasaklı hale gelmesi isteniyor. Düşünün bu durumda ne olur?”

AKP’ye ne önerdiğini soruyorum. Tek şıklı bir cevap veriyor: “Anayasa değişikliği. Tek çare o. Eğer diğer partiler destek verirse ne ala, vermezlerse millete gitmeli. Referandumda da müsbet sonuç çıkar diye düşünüyorum.”

Peki AKP değişikliği yapmazsa? Cevap net oldu: “Yapmadığı takdirde defin belgesini almaya hazır olsun. Ama cenaze de kendilerine teslim edilmez. Çünkü cenazenin bir takım malları var.”

CHP Lideri Baykal gibi “değişikliği yapmayın” diye korkutanlar, “etik değil” diye uyaranları hatırlatınca Kamalak biraz da sesini yükselterek şunları söyledi: “Ya bu işin neresi etik? Bu ahlâkî bir mücadele mi yoksa hukuk ve demokrasi mücadelesi mi? Etik davranışın hukukî derecesi, müeyyidesi nedir? Kanaatimce belirli çevreler biliyor ki Ak Parti’nin kapatılmamasının tek yolu anayasa değişikliğidir. O münasebetle ‘değişikliğe gitmeyin, toplumu gerer’ diyorlar. Bunun anlamı ‘toplumu biz gereriz, icabında darbe davetinde bulunuruz’ demektir. Hukukta silâhların eşitliği kavramı vardır. Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı ‘anayasanın bana yüklemiş olduğu bir görevi ifa ettim’ diyor. Objektif olarak bunlar doğru. Ama aynı anayasa partilere kendini savunma hakkı da veriyor. Anayasayı değiştirecek gücün varsa değiştir. Parlamentonun yetki ve görevi alanında bu var. Partinin anayasayı değiştirmekten başka çıkar yolu yok.”

Kamalak’a önümüzdeki süreçle ilgili tahminini de sordum: “Acı da olsa benim söylediğim bir dost uyarısıdır. Biz o yollardan geçtik. FP için kapatma kararı veren mahkemenin, iddianame karşısında başka türlü davranması mümkün değildi zaten. Ak Parti’nin değişikliği yapması Anayasa Mahkemesi’ni de rahatlatır. Değişiklik partiden ziyade demokrasi ve toplum için çok daha önemlidir. Öleceksen de git milletin sinesinde öl.”

Evet, bu yollardan birden fazla geçmiş “bir dostun acı gerçekleri” böyle.

AKP ve Başbakan Erdoğan uyar veya uymaz. Karar onların.

11.04.2008

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

İnsan nasıl mutlu veya mutsuz olur?



Ne zaman ve nasıl mutlu olur veya mutsuz oluruz? Bunun için bir çok sebep sayılabilir. Bu hususta şüphesiz en doğru hüküm, Yaratıcının ve O'nun Elçisinin koyduğu kural ve verdiği hükümlerdir. Bir hadis-i şerifte dikkat çekilen şu husus insanın mutluluk veya mutsuzluğunun ölçüsünü vermektedir.

Bu hadis-i şerifte insanın Allah tarafından kendisi için takdir edilene razı olmasının mutluluğundan olduğu bildiriliyor. Mutsuzluğu da Allah’tan iyilik istememesi ve Allah’ın kendisi için takdir ettiğine rıza göstermemesidir.1

Ne muazzam bir ölçü değil mi? Sadece bu ölçüye uysa bile insanın mutlu olmamasına imkân yoktur. Düşünün bir kere! Allah’a bütün gönlüyle inanmış, zarar ve menfaatin O'nun elinde olduğunu kabullenmiş bir insan! Ona bolluk ve bereket verecek olan ise Allah. Öyleyse O'na tevekkül etmekten başka ne yapabilir ki?

Evet, inançlı bir insan için O'na tevekkülden başka yol yoktur. Ve böyle bir kimsenin mutlu olmaması için de hiçbir sebep yoktur.

Önce kişi çalışır, işin kural ve kaidelerine göre hareket eder, yapılması gerekenleri bir bir yapar. Cenâb-ı Hak da az veya çok ona birşeyler ihsan eder. Demek hakkından hayırlısı buymuş. Yoksa tenbel tenbel oturup, “Eh, ne yapalım, kaderimizde ne yazılmışsa başımıza o gelir, o kadar kazanırız” demenin dinle, imanla ilgisi yoktur. Bu tenbelliğe kılıf uydurmaktan başka birşey değildir. Kur’ân, “İnsan için çalışmaktan başka birşey yoktur”2 buyurmuyor mu?

Öyleyse insan çalışıp Allah ne takdir etmişse ona razı olacak. Mesnevî-i Nuriye’de ne güzel dile getirilmiş. Deniliyor ki: “Her şey kader ile takdir edilmiştir. Kısmetine razı ol ki rahat edesin.”3

Kişi üzerine düşenleri yaptıktan sonra, “Rabbim, bana bu kadar takdir etmiş. Demek hayırlısı buymuş” der, rahatlar, huzur bulur.

Gözü sürekli yukarılarda olan insan ise kısmetine razı olmaz, “Bu kadar da olur mu? Falan daha çok kazanıyor, benimkisi niye az?” der, kanaatsiz ve şikâyetçi tavrıyla hâlinden memnun olmaz, şikâyetten kendini alamaz. Böyle bir insanın mutsuz olması ise kaçınılmazdır. Hani, “Kadere iman eden, kederden emin olur” demiyor muyuz?

Kadere iman her şeyin Allah’ın takdiriyle olduğunu kabulü gerektirir. “O ne takdir etmişse demek hakkımızda hayırlısı buymuş. Bizi bizden daha iyi bilen O olduğuna göre, görünüşte az bile verse, belki o hakkımızda çoktan daha hayırlı. Kimbilir o çoklara kavuşsak yoldan çıkacağız, istikametimizi koruyamayacağız, günahlara dalacağız” diye düşünür.

Evet, O'na teslim olmak bütün meseleleri çözmeye yetiyor. Hem Kur’ân’da yer alan her şeyin takdir edilmiş olduğunu bildiren şu hakikat de insanı yatıştırmaya yetmez mi? Bu Kur’ânî hakikat insanı kaybettiğinde üzülmekten, birşey elde ettiğinde de şımarmaktan alıkoymaktadır. Çünkü yeryüzünde vuku bulan her hadise ve başımıza gelen her musibet yaratılmadan evvel bir kitapta yazılı bulunmaktadır, yani takdir edilmiştir.4

Demek kısmetine razı olan mutlu, olmayan ise mutsuz olur.

Dipnotlar:

1- Tirmizî, Kader: 15.

2- Necm Sûresi: 39.

3- Mesnevî-i Nûriye, s. 110.

4- Hadid Sûresi: 22-23.

11.04.2008

E-Posta: [email protected]




Halil USLU

Ege’de Kutlu Doğum



On dört asra sığmayan güneşler güneşi, sevgililer sevgilisi, Efendimiz Hz. Muhammed (asm) bir haftaya nasıl sığsın. Doğumunun 1437. senesini idrak ettiğimiz kâinatın serveri için başta Türkiye olmak üzere bütün dünyada Kutlu Doğum Haftası adı altında anma programları yapılmakta ve milyonlarca salât ve selâm getirilmektedir. Peygamber Efendimizin (asm) her şeyi (hâl, etvâr ve ahlâkı) bütün tazeliği ve güzelliği ile bizlerin ve bütün insanlık âleminin önünde bir rehber olarak durmaktadır. Bizlerden ve insanlık âleminden beklenen onun sünnetini yaşamak ve emirlerini dinlemektir. O, asırlara sığmadı, haftalara nasıl sığsın? O olmasaydı, Ege ve havzası karanlık, Türkiye karanlık, âlem-i İslâm karanlık, insanlık âlemi karanlık ve kâinat karanlık kalacaktı…

Bunun en güzel tarifi olarak Malikimiz, Sahibimiz Hz. Allah hadis-i kudsisinde diyor ki: ‘Sen olmasaydın kâinatı yaratmazdım’.1 Bununla ilgili olarak, makamında Âkif-i Sânî kabul edilen merhum Ali Ulvi Kurucu en güzel veçhesiyle ve aruz vezninde diyor ki:

“Doğmazdı kalbe iman, inmezdi arza Kur’ân, / Meçhul kalırdı esmâ levlâke ya Muhammed.

Matem tutardı gökler, gülmezdi hiç melekler / Mahzundu arş-ı âlâ levlâke ya Muhammed.2

Bu duygu ve düşünceler içerisinde Mevlânâ diyarından başlayarak Denizli, Muğla, Nazilli, Ödemiş, Tire ve İzmir’de, yani topyekûn Ege’nin bir köşesinde kendimizi dostlar meclisinde bulduk. Özellikle Yeni Asya gazetesi Nazilli temsilciliği tarafından davetli olduğum, Nazilli Kültür Merkezinde halka açık, resmî olarak ‘Peygamberimizden Çağımıza Müjdeler’ konferansını verdik. Yağmura ve havanın soğuk olmasına rağmen çevre il ve ilçelerinin Denizli’den İzmir’e kadar, Ödemiş’ten Muğla’ya kadar gelen can dostlarının iştirakıyla konferansımızı Efendimizden (asm) aldığımız ve çok muhtaç olduğumuz şevk ve aşk ile verdik. Türkiye’den ve dış dünyadan verdiğimiz sayısız dokümanları içine alan en güzel tesbit yine Ali Ulvi Kurucu Ağabeyimizindi:

“Ruhum sana âşık, sana kurbandır Efendim, / Bir ben değil âlem sana hayrandır Efendim.

Ecrâm ü felek, Levh u kalem, mest-i nigâhın, / Medheyleyen ahlâkını Kur’ân’dır Efendim.

Mahşerde nebîler bile senden meded İster, / Rahmet, diyen âlemlere, Rahman’dır Efendim.

Kıtmîrinim Ey Şâh-ı Rusül, koğma kapından, / Âsilere lutfun, yüce fermandır Efendim.”

Peygamber Efendimizin (asm) günümüze bakan sayısız müjde hadislerinden bazılarını dilimizin döndüğü kadar çarpıcı misâllerle ortaya koyduk. Kıyas mantığı içerisinde, dün ile bugünü, yani asırları ve yılları yoğurarak bir sentez halinde ortaya koymaya çalıştık. Âlem çarşısında görünen tablo, müjdelerin her şekliyle ve her yerde tahakkuk etmesiydi. Hayal kabul edilen muhteşem işaretlerin hakikat olarak tecellî etmesiydi.

Efendimiz (asm) bir müjdesinde diyor ki: “Kimin ayakları Allah yolunda tozlanırsa, Allah onu Cehennem ateşine haram kılar.”3 Bu mânâ ve iman içerisinde hakkın ve nurun çilekeş cengâverleri, başta Türkiye olmak üzere her yeri arşınlamışlardır ve hâlen devam etmektedirler. Salonlar onlarla dolmakta, gönüller onlarla coşmakta ve ülkemizin ve dünyanın çehresi bu mânâ ile değişmekte ve değişecektir.

Ege’deki faaliyetlerimde beni hiçbir şekilde yalnız bırakmayan ve hizmetleri müşterek paylaşan muhterem Selahaddin Akyıl Ağabeye, eski İzmir milletvekili Mehmet Özkan, Mehmet Cebe ve Almanya’dan Hasan Rüzgâr ve Hasan Arabacıoğlu Beylere ve Muğlalı, Denizlili üniversite talebelerine Ödemişli, Nazillili lise gençlerine ve emeği geçen bütün kardeşlerime binler teşekkürler. Ayrıca İzmir’de ağabey ve kardeşlerimizle müşterek defnettiğimiz son şahitlerden merhum Av. Mehdi Halıcı ve emsâli zatlar için taziyetlerimizi sunuyor ve Hz. Allah’ın rahmetine sığınıyoruz.

Dipnotlar: 1- Keşfü’l-Hafa 2:164. 2- Gümüş Tül ve Alevler, s. 162, A. Ulvi Kurucu. 3- Câmiü’s-Sağîr: 6:76, No: 8486

11.04.2008

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Bıçak sırtında görünen meseleler



Ülke ve millet olarak öylesine hassas bir vetireden ve öylesine çetin bir badireden geçiyoruz ki, mevcut tabloyu isimlendirmek için "bıçak sırtı" tabiri dahi az geliyor, basit kaçıyor.

Hani, neredeyse bıçağın sırtıyla ağız kısmı yer ve yön değiştirdi, değiştirecek gibi...

Bakın, mahallerdeki okul veya fakülte gibi en tabandaki sosyal alanlardan tutun, Meclis gibi en üst mevkideki siyasî ve sosyal alana varıncaya kadar, hemen her yerde gerilim var, çekişme var, yer yer çatışma var, kutuplaşma var ve ileriye yönelik endişeli bir bekleyiş var.

Yani, uzun zamandır fikren sükûnet içinde olduğu bilinen liselerde, fakültelerde her an kargaşa çıkabilir ihtimali belirdi. Bundan sonrasını kestirmek zor.

* * *

Aynı şekilde, beş yıllık bir sükûnet devresini geride bırakan Millet Meclisi, kelimenin tam anlamıyla diken üstünde duruyor.

Partiler hakkında açılmış bulunan kapatma dâvâlarıyla milletvekilleri için istenen siyasî yasak talebi, ülke genelindeki nisbî istikrarı yerinden oynattı ve sürükleye sürükleye bıçağın ağzına kadar getirip dayandırdı.

Vekil, bakan, Başbakan, hatta Cumhurbaşkanı'nı dahi önüne katarak, mevcut siyasî yapıyı meçhûl bir istikamete doğru sürüklemeye çalışan bu yeni dalgalanmanın nasıl ve nerede duracağını hiçkimse kestiremiyor.

* * *

Öte yandan, toplumun mutlak ekseriyetini yakından ilgilendiren ekonomik gidişat hakkında söylenen sözler ve beliren işaretler de endişe verici bir mahiyette görünüyor.

Bugün en yetkili ağızlar tarafından bile, "enflasyonun fırlayabileceği"ne dair sözler sarf ediliyor.

Hatta, daha şimdiden yıllık ortalaması yüzde 10'un üstünde enflasyon rakamlarına bakılarak açıkça "Hükümet olarak bu konuda yanıldık" deniliyor.

Dahası, bundan sonrası için, güvenilir herhangi bir açıklama da yapılamıyor. Zira, hükümet ve iktidar cenahı, milleti düşünmek yerine, o da kendi başının derdine düşmüş vaziyette.

Bu cenahta, kuru lâfların ve bolca hamasetli nutukların dışında ciddî hiçbir icraat görünmüyor.

* * *

Allah, yaşanan gelişmeleri hakkımızda hayırlara tebdil etsin diyerek, özetliyoruz:

Ülkenin en hayatî meseleleri el'ân bıçak sırtında görünüyor. Genel durum hem iyiye, hem kötüye doğru gidebilir.

Meselâ, öğrenci olayları aniden tırmanabilir ve okullar her an karışabilir; ama, bunun tersi de mümkün.

Aynı kritik durum, siyaset ve ekonomik hayattaki gelişmeler için de geçerli.

Tarihin yorumu

Urfa'da çifte bayram sevinci

11 Nisan, Şanlıurfa için çifte bayram sevincinin yaşandığı bir gündür.

Urfalılar, 1920 yılı 11 Nisan'ında düşman işgalinden kurtuldukları için, 1995'in 11 Nisan'ında ise Harran Ovasının Fırat'ın suyuna kavuşma bahtiyarlığına şahit oldukları için, bugün itibariyle çifte bayram sevincini yaşıyor.

* * *

Osmanlı'nın Birinci Dünya Savaşındaki mağlubiyetini tescilleyen Mondros Mütarekesinden hemen sonra Anadolu'da başlayan işgal ve istilâ dalgasından, peygamberler diyârı Urfa da nasibini aldı.

Şanlıurfa'yı önce İngilizler, ardından da Fransızlar işgal etti. İşgalcilere karşı kurdukları gönüllü milis kuvvetleriyle mücadeleye girişen Urfalılar, nihayet 11 Nisan 1920'de kesin bir muzafferiyet sağladılar.

* * *

11 Nisan 1995 tarihi ise, meşhûr Harran Ovasının asırlardır hasret kalmış olduğu Fırat'ın suyuna kavuştuğu gündür.

GAP projesi çerçevesinden yıllardır yapımı devam eden 26 km uzunluğundaki sulama tünellerinin inşası tamamlandı ve yapılan açılış merasiminin ardından Fırat suyunun vanaları açıldı.

Bölge tarımının hayat damarını teşkil eden T–1 ve T–2 tüneli, dünyanın sulama amaçlı en uzun tünelleri olarak biliniyor.

* * *

Şanlıurfa'nın bir başka özelliği de, buradan pekçok şâirin, ses ve söz ustasının çıkmış olmasıdır. Şâir Nâbi'den (1642–1712) sonra, ayrıca tarihten günümüze Şair Abdi (1857–1941) Mukim Tahir (1900–1946), Hamza Şenses (1904–1942), Bekçi Bakır (1909–1985), Kazancı Bedih (1929–2004) ve M. Akif İnan (1940–2000) gibi önemli birçok şahsiyetler yetişti. Ayrıca sesi yanık ve güzel pekçok türkücüsü var Urfa'nın.

Yazımızı, Bekçi Bakır'a ait uzun hava makamında okunan bir türkünün sözleriyle bitirelim:

Buradan bir atlı geçti/Yarama baktı geçti

Tabip yaramı elleme/Yaramın vakti geçti

Kurbanam her gelene/Zülfünden ter gelene

Mezarıma servi dikin/Yavrularım gölgelene

11.04.2008

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Günahlarımız ve tövbemiz



Özcan Bey:

*“Bazı kitaplarda Peygamber Efendimiz’in (asm), bazı günahlar zikrettiğini ve bu günahları işleyenler için ‘Allah’ın rahmetinden uzak kalmıştır’ veya ‘Allah lânet etmiştir’ gibi ifadeler kullandığını görüyoruz. Meselâ bir hadiste, içki içenlerin ebediyyen Cennete giremeyecekleri beyan ediliyor. Oysa Allah’ın rahmeti gazabını geçmiş değil mi? Allah, bütün günahları bağışlayıcı değil mi? Allah’ın affedici ve mağfiret edici oluşu ile böyle gazap haberleri veren hadisleri nasıl telif etmeliyiz? Meselâ içki içen affedilmez mi?”

Beşer olarak dehşetli bir imtihandan geçiyoruz. Bazen farkında olmadığımız halde kendimizi bir veya birden fazla günahın içinde buluyoruz; bazen bilerek veya bilmeyerek bir ayıp, bir kusur, bir günah, hatta haddi ve cezayı gerektiren bir suç elimizden sâdır olabiliyor; bazen Allah’ın rahmetinden uzak kalmayı gerektiren bir isyanımız—maazallah—olabiliyor; bazen Allah’ın gazabını mucip bir davranışımız vücuda gelebiliyor. Biz beşeriz. Beşer, şaşar! Allah, şaşırtmasın! Cenâb-ı Hak ise Rahîm’dir, Kerîm’dir, Afüvv’dür, Gafûr’dur, Settâr’ul-Uyûb’dur (ayıpları örtendir).

Allah’ın kahrı ve gazabı olduğu gibi, merhameti ve mağfireti de vardır. Meselâ bir hadiste Peygamber Efendimiz (asm): “Üç kişi vardır ki; Allah onlara Cenneti haram kılmıştır: Bunlar; devamlı içki içen, ana-babasına eziyet eden ve ailesinin fuhuş yapmasını onaylayan deyyustur”1 buyurur. Bu hadiste geçen büyük günahlar için Cenâb-ı Hak öyle gazaplanır ki; kişinin affa liyakat kazanması için, derhal bu günahlardan sıyrılıp pişmanlık içinde tövbe etmesi lâzım. Ancak, tövbe etmemekle beraber; gözü öylesine kararır, kulakları öylesine tıkanır, basireti öylesine bağlanır ki, bu günahları işlemeye devam eder; geleceğini düşünmez, âhiretini nazara almaz, Allah’a hesap vereceğini dikkate almaz. Allah’ın gazaplandığı günahlarda öyle bir nitelik vardır ki, pişmanlık ve tövbe ile derhal vazgeçilmediği takdirde, başka büyük günahlara da kapı açar. Meselâ içki böyledir. İçki bütün kötülüklerin anasıdır. Anaya-babaya eziyet etmek de böyledir; başka büyük kötülüklere kapı açar. Diğer büyük günahları da aynı sırada sayabilirsiniz! Aslında büyük günahların tamamı böyledir; insanın kişiliğini, kadr u kıymetini, onur ve şerefini, edep ve hayâ perdesini alır götürür.

Ancak bu günahları işlemeye devam edilmediği; derhal terk edildiği, derhal nefis sorgulandığı, pişmanlık duyulduğu ve derhal tövbe ve istiğfar içine girildiği takdirde—sizin bahsettiğiniz müessif, ama talihsiz olay da dâhil—hiçbir günah yoktur ki, Allah’ın af ve mağfiret şemsiyesi altına girmiş olmasın! Şu muhakkaktır ki, Allah’a sığınan kurtulur! Allah’tan eman isteyen, eman bulur! Allah’tan mağfiret isteyen, bağışlanır!

Cenâb-ı Hak: “De ki; ey nefislerine zulmedip, aşırı giden kullarım! Allah’ın rahmetinden umudunuzu kesmeyin! Allah bütün günahları bağışlar! Çünkü O, bağışlayandır, merhamet edendir”2 buyurmakla, kötülüklere boylu boyunca dalan fitne, fücur, fısk, isyan ve tuğyan sahiplerine şefkatle seslenir. Bu müşfik ses, onlara, günah işleyip durdukları bu fani dünyadan ayrılmadan, günahlarını terk edip tevbe etmeleri halinde mağfirete dönüşmektedir.

Enes (ra) rivayet eder: Allah Resulü’nün (asm) yanında oturuyordum. Adamın biri gelip dedi ki:

“Yâ Resûlallah! Haddi gerektiren bir günah işledim! Bana bunun cezasını uygulayınız!”

Allah Resulü (asm) ona cezayı gerektiren günahının ne olduğunu sormadı. Daha doğrusu, günahının gizli kalmasını ve tevbe ile arınmasını istediğinden, o esnada üzerinde durmak istemedi. Nitekim namaz vakti geldi. Peygamber Efendimiz (asm) namaza durdu; o da Peygamberle (asm) birlikte namaz kıldı. Allah Resulü (asm) namazını tamamladığında, adam tekrar Allah Resulüne (asm) yaklaşıp durdu. Nihayet tekrar:

“Ey Allah’ın Resulü! Ben bir günah işledim! Bana Allah’ın Kitabındaki hükmü uygulayınız!” dedi.

Allah Resulü (asm) bu defa:

“Sen bizimle birlikte namaz kılmadın mı?” buyurdu.

Adam: “Evet!” diye cevap verince, Resulullah (asm):

“Muhakkak Allah senin günahını bağışlamıştır!” buyurdu.3

Anlaşılıyor ki, biz Allah’a yaklaşmaya devam edip ibadetlerimizi yaptıkça ve geçmişte tövbe ettiğimiz ve artık belleğimizde izi bile kalmayan bir hatadan veya günahtan dolayı—hâşâ—Allah’ın affedici olmadığını düşünecek derecede kriz içine girmemize gerek yoktur. Ubudiyetimize devam edelim. Allah, Settâru’l-Uyûb’dur; günahlarımızı örter ve bağışlar. Allah’ın örttüğü günahımızı, biz de unutalım ve ibadetlerimize devam edelim.

Allah’ın bizi ibadetlerde muvaffak kılması, inşaallah bizi bağışladığını gösterir.

Dipnotlar:

1- Müsned, 2/63

2- Zümer Sûresi, 39/53

3- Buhârî, hudûd, Bab:27

11.04.2008

E-Posta: [email protected]




Cevher İLHAN

Afganistan’a “ek asker”



Birçok önemli konu, iç ve dış gündemi kapatan “kapatma davası”nın gölgesinde kaldı. Bunlardan biri de ABD’nin Türkiye’den “Afganistan’a ek muharip asker” talebi… Afganistan, Avrasya’nın kalbi. Asya’nın ortasında Hazar Havzası enerji kaynakları ve hatları üzerindeki kritik coğrafyanın merkezi. ABD, Asya’yı kontrol altına almak, Orta Asya ülkelerini güdümünde tutmak için Afganistan’ı işgalinde tutmak istiyor.

Amerikan petrol şirketleri ortağı Karzaî’nin kukla yönetimiyle Afganistan’ı elde edemedi. Yıllardır Toma Hawk füzeleriyle, ağır bombardıman uçaklarıyla baştan başa bombaladığı ve yüzbinlerce sivilin katledildiği bu ülkeyi sindiremedi. Aksine direniş, daha da büyüdü; bağımsızlık mücadelesini veren Taliban, başkent Kabil’in dışında bütün ülkeye hâkim oldu… Neconların, Müslümanları “terörist”, İslâm âlemini “birinci düşman” ve “baş tehdid” sayan “11 Eylül konsepti”ne karşı koyan ve önemli Müslüman nüfusu adına İslâm Zirve Konferansına katılan Rusya’ya karşı ABD, Afganistan’da kalma emelinde.

Dahası, AB ve İslâm dünyasıyla geniş ekonomik işbirliğine giden Çin ve Hindistan alternatifini durdurmak, “büyük Ortadoğu projesi”yle Pakistan ve İran’ı kuşatıp etkisi altına almak, başkalarının sırtında işgali sürdürün hegemonya ve çıkarlarını sürdürmek peşinde…

* * *

Bilindiği gibi Türkiye, NATO’nun Uluslararası Güvenlik Destek Gücü (ISAF) kapsamında Afganistan’da 730 askeri bulunuyor. Afganlılar, işgalci ecnebilere gösterdikleri tepkiye karşılık, Hint Müslümanları gibi Türkiye’nin İstiklâl Harbine ve Millî Mücadelesine verdikleri destekten kalma Osmanlı dönemine uzanan tarihî ve kültürel derin bağlarla Mehmetçiğe sevgi ve yakınlık gösteriyor.

Tıpkı Vietnam’da ve en son Irak’ta olduğu gibi Afganistan halkının nefretini “kazanan” ABD, Türkiye’nin bu durumundan yararlanmak istiyor. NATO’yu kullanarak bu ittifak çerçevesinde Türkiye’yi “cephe”ye sürmek peşinde…

Başbakan Erdoğan’ın 5 Kasım’da Beyaz Saray’da Bush’la başbaşa yaptığı görüşmede ve ardından Cumhurbaşkanı Gül’ün son Amerika ziyaretindeki temaslarında Afganistan’a asker konusunda “verilen vaadler”den kamuoyu habersiz.

Ancak, geçtiğimiz Şubat ve Mart aylarında Amerikan Dışişleri Bakanı Rice’den, Savunma Bakanı Gates’e ve en son Bush’un Yardımcısı Cheney’e varan sivil - asker Amerikalı yetkililerin “Ankara uğramaları”nda Afganistan’a muharip asker gönderilmesinin gündemin baş konularından olduğu bir gerçek. Öylesine ki Cheney’den önce Afganistan Dışişleri Bakanı Rengin Spanta’yı Ankara’da ağırlayan Dışişleri Bakanı Ali Babacan, “Afganistan’a ek muharip asker” temrinlerinin ilk işâretlerini vermişti. Genelkurmay Başkanı’nın Afganistan’a ek muharip asker gönderilmemesinin “devlet kararı” olduğu açıklamasına rağmen, zorlamalar devam ediyor. Aslında NATO Asamblesi üyesi AKP’li Vahit Erdem’in, aylar önce “NATO’nun önemi”nden bahisle “Afganistan’a asker göndermesi” görüşünü açıklaması da, hükûmetin bu husustaki meylinin izharı olmuştu. Ülkesini işgalcilere karşı savunan direnişçileri “terörist” sayan Washington’un bakışıyla bakan Babacan, her fırsatta “NATO bünyesinde oradaki terörle mücadele” imâsıyla, asker gönderme gereğine zemin hazırlamaya çalışıyor.

Keza Gül’ün, son yılını dolduran Bush’la yan yana poz verip fotoğraflar çektirdiği NATO’nun son Bükreş zirvesi sırasında “muharip asker değil”, ancak “ek asker gönderilebileceği” anlamına gelen sözler sarfetmesi, sözkonusu “devlet kararı”na rağmen, AKP’nin ABD’ye destekteki ısrar saplantısını su yüzüne çıkardı…

* * *

Merak konusu; Bush hayranı “Amerikalı Sarko” olarak bilinen Fransız Cumhurbaşkanı Selânikli Sarkozy dışında, başta Almanya Başbakanı Merkel ve ABD’nin Amerika’daki işgal ve savaş ortağı İngiltere Başbakanı Brown olmak üzere Avrupa’daki “Amerikan dostları”nın bile sakındığı halde, AKP hükûmetinin bu husustaki zorlaması neden? En kadim NATO üyelerinin uzak durduğu “Afganistan’a asker gönderilmesi”ne Türk hükûmetinin hahişle bakma meyli neden? Türkiye’nin köklü inanç ve tarihî bağları bulunan Müslüman Afganistan’da zâlim ve çıkarcı işgalcilere destek vermenin, vicdanlara sığan hangi mâkul gerekçesi var? Mehmetçiği conilere “kalkan” yapmanın hangi izâhı olur?

AKP hükûmetinin Meclis’i by pass ederek başta İncirlik olmak üzere onlarca havaalanı ve limanı Amerikan askerlerinin her türlü askerî personel, savaş malzemesi ve mühimmatın nakil ve dağıtımı için tahsisine dair “ABD’ye destek hamûlesi”, Türkiye’ye ne sağladı?

Türkiye’nin, Müslüman komşu Irak’ta bir milyondan fazla insanı katleden işgalcilerin çıkar savaşına “ortak” edilmesi ve “cephe ülkesi” olmasının dışında ne yararı oldu ki, Afganistan’a “ek muharip birlik” gönderilmesinin yararı olsun?

Sınırötesi oparasyonlardaki “Amerikan istihbarat paylaşımı” ne menem bir şeydi ki AKP hükûmeti “karşılığını” öde öde bitiremiyor…

11.04.2008

E-Posta: [email protected]




Mehmet KARA

“Düşünce özgür olmasın”a yatırım



Düşünce ve ifade özgürlüğünün önündeki engelleri kaldırmamak(!) için 2 mil-yon YTL’yi (2 trilyon TL) gözden çıkaranlar var.

Maliyetinin yaklaşık 2 milyon YTL’yi bulacağı belirtilen kampanya kapsamında, reklâm filmleri ulusal kanallarda, afişler ise özellikle büyükşehirlerde bilboardlarda yayınlanacakmış. Bunu yapan 301. maddeye yönelik sıkı muhalefet yapmaya hazırlanan MHP. Parti, bu kapsamda 301. maddeyle ilgili önümüzdeki günlerde miting ve bölge toplantılarını da gündemine almış. (Vatan, 8 Nisan 2008)

Bahçeli son grup toplantısında MHP 301. madde değişikliğine sonuna kadar karşı çıkacaklarını söylerken, “301. madde Meclisin önüne getirilirse, AKP’li 339 milletvekili, milletin huzurunda bir onur ve haysiyet imtihanıyla karşı karşıya kalacak. Kimseye bırakmadıkları, muhafazakârlık, demokratlık ve mukaddesatçılığın gerçek yüzü ise bu imtihan sonucunda ortaya çıkacaktır” demeyi de ihmal etmedi.

CHP ise sırf, hükümetin “yabancıların gözüne girmek, yabancıları memnun etmek, Barroso gelmeden ona bir jest yapmak için” 301 değişikliğine karşı çıkıyor.

* * *

TCK’nın 301. madde sebebiyle sadece 2007 yılında mahkemelerde görülen dâvâ sayısı 744, hakkında dâvâ açılan sanık sayısı ise bin 189’u buldu. Düşünce özgürlüğünün önünde engel olan TCK’nın 301. maddesinin değişikliği gündeme iyice yerleşti. Madde muhtemeldir ki, önümüzdeki hafta Meclis’te değiştirilecek. Teklif hafta başında yapılan bakanlar kurulu toplantısının hemen ardından TBMM Başkanlığına verildi. Ancak değişiklik CHP engeline takıldı. TBMM Başkanı Köksal Toptan Çin’e gidince, Başkanvekili CHP’li Güldal Mumcu, “301 işi acil değil” diyerek teklifin komisyona sevkini imzalamadı.

Teklife göre, Maddede ‘Türklüğü’ şeklinde geçen kavram, ‘Türk milleti’ olarak, ‘cumhuriyeti’ ifadesi de ‘Türkiye Cumhuriyeti’ olarak değiştirildi. Ceza üst sınırı 3 yıldan 2 yıla indirildi. Böylece Ceza Muhakemesi Kanunu’nun (CMK) 231. maddesinde düzenlenen ‘2 yıl ve daha az süre hapis öngören cezanın açıklanması ertelenir’ hükmüne göre 301’den hapis yatılmasının önüne geçilecek. Dâvâ açılması için izin verme yetkisi cumhurbaşkanına verildi. Teklife, üç sayfalık ayrıntılı bir gerekçe de yazıldı. İfade hürriyetinin Anayasa’da güvence altına alındığı vurgulandı. TCK’da paralellik sağlamak amacıyla 305. maddede yazılan “Temel millî yararlara karşı hakaret” soruşturmalarına izin yetkisi de Adalet Bakanı’ndan alınarak cumhurbaşkanına verildi.

* * *

301. maddenin bu hali tam istenildiği gibi olmasa da doğru bir adım olarak değerlendirilebilir. Beklentileri karşıladığını söylemek zor. Kimi hukukçular, bu değişikliğin makyaj olmaktan öteye gidemeyeceğini söylüyor.

Keşke, birkaç ay sonra gelecek sıkıntılarının önüne geçebilmek için şimdiden madde daha özgürlükçü hale getirilebilseydi. Ümit edi-yoruz ki, komisyonda veya genel kurulda bu yönde bir değişiklik yapılır.

Şunu söylemekte yarar görüyorum: 301. madde ve peşinden de demokratikleşme paketinin gündeme getirilmesi bazı çevrelerin dikkatini çekiyor. Kapatma dâvâsı gündeme geldiğinde AB ve demokratikleşmeyi hatırlamak yerine göreve ilk başladığında bunlar düşünülse sıkıntılar da az olacaktır.

Yeni anayasa çalışmaları bu zamana kadar yetiştirilebilirdi. Ama yapılmadı. Aradan iki madde çekilerek başörtüsünün üniversitelerde serbest bırakılması sağlanmaya çalışıldı, ancak işler daha da karmaşık hale geldi. Değişiklik şimdi Anayasa Mahkemesinde…

Yine de demokratikleşmeden başka bir yol olmadığının görülmesi ve her şeye rağmen, geç kalınsa da demokratikleşme adımlarının atılması sevindiricidir. Yeri geldiğinde değil, her zaman demokrasi taraftarı olmak suretiyle “gerçek demokratlık” olur.

11.04.2008

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

‘Tarlamızı önceden sürmüşler’



Ne tesadüf! Dink Cinayeti azmettiricileri arasında yer alan ve grup içinde ‘ağabey’ olarak anılan Erhan Tuncel’in BBP Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu ile birlikte çekilmiş veya aynı karede yer almış fotoğrafları basına sızdırılınca veya ortaya çıkınca Yazıcıoğlu hem akılda kalan, hem de olan biteni özetleyen veciz bir ifade kullanmıştı: “Bizim tarlayı çok önceden sürmüşler...”

Anlaşılan o ki, MHP’nin tarlasını da o şekilde önceden sürmüşler. Benim Yakup Cemil’e benzeterek aslında Yakup Cemil’e haksızlık ettiğim Akdeniz Üniversitesi olayı kahramanı Ömer Ulusoy kalibre itibarıyla Yakup Cemil ile aşık atması ve eski tabirle onun ökçesine ulaşması veya ka’bına varması bile sözkonusu olamaz. Birlikte ele alınması zaittir. Ömer Ulusoy; gazetelerde yer alan serencamına bakılırsa ancak Yeşilçam’ın Coşkun Göğen’iyle yarış edebilir ve onun eline su dökebilir. Namı diğer tecavüzcü Çoşkun. Şair Eşref’in İkinci Abdülhamid Han hakkında ileri geri konuştuktan sonra vefatının ardından ruhundan istimdat istemesi gibi burada da sapla samanı birbirine karıştırmayalım. Burada da Yakup Cemil ile Ömer Ulusoy’u birbirine karıştırmak serapa haksızlık olur. Ama ne yazık ki bu işlerin kaderidir; hep aynı tip adamlar kullanılır. Tipin yapacağı işe uygun ve ehil olması gerekir. Birazcık psikopat bir ruh taşıması lâzım. Biraz kaçık ve maytap olması misyon gereğidir. Yakup Cemil olsa olsa Ömer Ulusoy’un patronu olurdu. Zira tetikçilik günlerinde vatan kurtarmak için cepheden cepheye sürülmüş ve maiyetine de azılı katiller ve tımarhane ve hapishane kaçkınları ve firarileri verilmiştir. Adam sıradan biri değildir. Hem muvazzaf subay hem de çarıklı erkân.

Kirli işlerde hep aynı taktik uygulanır. Sırplar Kosova’da böyle yapmıştır. MHP’nin başına gelenlerle halefi BBP’nin başına gelenler simetrik. Bundan dolayı, MHP’nin başına gelenleri en iyi Muhsin Yazıcıoğlu anlıyor. Damdan düşme meselesi. MHP’nin Antalya eski İl Başkanı Nizamettin Sağır da aynen BBP Başkanı Yazıcıoğlu gibi konuşuyor: “Ömer U. adlı kişinin soyismini televizyonlarda, bu olaydan sonra öğrendim. Onun öncesinde Ömer U., partinin etrafında gördüğüm tiplerden biri. Bu arkadaş, il başkanlığım döneminde aşağıdaki taksicilerden aldığım şikayet üzerine partiye giriş çıkışını yasakladığım bir vatandaş. Ama fotoğraflara dikkatli bakarsanız şunu görürsünüz, MHP’li yöneticilerin yanında fotoğraf vermeye çalışan bir adam. Onunla yöneticilerin hiçbir samimiyeti, sohbeti, konuşması yok, ama fotoğrafların bir tarafında var. Sosyal faaliyetler yaparken, arkamda duran kişiye ne yapmamı bekliyorsunuz? O vatandaşın fiilinden beni sorumlu tutabilmeniz için benimle onun gerçekten bir organik bağı olması lâzım. Türkiye’de komplo teorilerinin ucunu kaçırdık biz. Bu olayda provokasyon olduğu kesin.’’

***

Aslında bu medsus adamın (tarlaya önceden ekilmiş) gerçekten de MHP’nin misyonuyla bir bağlantısı olamaz. Dolayısıyla Erhan Tuncel’in BBP’ye yakınlığı neyse Ulusoy’un da MHP’ye yakınlığı odur. Nedenine gelince; MHP’nin son yıllardaki çizgisine baktığımızda kutuplaşmaların azami dışında kalmaya gayret etttiğini görmekteyiz. Dolayısıyla son hadise ile onun çizgisi örtüşmemektedir. Ülkücülük-Kürtçülük kavgasının tarafı veya bir parçası olmak istememektedir. Bu hususta devlet adına taraf olmak veya devletin yerine kaim olmak arzusunda hiç değildir. Vaktiyle bundan ağzı yanmıştır. Zira, bunun acısını 12 Eylül döneminde çekmiş ve büyük hayâl kırıklıkları içinde büyük bedeller ödemiştir. Bu itibarla, MHP de bütün diğer oluşumlar gibi sızmalara açık ve sahne olsa da yapısal olarak böyle provokasyona alet olması genel seyir çizgisiyle çelişmektedir. Muhsin Yazıcıoğlu da buna tanıklık etmiştir. Ve hadisenin MHP üzerinde kurgulanan açık bir komplo olduğunu söylemiştir. Nizamettin Sağır’ın tepkisi de zaten bu mahiyette idi. Bu bağlamda, MHP hakkında söylediklerine katılmamak mümkün değil: “Birkaç gün önce izlediğimiz olaylardaki manzaraya baktığımda ürperdiğimi ifade etmek istiyorum. Taliban sakallı, dazlak kafalı, alnında Zülfikar kılıcı dövmeli, ‘ben suç işleyeceğim’ diye bağıran bir kişi gayet rahatlıkla silâhıyla üniversiteye girebiliyor ve orada silâh kullanabiliyor. Bu insan bir siyasî partinin faaliyetlerinde özellikle görüntüleniyor. Ben buralardayım demek için ne lâzımsa onu yapıyor. Kirli ayağıyla her yere iz bırakıyor, ondan sonra da televizyonlara poz vererek şarjör değiştiriyor, şarjörüne mermi sürüyor. Bu kadar net senaryoların sahneye konulabildiğini görüyoruz. Bunları yapıyorlar da bunun karşısında istihbaratımız, üniversite yönetimimiz ne yapıyor. Neden bu güvenlik önlemleri alınmaz, bunun da altını çizmek istiyorum. Ekranlarda görünenlerin asıl arkasındakilerin ortaya çıkarılması gerekir. Kim bunlar ki çeşitli siyasi partilerin içine ajanlar sokarlar, sonra bu ajanları fotoğraf karelerinin içine alırlar, ekranlarda topluma gösterirler ve bunun üzerinden Türkiye’de siyaset üretmeye çalışırlar. Gerilimler üretmeye çalışırlar. Türkiye’de bunu ortaya çıkarması gereken bir mekanizma yok mu? Ne işe yarar bu millî istihbaratımız. Niye bunları bulup çıkarmazlar. Üç dört tane çocuğun ilâhi okumasını takip edenler, niye üniversitelerde bu provokasyonlar yapılmadan önce bunları ortaya çıkarmak için çalışmazlar.”

***

28 Şubat sürecinde en dik duranlardan biri olarak Yazıcıoğlu’nun gençlere de kulaklarına küpe olması için bir çift nasihatı var: “Biz büyük acılar çektik, gençler oyuna gelmesin. Bu filmi yıllar önce de seyretmiştik.” Akdeniz Üniversitesi’nde yaşananlarla ilgili birinci derecede sorumluluk mevkiinde olan Rektör Mustafa Akaydın pişkin bir şekilde: ‘Hedef benim’ diyor ve bir de bu hadisenin üzerinden kahramanlık üretmeye kalkışıyor! Gerçekten de hedefte kim var? AKP mi, onun ötesinde Türkiye mi yoksa Mustafa Akaydın mı?

11.04.2008

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ahmet ARICAN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Atike ÖZER

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Fahri UTKAN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kadir AKBAŞ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  Kemal BENEK

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet C. GÖKÇE

  Mehmet KAPLAN

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Nurettin HUYUT

  Osman GÖKMEN

  Raşit YÜCEL

  Rifat OKYAY

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Saadet TOPUZ

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Suna DURMAZ

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  İsmail TEZER

  Şaban DÖĞEN

  Şükrü BULUT


 Son Dakika Haberleri