|
|
Nimetullah AKAY |
İmtihan süresi dolunca |
|
Nasip olan şeyin hiçbir şey önüne geçemez. Ama nasip olmayınca da hiçbir faninin çabası yeterli olamaz. O halde kısmetimize razı olmak zorundayız. Bizim için takdir olan rızkımızla yetinmek, az-çok demeden bize nasip olana kanaat getirmek zorundayız.
Nasibimizi değiştirebilecek tek bir güç vardır. O güç ve kudret isterse en güzel şeyleri bize nasip edebilir. O isterse bu fani hayatta ebedî saadete ulaşmanın yollarını bize gösterebilir. Ondan güzel şeylerin bize nasip olması için, insan gibi bir insan olabilmemiz için yalvarmak zorundayız. Sığınabileceğimiz tek merci Onun dergâhıdır.
Geçtiğimiz günlere kadar dünya hayatını devam ettiren, bizim gibi havayı teneffüs eden biri vardı. Onu son olarak bir TV programında izlemiştim. Ağır bir ameliyat geçirmişti bu kişi. O artık ölümün kendisine çok yakın olduğunu biliyor olmalıydı. Çünkü onunkisi gibi ağır bir ameliyat geçiren biri sadece üç buçuk ay yaşayabilmişti. O bunu çok iyi bilmekteydi.
Konuştuğu kişiye, ameliyattan üç buçuk ay sonra ölen kişiyi hatırlatıyordu. Adeta “Ben de her an ölebilirim” demek istiyordu. Bu kişinin ruh halini çok merak ettim doğrusu. Acaba yaklaşan ölüm için büyük bir hazırlığa başlamış mıydı? “Yakında öleceğim” diyerek dünya ve ahiret hayatının sahibi olan Rabb-i Rahime yönelebilmiş, büyük bir pişmanlıkla günahların affı için secdeye gidip, göz yaşlarıyla seccadeyi ıslatabilmiş miydi?.. Bilemiyorum doğrusu.
Biz olsaydık ne yapardık. Hastalığımızın bizi açık bir şekilde her gün biraz daha mezara yaklaştırdığını görsek nasıl bir ruh haliyle yaşadığımız günleri geçirmeye başlarız?.. O, kendisi gibi ameliyat olan birisinin üç buçuk ay sonra öldüğünü söyleyen kişi de, bu konuşmalardan birkaç gün sonra ölmüştü. Artık onun için dünya hayatı kapanmıştı. İmtihan defteri kapanmıştı bir kişi için daha...
Ona “Süreniz doldu imtihan kâğıdınızı veriniz” denilmişti. İmtihan kâğıdı şimdi değerlendirilmektedir. Yanlış cevaplandırılan soruları düzeltmenin imkânı bulunmamaktadır artık. Sonuçların açıklanacağı büyük günü bekleyecektir o da, tıpkı bu dünyadan göçmüş bütün insanlar gibi.
Yaş ilerleyince, vücut her gün biraz daha takattan düşünce, gözlerin feri gücünü kaybedince de ölümün yaklaştığı anlaşılır. İmtihan hızla devam etmektedir. Bazı insanlar bunun farkına varmakta ve son sür'at kâğıda yazdıkları yanlış cevapları düzeltmeye çalışmaktadır. Ama bu herkese nasip olmamaktadır.
İmtihanı umursamayanların sayısı da az değildir. Onlar tıpkı sınıfta kalmayı göze alan haşarı öğrenciler gibi ya boş imtihan kâğıdını görevlilere teslim etmekte veya kendileri de doğruluğundan emin olmadığı yanlış bilgilerle dolu kâğıdı imtihan salonundaki masanın üzerine bırakıp çıkmaktadırlar.
İmtihanı kazanmak için çalışanlar hastalıkta da sağlıkta da doğru cevaplı imtihan kâğıtlarını vermeyi tercih etmektedirler görevlilere. İmtihan salonundan çıkarken etrafa gülücükler dağıtmaktadırlar. Her hallerinden kendilerinden emin oldukları anlaşılmaktadır. Onlar gülmeyi hakketmişlerdir. Görevlerini yapmanın huzurunu yaşamak onların hakkı artık.
İmtihan salonundan çıkan tenbel öğrencilerin hali ise hiç iç açıcı değildir. Umursamaz bir şekilde imtihan kâğıtlarını görevlilerin bulunduğu masanın üzerine bıraktıktan sonra, hayatından bezmiş bir insanın tavrıyla kendini salondan dışarı atmaktadırlar. Yüzlerinde sıkılmışlığın kırmızı benekleri açık bir şekilde kendini belli etmektedir. Gülme ve gülümsemenin izi bile suratlarında görülmemektedir. Dışarı çıktıklarında etraftaki insanları bile fark etmemişcesine uzaklara bakmakla yetinmektedirler onlar...
“Geliyorum” diyen ölümü görmemek, sesini duymamak ne kadar acı?.. Gözlerin gerçeklere kapalı olması, kulakların ikaz edicileri duymaması ne kadar üzüntü verici?.. Evet, o insanın hayattayken son görüntüleri gözlerimin önünden gitmiyor. O şimdi kabirde dünya imtihanının ilk sonuçlarına göre karşılanmıştır bile. Ve bir gün dünya bizlere de “haydin dışarı” diyecektir. İmtihan kâğıdındaki yanlışları düzeltme imkânımız artık olmayacaktır...
07.04.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Hakan YALMAN |
Tarsus’ta Muhammedî (asm) muhabbet |
|
Mağaralar İslâm tarihi içinde ayrı bir öneme sahip. Özellikle mukaddes topraklarda yer alan Sevr ve Hira mağaraları âlemlere Rahmet olarak gönderilmiş Zatın (a.s.m.) hayatında çok önemli bir yer tutuyor. Kâinat Sultanı ile insanlığın kelâm ile buluşma yeri Hira mağarası olmuş. İlk âyet orada inmiş ve bulunduğu belde arzın manevî merkezi olmuş. Yine aynı bölgede müşriklerin şerrinden İlâhî emir ile sığınılan ve maddî-manevî kalkan olarak vazife verilen Sevr mağarasının da kalplerimizde ayrı bir yeri var. Özellikle orada ‘Levlake Levlak’ Sultanının (a.s.m.) mübarek ağzında çok daha anlamlı hale gelen ‘Korkma! Allah bizimle beraber’ nidası asırlar sonrasında kalblerimize tatlı bir ürperti ve himaye altında olduğumuzun rahatlığı ile yansıyor.
Ülkemiz toprakları içinde de mağaranın İlâhî bir muhafazaya dönüşmesi hakikatinin yaşandığı mübarek bir belde olan Tarsus, iman ehli olan ve enenin nübüvvet tarafında dal budak salan tarihinde çok önemli bir yeri olan Ashab-ı Kehf’in de maneviyatının ağırlandığı bir bölge. Bu anlamda Ezelî Kelâm’da uzunca bir yer ayrılmış olan kıssaya mazhariyeti ile ayrı bir önem kazanıyor. Hira ve Sevr mağaralarından Ashab-ı Kehf’e uzanan yeryüzünde inananlar silsilesinin bir meyvesi de Tarsus Hanımlar Komisyonunun takdire şayan gayretleri ile geçtiğimiz Cumartesi günü Kutlu Doğum Haftası çerçevesinde hazırlanmış bir programa dönüşmüştü. Loşluğu ile bir mağara mübarekliğini hissettiren salonda bulunanların kalplerinde Rabb’lerine O’nun en sevdiği eseri olan âlemlere Rahmet olan Zat’a yönelik muhabbette Ashab-ı Kehf’in yer aldığı mağaranın, Sevr ve Hira mağaralarının ruhu vardı. Sanki salondakiler Hz. Ebubekir Sıddık radiyallahuanh misali âlemlere Rahmet olan şahsiyet-i Ahmediye birlikte olmanın tarifi imkânsız güzelliğini yaşadılar. Manevî duygular zirvede ve atmosfer muhteşemdi. İşlenen temel tema sevgiydi. Bu sevgi dolu bir atmosferde yaşandı.
Son zamanlarda toplum hayatımızda eksikliği açık olarak hissedilen en önemli kavram sevgi olmalı. Bizler muhabbet fedaileriyiz ve bütün insanlığa sevgiyi ulaştırma konumundaki bir hizmetin mensuplarıyız. Bu âleme sevgiyi en katıksız ve safi şekli ile taşıyan ve bütün hayatını sevgi ile yaşayan Hazret-i Muhammed (a.s.m.) olmalıdır. Onun yolunda olmaya çalışan her hizmet mensubu da sevgi zemininde bir hayat tarzı oluşturmak ve bunu bütün âleme yaymak durumundadır.
Varlığın aslı ve alt yapısını oluşturan temel faktör muhabbet olmalı. Kevnler yani varlıklar ya da kâinat sonsuz bir cemalin yani her tarafı kuşatan güzelliğin şuurlara yansıtılması ise eşyanın özünü de güzellik kavramı şekillendiriyor demektir. Güzelliklerin en safı ve bütün âlemi kuşatan soyutlukta olanı ise iman olmalıdır. Bu güzelliklerin iman penceresinden yansıdığı ruhlar, tarifi imkânsız bir ilâhî neş’e, varlıkla aynı ritmi paylaşmanın muhteşem hazzını yaşarlar. Bu duyguların zirveye çıktığı anlar ise kullar ve Yaratıcı arasındaki muhabbet lisanı olan kâinatın dönüm noktası kabul edilebilecek anlar üç aylar ve mübarek geceler gibi anlardır. Bu günlerde varlığın özünü teşkil eden muhabbetin ruhlardaki titreşimi daha belirginleşir ve bütün kalpler Samed’e ayineliği daha belirgin hissederek Ezeli Güneş’in kalpleri ısıtan sıcaklığına mukabil olurlar. Onun muhabbetinden kaynaklanan sıcaklık yürekleri ısıtır. Öyle ki, o yüreklerde birer pas ve tortu şeklinde yerleşmiş kırgınlıklar, kin ve nefretler erir ve zaman zaman yanaklardan süzülen ılık gözyaşı damlalarına dönüşerek akıp giderler. Sosyal hayatta, aile ilişkilerinde ve dâvâ adamlarının omuz omuza yürüdükleri yollarda fındık kabuğunun bir köşesinde tortu şeklinde bulunan hissi yaklaşımlar bu dönüm noktalarında gerçek kimliğine bürünür ve gözü karartan, kalbi boğan konumlarından uzaklaşırlar. Bugünlerdeki kucaklaşmalarla kırgınlıkların oluşturduğu ayrı düşmüşlük duyguları yerini dâvâ arkadaşları ve tek kalble algıladıkları kâinatın bütün zerreleri ile bütünlük ve muhabbete terk eder.
Tarsus’ta bu duyguların yaşanmasına zemin oluşturan bir programın hazırlanmasına ve başarı ile yürütülmesine vesile oldukları için başta Yasin Yıldırım, eşi ve Serpil Hanım olmak üzere bütün Tarsus Yeni Asya okuyucularına ve aynı dâvâya gönül vermiş ehl-i imana sonsuz teşekkürler ediyor Ashab-ı Kehf ve Ashab-ı Sevr ile birlikte haşrolmaları için gönülden duâ ediyorum.
Özellikle bu günlerde büyüklüğü ile kâinatı kuşatan ve muhabbetini ruhlarda yansıtmayı irade eden âlemlerin Rabb’ini anlamak üzere, O’nun güzelliklerini bütün âleme ilân etmek gayesi ile bir araya gelmiş toplulukların muhabbeti daha belirgin yaşaması ve O’nun sonsuz sevgisine parlak bir ayine olmayı hedeflemesi belki de böyle günlerin en önemli sonucudur.
Ruhları saran sıcaklığı ile kendini daha belirgin şekilde hissettiren Rahman-ı Zülcemal’in arzusu doğrultusunda bütün zerrelerimiz muhabbetin sıcaklığı ile titreşsin. Temel prensipleri acz, fakr, şefkat ve tefekkür olan nuranî topluluğun fertleri muhabbetin en katıksız ve karşılıksız şekli olan şefkati önce birbirlerine karşı hissetsinler. O muhabbetin sıcaklığını bütün İslâm âlemine ve insanlığa yansıtsınlar. Bir kâse-i fağfur hükmünde olan ruhlarda manevî atmosferin lâhuti dokunuşu ile oluşan muhabbet avazı hiç susmadan ezelî muhabbetin sonsuzluğu ile buluşsun ve ebeden devam etsin.
07.04.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Abdurrahman ŞEN |
“Ben ne yaptım?” |
|
Doğru kullanıldığında, ses zenginliği bakımından dilimizi dinlemenin keyfi bir başkadır…
Meselâ… Başlıktaki; “Ben ne yaptım?” sorusunu, öyle bir sorarsınız ki… Her tonlamanızda başka bir anlam çıkabilir…
Bu yazıdaki muradım,—alenen—nefsimle hesaplaşma mânâsınadır…
Hani… Bir uyarı var: “Bugün Allah için ne yaptın?”
Tam da o tonda bir soru bu: “Ben ne yaptım?”
İşte bu soruyu zaman zaman kendime sorardım elbette, ama her seferinde başka başka konularda, günübirlik arınma adına sorardım… Ama 2003 sonbaharında bu soruyu başka türlü sordum kendime: “Ben ne yaptım?”
Sadece bu üç kelime de değildi sorumun bütünü… Tamamı şöyleydi 2003 sonbaharındaki soru cümlemin: “Son yıllarda giderek ‘günah keçisi’ konumuna sokulan, doğduğum şehir Sivas’a, bir kültür adamı sıfatıyla ben ne yaptım?”
Evet… Belki, 53 yıllık ömrümün 48’inci senesinde sormakla çok geç kalmıştım… O güne kadar, kültürel anlamda yaptığım ettiğim her şeyi, bütün ülkemin hizmetine sunmuş, doğduğum beldeye de özel bir şeyler yapmayı düşünmemiştim hiç… Yazdıklarımla, konuştuklarımla ülkemin genelinin hizmetinde olmaya özen göstermiştim sadece…
Ama… Anadolu medeniyetinin, kültürünün beşiği illerimizden biri olan Sivas’ın, birçok alanda hak etmediği bir noktada bulunması kadar, beni rahatsız eden suçlamalara mâruz kalması da anlaşılır gibi değildi…
Ya son yıllarda “Sivas” denilince medyamızın üstüne çöken, insanların yüzüne hâkim olan—en hafif yakıştırmayla—ürkmenin gerekçesi neydi acaba?
Olumsuzlukları, karamsarlıkları açmak ve can sıkmak değil elbette muradım.
Ama… Öncesinden başlayarak, Selçuklu döneminde zirveye tırmanarak devam edegelen kültürel beşiklikteki öncü Sivas’ın, 2000’lerin Türkiye’sinde en azından “sevimli” görünmediği bir gerçekti…
O halde… Sivas’ın; lâyık olduğu ilgiye yeniden kavuşması, hak ettiği “örnek vilayet” konumuna yeniden gelebilmesi için yapılması gereken bir şeyler olmalıydı…
İşte tam da bu tesbitin üstüne; “İyi güzel de… Madem bu şehir asırlar öncesinde kültürlere kaynaklık, beşiklik etmiş… Bu gün de o günleriyle övünmesi, o günlerde olduğu gibi kültürel bir hamleye kalkışması lâzım Sivas’ımın!” dedim kendi kendime…
Kimseden bir şey istemeden, kimseyi yönlendirmeye kalkmadan sordum kendime işte o zaman: “Ben ne yaptım?”
Cevabı kısa ve üzücüydü: “Hiç!”
O halde hemen bir şeyler yapmalı, işin bir tarafından girişmeliydim…
Kültürün kaynağı da anahtarı da kitap olduğuna göre oradan başlamak istedim…
Bilenler bilir… Ciddî sayıda kitap sahibi olanlar, kitaba merakı olanlar için kitabın maddî değeri bir hiçtir… Ele alınan her kitabın; ne zaman, hangi şartta, nerede alındığı, okunduğunda kimlerle neler paylaşıldığı gibi serüvenler ise paha biçilemez özel birer zenginliktir…
Âcizâne benim de yıllar içinde oluşturduğum bir kitaplığım var. Doğduğum ilçe olan Hafik’te ise bir kitaplık olup olmadığını bile bilmiyordum… Hemen Belediye Başkanı Sayın Osman Budak’ı aradım… Kültür Bakanlığı’nın ilgili birimiyle temasa geçtim… Sonunda; Hafik’te bir kültür merkezi oluşturmak üzere mutabakata vardık sayın belediye başkanı ve dönemin kaymakamı Sayın İsmail Ustaoğlu’yla… 2004 Ağustos’unda, İstanbul’dan annem, babam, eşim, oğlum, kardeşim, yeğenim ve Beyoğlu Gençlik Tiyatrosu oyuncularıyla birlikte Hafik’e gidip, 3200 kitabın içinde olduğu kolileri, sayın kaymakama ve belediye başkanına teslim ettik. Yapılacak olan kültür merkezi içinde Hafikli hemşehrilerimin faydalanacağı bir kitaplık kurulması için…
Benim kitapları Hafik’e teslim edişimden sonra dönemin Sivas valisi Sayın Hasan Canpolat’ın da öncülüğünde başlayan çalışmalar bir yıl sürdü… Hafik’in tarihî “Koçhisar Mektebi”, bu süre içinde onarıldı.
Sivas Kongresi’nin yıldönümü dolayısıyla 4 Eylül’de Sivas’ta düzenlenen büyük kutlamalar arasında, adı “Hafik Kültür Ve Sanat Evi” konulan binanın da sanal açılışı yapıldı… 5 Eylül 2005’de ise Hafik’te gerçek bir açılış gerçekleştirildi…
Bir yıl önce harap halde olduğunu gördüğüm tarihî “Koçhisar Mektebi” binası, aradan geçen süre içinde Sivas valiliğinin önderliği, Hafikli iş adamı Av. Ömer Koçak Ağabeyin maddî katkılarıyla son derece temiz ve güzel bir hâle getirilmişti…
Hafik’teki bu açılışa; dönemin Sivas Valisi Sayın Hasan Canpolat’ın yanı sıra dönemin Hafik Kaymakamı Sayın İsmail Ustaoğlu, Hafik Belediye Başkanı Sayın Osman Budak, işadamı Av. Ömer Koçak ve çevre ilçelerin kaymakamları ve Hafikliler katıldılar.
Söz konusu “Hafik Kültür Ve Sanat Evi” bünyesindeki bir oda bilgisayarlarla donatılmış… Bir oda bilârdo salonu yapılmış… Bir oda sergi ve gerektiğinde küçük toplantılara uygun düzenlenmiş… Bir oda dinlenme ve sohbet odası olarak düşünülmüş…
Bir oda da; toplam 3200 kitaplık bağışımla oluşan kitapların son derece düzenli biçimde okurlarını beklemeye hazır hâle getirildiği okuma salonu yapılmış. Yani Hafik’te şimdi çok yönlü bir kültür ve sanat evi gerçekten var… İşte bundan sonrası daha bir önem kazanıyor…
Neredeyse 40 yıl içinde, çoğu zaman harçlığımdan kese kese aldıklarımın çoğunlukta olduğu, yıllarca gözümün önünde, elimin altında olmasına alıştığım kitaplarımla oluşturulmuş okuma salonuna girerken ayrı bir heyecan ve huzur duymuştum.
Kitapları bağışlarken amacım; doğduğum beldenin insanlarının kültürel ve sosyal alandaki eksiklerine bir katkıda bulunabilmekti. Yani sosyal ve kültürel bir borç ödeme. Bu açılışa giderken de götürdüğüm 200 kadar kitapla, toplam 3400 kitap bağışlamıştım ama… Görevimin tamamlandığına inanmıyordum. Aksine görevim daha yeni başlıyordu.
İşte aslında işin bundan sonraki öncelikli tarafı Hafiklilere düşüyor… O binayı uygun biçimde kullanacaklar, o kitapları okuyacaklar ve boş boş oturmaktan—özellikle gençler— vaz geçecekler… Kaymakam, belediye başkanı, millî eğitim müdürü ve hatta müftü de yol göstericilik yapacaklar…
Mesele sadece Hafik’le de sınırlı değil… İşin başında Sivas’la girdik ya konuya… Aslında, 2003 sonbaharında “Ben ne yaptım?” sorusunu sorana kadar doğduğum toprakları ihmal ettiğime dair ifadem tam da doğru değil… Çünkü… O tarihin yaklaşık 15 yıl öncesinde; Yücel Çakmaklı Ağabeyim başta olmak üzere, kimi sinemacı dostlarla birlikte, Anadolu’nun orta yerinde, kültürümüze asırlarca kaynaklık ve beşiklik etmiş Sivas’ta, “Altın Başak” adı altında, başta “sinema şenliği” düzenlenmesi olmak üzere bazı kültürel faaliyetler yapılması için tavsiyelerde bulunmuştuk… Ama ilgilenen olmadı…
Neyse… Geçmiş geride kaldı ve zararın neresinden dönülse kârdır…
Bir şehrin lâyık olduğu sosyal ve kültürel seviyeyi elde etmesindeki aslî unsur o şehirde yaşanan kültürel hareketliliğin varlığı ve devamlılığıdır… Bağrında bir de üniversite barındıran Sivas’ın, daha geniş tabanlı, daha farklı alanlarda periyodik kültürel faaliyetlere de imza atması lâzım artık… Valisiyle, belediye başkanıyla, ilçe kaymakamları, belediye başkanları ve yurdun dört bir yanında dağılmış vakıflarıyla, dernekleriyle… Belki de bu görevleri bundan böyle “Sivas Platformu” üstlenir…
Vakti zamanı gelince, “Ben ne yaptım?” sorusu karşısında gönül rahatlığı yaşayabilmemiz için başka çaremiz yok… Kolları sıvamanın tam zamanı…
Sadece “ben” ve “Sivas” da değil elbette mesele… İkisi de birer simge…
Ne diyordu merhum Fethi Gemuhluoğlu Ağabey; “Sanatla düşürüldük bu hâle… Yine san'atla kalkacağız ayağa!”
Ona göre… Sorun kendinize “Ben ne yaptım?” sorusunu hemen…
Dalga geçmek de sızlanmak da yok!
07.04.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Dünya, ahiret dengesini nasıl sağlayabiliriz? |
|
İslâm denge dinidir. Fatiha Sûresinde okuyageldiğimiz “Dosdoğru yolda sabit kıl”1 duasında Allah’tan istediğimiz şey bu dengeli yaşayıştır. Yani “Ya Rabbi, bizi akıl, öfke ve şehvetin ortası olan iffet, hikmet ve şecaattan ayırma. Aşırılıklardan muhafaza eyle” demek istiyoruz.
Bu duâ hayatın her kesimi ve her iş için geçerlidir. Dünyayla ilgili konularda da dengeyi korumakla mükellefiz. Ne bütün bütün dünyaya sarılacak, ne de bütün bütün dünyayı terk edececeğiz. Nerede, nasıl davranacağını bilirsek bu hususta da dengeyi korumuş oluruz.
Peki, bu dengeyi nasıl kurmalı insan? Sonsuzluk yolcuğumuzun rehberi olan Resûl-i Ekrem (a.s.m.) ne güzel koymuş bu ölçüyü. Buyuruyorlar ki; “Sizin hayırlınız, ne ahireti için dünyasını, ne de dünyası için ahiretini terk edendir.”2
Demek dünya da, ahiret de terk edilmeyecek, ikisine birlikte eğilinecektir.
Dünyada ebedî kalmak için değil, ebedî hayatı kazanmak için bulunuyoruz. Dünyada bulunuş misyonunu aklından çıkarmayan insan bu hususta ölçüyü, dengeyi bulmakta zorlanmayacaktır. Abdullah bin Ömer’in şahsında Allah Resûlü (a.s.m.) bu misyonumuzu şöyle özetlemiş: “Dünyada kendini bir misafir ve yolcu gibi gör.”
Sonra Abdullah bin Ömer buna dayanarak şu dersi çıkarmış kendi kendine: “Akşama ulaştığında sabaha çıkacağına mutlak gözüyle bakma. Sabaha erdiğinde de akşama erişeceğini bekleme. Sağlıklı olduğunda hastalığın için hayatta iken de ölümün için hazırlık yapmaya bak.”3
Ne kadar güzel bir ölçü. Peki, kendimizi ebedî hayatın yolcusu ve dünyada bir misafir olarak gördük. Ölümden sonrasını unutmayıp orada geçerli şeylere ağırlık verdik. Ne kadar ve ne ölçüde dünyaya ve ahirete çalışacak insan?
Bunun da cevabı “Hiç ölmeyecekmişcesine dünyaya, yarın ölecekmişcesine de ahirete çalışın” hakikatinde. Bunu Peygamberimiz (a.s.m.), hadis-i şeriflerinde şöyle formüle etmiş: “Dünya işlerinizi derli toplu ve düzgün yapınız. Yarın ölecekmiş gibi de ahirete çalışınız.”4
Allah için olmayan fanî dünya işlerinin kırılacak şişe hükmünde, ebedî olan ahiret işlerinin de elmas hükmünde olduğunu biliyoruz. İster dünya, ister ahiret işi olsun kişi, yaptığını Allah için yaparsa, fani malını da bakileştirmiş olur. Sırf dünya için olsa, Allah rızası gözetilmezse insan neye sahip olursa olsun hepsi dünyada kalır, ahiretine hiçbir şey götüremez. Sorgusu suali de cabası.
Kur’ân bu gerçeği gözardı edip fani dünyayı baki âleme tercih etmeyi açıkça kınayarak şöyle buyurur: “Onlar dünya hayatını seve seve ahirete tercih ederler, halkı Allah yolundan alıkoyarlar ve doğru yolu eğri göstermeye çalışırlar. Öyleleri, haktan pek uzak bir sapıklık içindedirler.”5
Bir âyette de mal ve evlâtların dünya hayatının süsü olduğu belirtildikten sonra baki kalan salih işlerin ise, Cenâb-ı Hakkın katında sevapça daha hayırlı, ümit bağlamaya da daha lâyık6 olduğuna dikkat çekilmiştir.
Dünya hayatının süsü olan fani mal ve evlâtlar da bakileştirilip sevapça daha hayırlı, ümit bağlamaya daha lâyık hâle getirilebilir. Bunun şartı da bunların gereklerini yerine getirmektir. İşte dünya-ahiret dengesi, faniyi bakiye tebdil etmenin çaresi!
Dipnotlar:
1. Fatiha Suresi: 4.; 2. Keşfü’l-Hafa, 1:393.; 3. Buharî, Rekaik: 3; 4. Feyzü’l-Kadir, 1:532.; 5. İbrahim Suresi: 3.; 6. Kehf Suresi: 46.;
07.04.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Partiler kapatılmamalı |
|
"AKP kapatılır mı, kapatılmaz mı?” sorusunu tartışmaktan ziyade üzerinde durmamız gereken hayatî nokta şu olmalı: Partiler, demokrasinin vaz geçilmez unsurlarıdır. Asla istibdat ile kapatılamazlar, kapatılmamalı. Onları millet açar, millet kapatır! Hele, halktan yüzde 47 oy almış bir parti hakkında kapatma dâvâsı açmak, feleğin ters dönmesi değilse nedir?
Aslında insanlığın hak ve hürriyetlere aktığı bugünlerde gayr-i demokratik yollarla parti kapatmak müstebitlerin hortlamasıdır. Zaten bu, eskiden beri uygulayageldikleri bir oyundur.
Parti kapatmaya asla taraftar olmamalı, alet de olmalı. Başka partilerin kapatılmasına göz yumarsan, gerekli düzenlemeleri yapmazsan, sıra sana da gelir! Bir atasözünde, gülme komşuna, gelir başına, denir. Araplar buna, “Men Dakka duka!” (Kapı çalanın kapısı çalınır!) derler. Oflu Hoca’nın tercümesiyle, “Tak eden tuk edilir!” Eğer siz devletçi kafa kesilirseniz, müstebitlere yağ çekmeye çalışırsanız, anti demokratik kanunları değiştirmezseniz, “kurumsal mutabakatlar ararsanız!” kurumsal mutabakatlarla kapatma dayatmaları gelir!
Gelelim AKP’nin 6 yıllık macera-i siyaseti, kapanma veya tehdidiyle karşı karşıya bırakılmasından alacağımız derse:
Bediüzzaman Said Nursî der ki, bu zamanda siyasetle hizmet edilmez. Çünkü, rivayetlerde gelen eşhas-ı ahirzamana ait (deccal, süfyan, ifsat komiteleri) haberlerin mühim bir kısmını ve hürriyetten evvel İstanbul’da tevilini söylediği hadîslerin ihbar ettiği ahirzamanın dehşetli şahıslarının âlem-i İslâm ve insaniyette zuhur ettiğini görür. Ve yine, gelen rivayetlerden, onlara karşı çıkacak ve mukabele edecek olan hizbü’l-Kur’ân hakkında, “O zamana yetiştiğiniz zaman, siyaset canibiyle onlara galebe edilmez; ancak manevî kılınç hükmünde i’caz-ı Kur’ân’ın nurlarıyla mukabele edilebilir.’1
Neden siyasetle galebe edilemez? Neden ‘siyasetle dine hizmet edeceğim’ diye yola çıkmak beyhude yorulmaktır? Çünkü, “O yol meşkûk ve müşkülâtlı, fuzuliyâne, hem en lüzumlu hizmete mâni ve hatarlı/tehlikeli bir yoldur. Çoğu yalancılık; ve bilmeyerek ecnebî parmağına âlet olmak ihtimali var… Beyhude çene çalmak mânâsızdır… Husulü meşkûk bir maksat için binler günaha girmek ihtimali var; birinin yüzünden çoklar belâya düşer. Hem on ihtimalden bir, iki ihtimale binaen günahlara girmek, masumları günaha atmak vicdanım kabul etmiyor…
Öyleyse en mühim iş, hayat-ı ebediyeye çalışmak lâzım geliyor.
Ne dersiniz? Bunce sene yapılan çalışmalar beyhude olmadı mı? Sonuç almak meşkuk, şüpheli değil miydi? İşte kriz kapıda! Ekonomik istikrar gitti. Enflasyon-gerçekçi hedefler konmadığı için-azdı. Ki, krizin henüz başlangıcındayız. Sessizce devam eden iflâslar aleniyet kazanacak… Ekonomistler bunun peşinden öyle dalgalar gelecek ki, istikrar alt-üst olacak, diyor.
Acaba kader nokta-i nazarında değerlendirsek, vatandaşlara da bir ikaz yok mu? Siz oyunuzu, insan hak ve hürriyetleri için değil, “hastane-postane, ev, yol için ve ekonomik istikrar için” kullanırsanız; öyle müstebitler musallat edilir ki, ekonomik istikrarınız alt-üst olur, sosyal istikrarınız da bozulur!
07.04.2008
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Vuruşa vuruşa geri adım |
|
Günümüz siyasetinde "yalan"ın haddi hesabı yoktur. Ama, hiçbir politikacı çıkıp da "Evet, ben yalan söyledim" demez. Daha çok "Yanlış anlaşıldım" veya "Sözlerim çarpıtıldı" diyenlere rastlıyoruz.
Aynı şekilde, siyaset sahnesinde "geri adım"ların da haddi hesabı yoktur. Ama, hiçbir politikacı çıkıp da "Evet, yapıp ettiklerimden dolayı pişmanım; bu sebeple özür diliyor ve geri adım atıyorum" demez.
Peki, neden acaba?
Çünkü, yalan uydurduğu veya geri adım attığını itiraf ettiği takdirde, siyasî kariyerinin biteceğine inanıyor da, ondan...
Bu da gösteriyor ki, siyasette doğruluğun yerini yalan ve hatasını kabul etme faziletinin yerini de gurur ve enaniyet almıştır.
* * *
Halihazırdaki siyasetin gündeminde kavga var, gerilim var, yüksek tansiyon var...
Ancak, bu böyle gitmez, gidemez. Ortalığın bir şekilde yatışması, tansiyonun düşürülmesi, gerilimin hafifletilmesi lâzım, partilerin Meclis çatısı altında uyum ve hazımlılık içinde çalışması lâzım. Vesaire...
Başka da bir yolu yordamı yoktur bunun. Herkes birbirinin varlığını kabul edecek, farklılığına saygı gösterecek. Demokrasi bunu gerektirir. Aksi halde, mevcut rejim makas değiştirir ki, maazallah...
Ama, siz yine de gelin görün ki, kavgaya tutuşan liderlerin hepsi aynı nakarat içinde "Ben geri atmam" diyor ve kurmayları da yine "Biz geri adım atmayız" diye tutturuyor.
Tamam, orijinal fikriyatınızdan ve tüzüklerle, beyannamelerle örtüşen icraatınızdan geri atmayın. Hatta, daha da ileri gidin. Buna hakkınız var.
Fakat, iş kavgaya, zıtlaşmaya, sığ polemiklere ve topluma negatif havalar yansıtan sataşmalara gelince, aynı tarz diklenmelere hakkınız yok.
Seçmen vatandaş, kavga edesiniz, birbirinizin kirli çamaşırıyla uğraşasınız diye oraya göndermedi.
Vatandaş, ona hizmet edesiniz, işlerini kolaylaştırasınız, haklarını temin edesiniz diye sizi seçip Meclis'e gönderdi.
Siz ise, tutturmuş kavga ediyorsunuz. Üstelik, oyunu aldığınız vatandaşa sormadan ve rızasını almadan... Üstelik, onu hiç yere sıkıntıya sokuyor, zarara–ziyana uğratıyorsunuz.
* * *
Evet, önünde sonunda gerilim bitecek, ve ortalık yatışmaya doğru gidecek. Dolayısıyla, "kavga merkezli adımlar" da mecburen, ister istemez geri atılacak.
Ancak, öyle anlaşılıyor ki, bu tür geri adımlar da mütevazi ve mülâyemetle değil, yine vuruşa vuruşa atılacak.
Zira, işin iç yüzünde bilhassa günümüz siyasetinin karakteristik özelliği haline gelmiş olan gurur var, kibir var, enaniyet duygusu var.
Ayrıca, bir ufukta iyice belirginleşen belediye seçimleri var.
Bu durumda, politikacıların tribünlere oynaması, tabana (seçmene) yönelik popülist mesajlar vermesi adeta kaçınılmaz hale geliyor. Dolayısıyla, onlar kendi kazanımlarının derdinde; vatandaşın hali ise pek umurlarında değil.
Tarihin yorumu / 7 Nisan 1956
Tunus'tan sonra Fas
Uzun yıllar Fransız ve İspanyol sömürgecilerin hakimiyeti altında yaşayan Müslüman Fas (El–Mağrib) halkı, çetin bir mücadele neticesinde nihayet bağımsızlığına kavuşmuş oldu.
Bir ay önce Tunus'ta yaşanan bağımsızlık sevinci, şimdi de Fas'ta yaşanıyordu.
Bilindiği gibi, halkın mutlak ekseriyeti Müslüman olan bu coğrafyadaki ülkelerin tamamı, II. Dünya Savaşı sonlarına kadar da sömürge durumundaydı.
Sömürgecilerin başını ise, İngiltere, Fransa, İtalya ve İspanya gibi çok medenî diye bilinen devletler çekiyordu. Bunlar, asırlarca sömürdükleri halkların malını, servetini gasp ve garet ettikleri gibi, canlarını yakmaktan da geri durmadılar.
Nihayet, bu zalimlerin başına Hitler gibi bir başka zalim musallat oldu da, Müslümanlar rahat bir nefes almaya başladılar.
Libya, Cezayir ve Tunus gibi, Fas'taki bağımsızlık mücadelesi de, yine II. Dünya Harbi esnasında kızıştı. Zira, o sıralar zalimlerin başı belâdaydı. Kuvvetleri nisbeten zayıflamıştı.
Bu fırsattan istifade eden Müslümanlar, birer birer istiklâllerine kavuştular.
Fas'ta ise, bağımsızlık mücadelesinin başını İstiklâl Partisi lideri Sultan Beşinci Muhammed çekiyordu. Fransızlar, bu zatı 1953'te tutuklayarak sürgüne gönderdi. Ancak, yine de sükûneti sağlayamadı. Halk galeyana geldi. İki yıl müddetle, yerli halk ile sömürgeci Fransız ve İspanyol kuvvetleri arasında kanlı çatışmalar yaşandı.
Sömürgeciler, bu şanlı direniş karşısında nihayet pes etti ve bu ülke topraklarını asıl sahiplerine bırakmak zorunda kaldı.
Fas'ta, halen Krallık yönetimi var. Başkenti Rabat, en büyük şehri Kazablanka olan bu Müslüman ülkenin nüfusu 35 milyon civarında olduğu tahmin ediliyor.
Fas'ın resmî dili Arapça olup, ayrıca Fransızca, İspanyolca ve Berberice de konuşulmaktadır.
07.04.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cevher İLHAN |
AB’yi ihmalin akıbeti |
|
11 Eylül 2001 olaylarının ardından Amerika’daki Demokrat Parti başkan adaylarından Lyndon LaRouche, Amerika’yı şaşırtan güçlerin yine Amerika’nın içinde Amerikan devletine dadanan fesat şebekeleri olduğunu ifşa etmişti.
Saldırıdan hemen sonra, “Fâiller, ABD içindeki güçlerdir” değerlendirmesinde bulunan LaRouche, Tora Bora dağlarındaki Bin Laden’in tam bir Amerikan hava kuvvetleri darbesi olan böyle bir olayı yapamayacağını belirtmişti.
“Bu bir makyaj operasyonudur ve tam da uluslararası malî ve parasal çöküşün yaşandığı dönemde yapılmıştır” diyen LaRouche, “Başka ülke insanları kullanılmış olabilir. Fakat bunu yapanlar, ABD içindeki güçlerdir. Hedef, ABD’yi bir savaşa sürüklemektir” demişti. Bu bakımdan Bush’un son NATO zirvesinde, Avrupalı müttefiklerine, “Afganistan’a asker göndermezseniz yine 11 Eylül olayları olur!” diye gözdağı verip âdeta şantaj yapması, 11 Eylül’ü kimlerin tezgâhladığı konusunda dikkat çekici…
Neticede, Yahudi lobisinin oluşturduğu “11 Eylül konsepti” çöktü. ABD’nin Afganistan ve ardından Irak’ı işgal ve saldırısının hiçbir hukukî temelinin olmadığı ve gerekçelerinin bizzat Amerikan Dışişleri Bakanı Colin Powell’un itirafıyla “fos” çıkması üzerine AB ile arası açıldı. Avrupa kamuoyu, Amerikan halkı gibi, uydurulan yalanlarla küresel hegemonya ve çıkar uğruna “demokrasi ve özgürlükler” paravanındaki işgal ve soykırıma tepki gösterdi.
ABD’nin “büyük Ortadoğu projesi”yle İslâm ülkeleri ve mazlum milletleri istilâyla ufaltma komplosuna karşı, yalnız İslâm âleminin değil, bütün dünyanın nefretini çekti…
* * *
İşgalinin beşinci yılında yüzbinlerce işgalci askere rağmen Irak’ta ve Afganistan’da iflâs eden ABD, beynelmilel “meşruiyet” için “transatlantik diyalog”la AB’nin desteğinin peşine düştü. Örtülü baskı uyguladı…
Bunun içindir İngiltere’de Tony Blair’in Başbakan olması sağlandı. Fransa’da, ABD’nin Ortadoğu’daki emr-i vakilerine direnen Cumhurbaşkanı Jacgues Cihac’ın yerine, daha İçişleri Bakanı iken Müslüman göçmenlere “ayak takımı” diyerek kışkırtan “Bush’un hayranı” Selânikli Yahudi ve “AB içinde ABD’nin truva atı”, “Amerikalı Sarko” olarak bilinen Nikolas Sarkozy’e seçim kazandırıldı.
ABD’nin emperyal dış politikasını eleştiren İspanya Başbakanı Jose Maria Anzar’a seçim kaybettirdi. AB’nin öncü ülkesi Almanya’da, “İslâmı ve Müslümanları düşman” gören Bush yönetiminin “tehdit algılaması”na itiraz eden Gerard Shröder’e karşı “Amerikan yanlısı” Angela Merkel başbakan edildi.
Keza mâlum menhus karikatürleri himâye eden ve ABD’nin menfaatlerini önceleyen Anders Fogh Rasmussen bir defa daha seçtirildi. ABD, İngiltere ve İsrail’le birlikte AB’yi egemenlik ve küresel çıkar politikalarına teşne hale getirme ameliyesini sürdürdü…
“AB içindeki ABD’ciler”, AB’nin demokrasi ve özgürlük değerlerine aykırı Amerikan zulüm ve katliâmına destek çıkmakla kalmadılar; Türkiye’nin AB üyeliğine karşı çıktılar. Sarkozy’in İsrail’in ortaklığıyla “Akdeniz işbirliği” icâdıyla AB müzâkere sürecindeki Türkiye’ye “tam üyelik” yerine “imtiyazlı ortaklık” saptırması teklifi gibi.
Kısacası AB âdeta rayından çıkarıldı. Neoconların temsil ettiği küresel güç ve Macar Yahudisi Amerikalı dolar spekülatörü George Soros’un başını çektiği uluslar arası sermaye ve medya mârifetiyle, sadece Avrupa’daki hükûmetler değil, AB kurumları ve karar mekanizmaları da yönlendirilip şaşırtıldı.
* * *
Türkiye’yi AB’den koparıp ABD’nin küresel ve bölgesel politikalarına “mecbur” edip çıkar savaşı “ortaklığı”na itme oyunu devam ediyor. Ve ABD’nin onayıyla PKK’nin bir Avrupa bankasındaki bloke edilen malî kaynağının serbest bırakılması, “AB içindeki ABD”nin Türkiye’ye kastını bir defa daha deşifre ediyor.
Gerçi bunun sinyalleri çoktan verilmişti. Ne var ki hep Amerikan politikalarına odaklanan AKP hükûmeti, adım adım gelen bu çarpıtmaya lâkayd kaldı. Ankara, sözkonusu başvuruya karşı Türkiye’nin haklı olduğunu anlatamadı.
Gelinen noktada Ankara’nın bu “şaşırtma”nın kabul edilmemesi için ciddiyetle çalışması icâb ediyor. Hükûmetin, Adalet, İçişleri, Dışişleri Bakanlıklarının koordinesiyle üye ülkeler nezdinde AB Konseyi’nin Adalet Divanı’nın sözkonusu “kararı”nın düzeltmesi için diplomatik çabayı göstermesi gerekiyor.
Zira Konsey’in “onayı”yla, PKK terör örgütü Avrupa’da bir “bağımsızlık” hareketi olarak kalacak, üstelik AB fonlarından yararlanacak. Ve Pentagon’da hazırlanan “BOP haritaları”yla Irak, Suriye ve Lübnan’ın yanı sıra Türkiye’nin de “federatif sistem istemi”yle etnik ayırım üzerine bölünüp parçalanması plânına “siyasî çözüm” denilecek!
Bundan daha vâhimi olur mu?
07.04.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
İrtica dosyasını kabartmak |
|
Anadolu’daki bazı ilköğretim okullarının resmî internet sitelerinde, dinî muhtevalı bilgilerin yanı sıra Bediüzzaman Said Nursî’nin sözlerinin bulunması kimilerini rahatsız etmiş. “Said Nursî okulda!” (bu arada, ısrarla “Said-i Nursî” şeklinde yazmaya devam ediyorlar) başlıklı habere göre, “bazı okuların resmî internet sitelerinde dinî içerikli bilgilere yoğun şekilde yer veriliyor”muş.
“Hangi okulda, nerede, nasıl, niçin?” gibi ayrıntıları bir yana bırakırsak, ilgili haberde iki nokta öne çıkıyor. Birincisi, bazı okulların internet sitelerinde ‘dinî içerikli bilgiler’in yer almasına itiraz ediliyor. İkincisi de buna ilave olarak, aynı sitelerde Bediüzzaman Said Nursî’ye ait ‘özlü sözler’e yer verilmesi de eleştiri konusu yapılmış. (Milliyet, 6 Nisan 2008)
Hemen şunu ifade edelim ki, böyle haberler sebebiyle ‘soruşturma’ başlatıp, bu ve benzeri haber ve bilgilerden rahatsız olanlar ya da bu bilgileri ‘site’lerden kaldırtanlar en büyük kötülüğü kendilerine yaparlar. Türkiye ve dünya gerçeklerinden bu kadar habersiz insanların ‘tepki’lerine hak verilebilir mi? Herhangi bir okulun sitesinde ‘dinî içerikli bilgilerin yoğun şekilde yer alması’ niçin ve ne zamandan beri suç oldu? Aynı şekilde, herhangi bir okulun ‘site’sinde, başka pek çok âlim ve mütefekkir gibi Said Nursî’nin de özlü sözlerinin yer alması niçin suç olsun?
Said Nursî’nin ya da diğer mütefekkirlerin ‘özlü söz’lerine mânâ olarak bir itiraz varsa, o ifade edilsin. Yoksa sadece isimden rahatsızlık duymak, kabul edilebilir bir şey olmasa gerek.
Böyle ‘özlü söz’lere tepki gösterenler, gerçekleri bilmediklerini ortaya koymuş oluyorlar. Sürekli ‘iyi’ye tepki göstererek bir yere varmak mümkün değil ki. “Dinî bilgiler”in okul ders kitaplarında yer almasına da bu bahane ile karşı çıkılabilir. Öyle ya, ‘din dersi’ kitaplarında Kur’ân’dan âyetler yer almıyor mu? Oldu olacak, buna da itiraz etsinler...
Hem, karalamaya çalıştıkları Said Nursî, sadece Türkiye’nin değil, dünyanın da istifade ettiği bir âlim değil mi? Eserleri onlarca dünya diline çevrilmiş, her yıl adına anma toplantıları ve ilmî sempozyumlar düzenlenen bir müfessir, böyle temelsiz haberlerle karalanabilir mi?
Hatırlamak ve hatırlatmak lâzım ki; Fikri D. Sağlar’ın Kültür Bakanı olduğu dönemde başlatılan bir kampanyada ‘devlet’ de Said Nursî’nin eserlerinin okunması için ‘reklam’ yapmıştır. Meselâ, “Said Nursî, Hakkâri Kütüphanesinde sizi bekliyor” şeklinde hazırlanan reklam afişleri duvarları ve gazete sayfalarını süslemiştir. Üstelik bu reklam, aynı tarihlerde Cumhuriyet gazetesinde de yayınlanmıştır! (Aynı gazetede, daha önce de “Milyonlar bu eserleri okuyor. Ya siz?” başlıklı, Risâle-i Nur’u okumaya teşvik eden reklamlar yer almıştır.)
Demek ki Risâle-i Nur ve Bediüzzaman, Türkiye’nin bir gerçeği. Bu eserleri okumak ve okutmak, eğitim camiasının vazifesi. Dolayısı ile, herhangi bir okulun ‘site’sinde bu ifadelerin yer alması gocunulacak bir durum değil, aksine takdir edilmesi gereken bir davranış.
Medyanın bu yaklaşımı, sadece el altında hazır bulundurulan ve ihtiyaç anında kullanılmaya çalışılan ‘irtica dosyası’nın sayfalarını çoğalmasına sebep olur. Eğitimin içine sürüklendiği bataklığı görmeyip, ‘korku’ üretenlere ne demeli?
07.04.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kemal BENEK |
Komutan yargılanamaz, başkomutan yargılanır! |
|
Önce dünü hatırlayalım: Şemdinli iddianamesinde en büyük gürültü Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt’ın isminin geçmesi nedeniyle çıkmıştı. Van Cumhuriyet Savcısı Ferhat Sarıkaya’nın meslek hayatını sona erdiren de büyük ihtimalle bu olmuştu.
Olayların detaylarına girmeyeceğim. Yazının konusu Yaşar Büyükanıt da değil. Karşılaştırma yapabilmek için Şemdinli’ye uzanıyorum. O günkü tartışmaların en dikkat çekici yanı; Genelkurmay Başkanı yargılansa bile bunun nasıl olacağıydı. Çünkü Türkiye’de genelkurmay başkanını yargılayacak bir mekanizma yok.
Yürürlükteki Askeri Ceza Muhakemeleri Usulü Yasası’na göre genelkurmay başkanı yargılanamaz. Görevdeki bir subayın yargılanabilmesi komutanının iznine bağlı. Mesela bir kuvvet komutanının yargılanabilmesi genelkurmay başkanının izin vermesi ile mümkün.
Genelkurmay başkanının ise üstü olmadığı için görevdeyken yargılanmasına izin verebilecek kimse de yok.
***
Gelelim bugüne. AKP’nin kapatılmasına yönelik hazırlanan iddianamede Cumhurbaşkanı Abdullah Gül de yer aldı. Gül için de siyasi yasak isteniyor. Kamuoyunun beklentisi, Anayasa Mahkemesi’nin cumhurbaşkanının da yer alması nedeniyle iddianameyi iade etmesiydi. En azından Cumhurbaşkanı Gül ile ilgili bölümü kabul etmemesiydi. Ancak Mahkeme ne iade etti ne de Cumhurbaşkanı’nı ayırdı. O bölümü de oy çokluğu ile kabul etti.
Cumhurbaşkanı’nın iddianamede yer almaması için bir çok gerekçe var. Hukukçular ve anayasa uzmanları bunları tek tek sıralamasına rağmen Anayasa Mahkemesi’ni ikna edemedi. Fakat, sıralanan gerekçelerin yanında işin başka bir boyutu da var.
***
Anayasa’nın 104. maddesine göre; “Cumhurbaşkanı Devletin başıdır…” “TBMM seçimlerinin yenilenmesine karar verebilir…” “Bakanlar Kuruluna başkanlık edebilir…”
Ve en dikkat çekeni; “TBMM adına Türk Silahlı Kuvvetlerinin Başkomutanlığını temsil eder…”
***
Şemdinli’den bugüne sorularımızı sıralayalım;
Başkomutan, genelkurmay başkanının üstü değil mi? Genelkurmay başkanının yargılanmasının bile imkânsız olduğu bir sistemde nasıl olur da başkomutan yargılamaya konu olabiliyor?
Bu çelişkinin farkı nedir? Tek fark birinin seçilmiş diğerinin atanmış olması mı? Dünyanın neresinde atanmışlar seçilmişlerden daha avantajlı?
Son soru: Bu soruların cevabını bilen var mı?
07.04.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Yeni Asyadan Size |
Kutlu Doğum hediyesi |
|
Yeni Asya, Peygamberimizin (a.s.m.) milâdî doğum tarihine göre ihdas edilen ve yıllardır bir bayram coşkusu içinde kutlanan Kutlu Doğum Haftasını bu sene okuyucularına vereceği özel bir hediyeyle renklendirecek. Ağırlıklı olarak Risale-i Nur Külliyatında yer alan Peygamberimizle ilgili bahislerin derlenmesiyle hazırlanan broşür, Peygamberimiz hakkında başka siyer kitaplarında bulunmayan orjinal ifade ve yorumları ihtiva ediyor.
20 Nisan’da vereceğimiz ve Kutlu Doğum Haftasına anlam katacağına inandığımız bu ek için özel taleplerinizi 15 Nisan akşamına kadar Abone ve Dağıtım Servisimize bildirebilirsiniz.
Tel: 0(212) 655 88 59’dan dahilî (219-220).
***
Kutlu Doğum programları
Öte yandan, Risale-i Nur Enstitüsünün organizasyonuyla bu haftaya ilişkin programlar düzenleniyor. Peygamberimizi bütün yönleriyle anlamayı hedefleyen, gazetemiz yazarları ile mahallin önde gelen ilahiyatçıları ve Diyanet mensuplarından konuşmacıların da yer aldığı programlara tasavvuf korolarının sunduğu eserler renk katıyor.
***
Zübeyir Gündüzalp’i andık
Bediüzzaman Hazretlerinin “Kâinata değişmem” dediği, sadakati, tavizsiz duruşu ve istikametini muhafaza eden hizmet tarzıyla örnek talebesi Zübeyir Gündüzalp’i vefatının 37. yıldönümünde rahmetle anarken, 2 Nisan 1971 tarihinde vefat eden Gündüzalp’in örnek hayatını gazetemizde yayınlanan yazı, yorum ve röportajlarla bir kez daha hatırlamış olduk.
***
23 Mart mesajlarına devam
23 Mart’la birlikte tazelenen yenilenme sürecimizin okuyucularımızda nasıl mâkes bulduğunu gösteren mesajlardan yeni örnekler:
Esra Sena Cevahirli: Yıllardır Yeni Asya okuyucusuyum. Gazetemi her yönüyle tercüman-ı efkârım olarak görüyorum.
23 Mart’ta gerçekleşen yenileşme hamlesinden dolayı ben de tebriklerimi iletmek isterim. Gazetemiz hakikaten daha modern bir görüntüye kavuşmuş. Ayrıca 21 Şubat ve 23 Mart’ta verilen broşürler de bizi çok mutlu etti. Tam gündeme uygun, çok isabetli tesbitler içeriyorlardı. Bu hizmet hamleleri bizi de harekete geçirdi. Bu broşürlerden fazla sayıda temin ederek arkadaşlarıma dağıttım. İnşaallah gazetemizin izlediği istikametli, tavizsiz yolu tanımalarına vesile olur.
Tebrike şayan başka bir nokta da şu ki: Gazetemiz, hakkı çiğnenen kişi veya grup kim olursa olsun onun yanında. Hrant Dink olur, DTP olur, AKP olur... Hiç fark etmez. Bu, kendinden olmayana saygı duyabilmenin, tahammül edebilmenin, demokrasiyi içine sindirmişliğin göstergesidir. Ve maalesef çok az insan-kurum-cemaat bu bilince sahip.
Bu yüzden gazetemle iftihar ediyor, emeği geçen herkesi tebrik ediyorum. İnşaallah her zaman yanınızdayız.
***
Hasan Aksoy: Yeni Asya gazetesinin, ismi bilinen ve bilinmeyen bütün kahramanlarına selâm, saygı ve sevgilerimi gönderiyorum.
23 Mart 2008 Pazar gününden itibaren gazetemiz Yeni Asya’daki görsel yenilikleri, doğrusu kendi adıma söylüyorum, çok beğendim.
Yazar kadromuza yeni katılan arkadaş ve kardeşlerimize bir okuyucu olarak ‘’hoş geldiniz” der, başarılar dilerim.
Uzun zamandır gereklilik olarak gördüğüm ve iç dünyamda seslendirdiğim “Çalışma hayatımız” köşesinin ve “Hukuk sayfası”nın tahakkuk ettiğini görmekten çok mutluyum.
Her konuda günlük haberleşme mektubumuz olan gazetemizin elimize ulaşmasında emeği geçen idarecisine, birim müdürlerine, yazarlarına, sayfa sekreterlerine, Yeni Asya bayrağını kalenin burcuna dikme işinde zerre kadar bile olsa emeği geçen tüm adsız kahramanlar da dahil herkese Cenâb-ı Allah’tan sağlık, başarı, mutluluk ve hayırlı uzun ömürler niyaz ederim.
07.04.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Roma yanarken Neron gibi tepiniyorlar |
|
Bizde kimi yargıçlar istikrarsızlığı tetiklemeye uğraşırken ‘Berlin’de hakimler var’ deyimine uygun olarak Londra’da da gerçek yargıçlar var. 58 yaşındaki Lord Coleridge bu kahraman yargıçlardan birisi. Ülkesindeki sosyal çöküntü ve anarşiye neşter vuruyor. Çanların, ailenin ve toplumun temeli için çaldığını görüyor ve dahası, söylüyor. Adeta kalemini toplum için kırıyor ve gong çalıyor. İngiliz toplumunun sarî ve salgın bir hastalığın pençesine yakalandığını; bu illetin de aile çöküntüsü ve tefessühü olarak kendini gösterdiğini beyan ediyor. Tepeden tırnağa İngiliz toplumunun çöküntü içinde olduğunu söylemekten kaçınmıyor. Daha dünkü İngiliz gazeteleri Charles ile Camilla’nın evliliklerinin çatırdadığını yazdılar. Yargıç, gözünü budaktan ve sözünü yar ve ağyardan sakınmıyor. Tepeden tırnağa kraliyet ailesinden aşağıya kadar aile kurumunun tarumar olduğunu ifade ediyor. Aile tefessühü toplumun bütün katmanlarına sirayet etmiş kemiriyor. Bunu bir yangına ve Roma’nın yanmasına benzetiyor ve şunları söylüyor: “Roma yanarken yetkililer Neron gibi tepiniyorlar...”
Kızgınlığını ne Kraliyet ailesinden, ne de Başbakan Gordon Brown’dan alabiliyor. Plastik poşetlerle ilgilendiği kadar aile kurumuyla ilgilenmediğini söylüyor. Bizde ise başbakan üç çocuk istedi diye adamı ipe gönderiyorlar. Çok ilginç, aile çöküntüsünün tahribatını ve tahripkârlığını küresel ısınmanın etkilerine benzetiyor. Gelecek 20 yıl içinde aile tefessüh ve çöküntüsünün etkilerinin küresel ısınmayla aynı ve eşdeğer olacağını ifade ediyor.
Gayyur yargıç şöyle devam ediyor: “Aile erimesiyle alâkalı olarak öyle bir süreçten geçiyoruz ki bunun etkileri felâket düzeyine varmış olacak ve aile, küresel ısınmanın sonucunda eriyen buzdağları gibi eriyecektir...” Aile yargıçlarının da durumu uzaktan uzağa bitmeyen senfoni veya karnaval gibi seyretme durumunda kaldıklarını ve kan içip kızılcık şerbeti içmiş gibi hareket ettiklerini ifade ediyor. Bunun ileride aile istikrarını baltalayacağını ve sosyal anarşiyi körükleyeceğini söylüyor. Bir annenin birkaç babadan çocukları olduğunu ve bunlar arasında bir bağın olmadığını da hatırlatıyor. Son yirmi yıl içinde ebeveynlerden biriyle ikamet eden çocuk sayısının (yani parçalanmış ailelerin) ikiye katladığını ifade ediyor. Dolayısıyla toplum sağlığının bıçak sırtında olduğunu ve felâket noktasına yaklaştığını dermeyan ediyor.
***
Almanya’da doğum oranları İkinci Dünya Savaşı seviyesinin altına inerken İngiltere’de aile kurumuyla ilgili istatistiklerin başladığı 1862 yılından bu yana evlilikler ilk defa alarm verir şekilde en düşük seviyesine gerilemiş bulunuyor. 2006 istatistiklerine göre evlenme oranında bir önce yıla oranla 4 puan gerileme bulunuyor. Bin kişide kadınlarda 20.5, erkeklerde yüzde 22.8 olan evlenme oranı 16’ya kadar gerilemiş vaziyette. 2002 ile 2004 yılları arasında nisbî olarak artan evlilik oranları daha sonra yeniden düşüşe geçmiştir. 1991 ile 2006 yılları arasında erkeklerde ilk evlenme yaşı 31.8 iken kadınlarda 29.7 civarında bulunuyordu. Birinci evlilikler de yaşanan düşüş gibi, ikinci ve sonraki evliliklerde de düşüş kaydediliyor. 1992 yılından beri evlilik merasimleri kiliseden ziyade seküler alanlarda yapılıyor. 1990’larda sivil merasimler yüzde 47 seviyesinde iken bu 2006’da yüzde 66 seviyesine ulaşmış bulunuyor. Kısaca İngiltere ve Wales de evlilik oranları 150 yılın en düşük seviyesinde seyrediyor. Buna göre yıl boyunca yapılan evlilikler sadece 236.980 kişiyi kapsıyor. Sadece 1895 yılında bu rakama yakın olarak 228.204 rakamına ulaşılıyor.
***
Bununla birlikte züğürt tesellisi babından İngiltere Çocuk, Aile ve Okullar Bakanlığı sözcüsü, Coleridge’nin tespitlerine katılmadıklarını ve ülkede hâlâ ailelerin yüzde 70’inin evli çiftlerden oluştuğunu ve bunun da önemli bir kriter olduğunu savunuyor. BBC’nin gerçekleştirdiği bir ankete göre de halkın yüzde 75’inin ailenin geleceği konusunda iyimserliğini muhafaza ediyor. Bunun, 1964 yılındaki durumdan bile daha iyimser tabloya işaret ettiği belirtiliyor. Bir yerde sakatlık var, ama nerede? Bu, Batı’nın çökmesiyle alâkalı tartışmaları da akla getiriyor. Kouchner ‘Batı battı batıyor’ derken Polonya Dışişleri Bakanı aksini savunuyor ve ‘Zaten Batı batı olmadan evvel de batıyordu’ diye pişkinlik örneği gösteriyor. Galiba batış Titanik’ten çok iyi gözlemlenemiyor.
07.04.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|