Demirel, 1989’da DYP Genel Başkanı olarak sorularımızı cevaplarken, başörtüsü meselesinin Anayasa Mahkemesine gitmiş olmasının yol açacağı sıkıntılara dikkat çekerek, “Olay çıkmaza sokulmuştur. Anayasa Mahkemesinin işi değildi bu. Kanunluk bir iş de değildi. Üniversite yönetimleri hiç mesele yapmadan bunu halledebilirlerdi. İterken kakarken, mesele çok yanlış bir istikamete girdi” demişti.
Köprü dergisinin Eylül-1989 sayısında çıkan sohbetimizde, başörtüsüne karşı takınılan ısrarlı tavrın sebebini de iki şeye bağlamıştı Demirel:
Biri: “Din elden gidiyor” diye bir kalkışma olursa, devletin bunu bastıramayacağı korkusu.
Diğeri: Humeynî ve İran devrimi korkusu.
Bu korkulara karşı kendisinin tavrını ise şöyle açıklamıştı: “Ben Türkiye’de bunun mümkün olmadığını, Türkiye’de din ve vicdan hürriyetinin bulunduğunu, bunun önünde engeller varsa bunları kaldırmaya çalıştığımızı, din ve vicdan hürriyeti ne kadar mükemmel olursa insanların o kadar rahat olacağını söylüyorum.”
Demirel’e göre, cumhuriyet entellektüelinin ve askerlerin zihnindeki iki korkuyu izale etmek için “meseleleri çok iyi anlatmak, anlatırken inandırıcı olmak ve din istismarı şüphesi vermemek” gerekiyordu. “Dinî görüntülü tahrikler”in aydınların zihnini yanıltıp kuşkuya yol açtığını, bu yüzden “Öyle değildir, onlara bakmayın, mesele şöyledir” demekte sıkıntılar olduğunu söylüyordu Demirel.
Demirel’le yaptığımız mülâkatlardan derlenen “İslâm Demokrasi Laiklik” kitabının 116 ve devam eden sayfalarında da yer alan bu önemli sohbetin üzerinden yaklaşık 19 sene geçti.
Demirel 1991 Ekim’inde başbakan, 93 Mayıs’ında cumhurbaşkanı oldu. Başbakanlığında, Anayasa Mahkemesi kararına rağmen, başörtüsü meselesinde fazla bir sıkıntı yaşanmadı.
Bu durum, cumhurbaşkanlığında da 1997’ye kadar devam etti. Ama ne zaman ki, Erbakan hükümetini bahane ederek başlatılan 28 Şubat süreci gündeme oturdu, ondan sonra iş değişti.
Gerçi Demirel başörtüsünün “rejim meselesi” haline getirilmesini engellemek için son âna kadar uğraştı, ama maalesef başaramadı. Ondan sonra yasağı savunma çizgisine rampaladı ve bir daha o çizgiden ayrılmadı veya ayrılamadı.
Bu kırılma öteden beri Demirel’le özdeşleştirilen tipik bir “Dün dündür, bugün bugündür” manevrası mı; yoksa “İşte gerçek Demirel bu” iddiasıyla dile getirilen suçlamaların teyidi mi?
Ne oldu da, İran’da olanların Türkiye’de tekrarının mümkün olmadığını yıllar öncesinden beri mâkul ve ikna edici gerekçelerle izah eden Demirel, bugün “Bana soruyorlar: İran mı oluyoruz? Endişe budur” açıklamaları yapar ve “karşı devrim” kaygısından söz eder hale geldi?
Demirel yirmi sene önce aydınları kast ederek “Açık konuşulduğu, ifrata kaçılmadığı zaman bu ülkedeki sağduyu bu meseleleri anlayabilecek durumda. Maya var, vicdanlar temiz” diyordu.
28 Şubat’tan bu yana ise, habire, vaktiyle yersiz oldukları konusunda sahiplerini ikna etmeye çalıştığı korku ve kaygıları seslendiriyor.
Sorun ne? Demirel mi, “Aydınlarda var” dediği sağduyunun gerçekte bulunmayışı mı, meselelerin iyi anlatılamayışı mı, din istismarı şüphesinin izale edilemeyişi mi, yoksa hepsi mi?
20.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|