|
|
Sami CEBECİ |
Risâle-i Nur’da melekler |
|
Kâinat sarayını nihayetsiz maksat ve gayeler, hikmet ve neticeler için yaratan Cenâb-ı Hak; o sarayda iki kısım varlıklar yaratmıştır. Bunlardan birincisi rûhâniler, ikincisi de cismânî olanlardır.
Cismânî olan varlıklar, insan, hayvan, bitki ve cansızlar olduğu gibi; rûhânî olanlar da cin ve melâikelerdir. Cismânî varlıkları topraktan yaratan Allah (c.c.), cinleri dumansız ateşten, melâikeleri de nurdan yaratmıştır. Cinler, yeryüzünde insanlar gibi imtihandan geçirilen, irâde ve akıl sahibi, kimi mü’min, kimi de münkir olan varlıklardır. Cennet âlemi, mü’min olan cin ve insanlarla şenlendirilecek, cehennem de imtihanı kaybeden cin ve insanlar ile doldurulacaktır.
Allah, yeryüzünü canlı varlıklar ile şenlendirdiği gibi; hem dünyayı, hem de gökler âlemini melâike ve rûhânî varlıklar ile şenlendirmiştir. Bütün âlemleri melâikeler ile doldurmuştur.
Meleklerin varlığına iman, Allah’a imandan sonra ikinci sırada gelmektedir. Âmetü’nün altı şartına inanmak, mü’min olmanın gereğidir. Onlardan birisini inkâr etmek, insanı mü’min olmaktan çıkarır. Çünkü, iman rükünlerinin her biri, kendisini ispatlayan bütün delillerle, diğer iman rükünlerini de ispatlamakta ve gerekli kılmaktadır. İman bir bütündür; bir kısmını tasdik, bir kısmını inkâr etmeyi kaldırmaz. Rükünlerden birini veya bir kaçını inkâr eden kişinin, Allah’ı ve âhireti kabul etmesi onu kurtarmaz.
Melâikeler, nurdan yaratılmış, maddî bedenleri olmadığından yemek içmek gibi durumları olmayan, akıllı, şuûrlu, makamları sabit, imtihan olunmaktan muâf, fıtraten mükerrem, ne maksatla yaratılmışsa onu itaatle yerine getiren, isyandan uzak, mâsum varlıklardır.
Melekler, insanlar gibi şu âlem sarayının seyircileri, şu kâinat kitabının mütalâacıları ve saltanat-ı rububiyetin ilâncılarıdır. Her şeye müekkel bir melek vardır. Onların şuûrsuz tesbihlerini, melek lisânıyla şuûrla temsil eder ve Allah’a arz ederler. Dağlara müekkel meleklere “Melekü’l-Cibâl”, denizlere müekkel olanlara “Melekü’l-Bihâr”, yağmur tanelerine müekkel meleklere de “Melekü’l-Emtar” adı verilir. Dünyanın geneline müekkel olup nezâret eden iki melek vardır. Birinin adı Sevr, diğerinin adı Hut’tur. İşte Hazret-i Peygamber (asm), dünya bu iki melâikenin nezâreti altındadır mânâsında, “Dünya öküz ile balık üstünde duruyor” demiştir. Yoksa, maddî bir öküzle balığın üstünde duruyor anlamında değil. Hem, karada yaşayan insanların geçim vasıtası olan ziraatın genelde öküzün omzunda, sahilde yaşayanların geçim kaynağı balığın sırtında olduğunu kastetmiştir. Hem de, her ay dünyamızın semâvî burçlardan birinin gölgesi üzerinden geçtiğini imâ etmiştir. “Şems, her akşam arşa gider, secde eder geri döner” hadisiyle, güneşe müekkel bir meleğin varlığından haber vermiştir. Zirâ, güneşe müekkel meleğin adı Şems, sûreti de güneş gibidir. Odur ki, her akşam arşa gider, güneşin lisan-ı hâlle tesbihini şuûrla Allah’a arz eder, secde edip geri döner. Yoksa maddî güneş değil.
Cebrail (as), Mikail (as), İsrafil (as) ve Azrail (as) gibi Allah’a en yakın dört melek dışında yeryüzü melekleri, semâvat melekleri, arş melekleri, mukarrebûn melekleri, ilham melekleri, yardım melekleri, müdebbirât melekleri gibi binler çeşit melâike taifesi vardır.
Bedir savaşında, Allah beş bin melâike ile peygamberini takviye etmiştir. Melekler çeşitli sûretlerde görünme özelliğine sahiptirler. Meselâ, Hz. Cebrail(a.s.) Hz. Meryem’e güzel bir insan suretinde göründüğü gibi, Hz. Peygambere Dıhye nâmındaki güzel yüzlü sahabe sûretinde çok defa görünmüştür. Hakiki şekliyle Miraç gecesinde Sidret-ül Müntehâda görmüştür.
Melâikeler, insânî sultanlar gibi, Allah’ın icraatlarına yardımcı tâyin edilmiş memurlar değildir. Çünkü Allah, her türlü noksan ve kusurdan münezzehtir. Âcizlik ona yanaşamaz. Zâtının ortağı olmadığı gibi, icraatının dahi ortakçıları yoktur. Melekler, Allah’ın icraat-ı rububiyetinin dellâlları, temaşâger nâzırlarıdır.
Melekleri kanatlı kızlar şeklinde tasvir etmek ve öyle olduklarını zannetmek bâtıl inançlardır. Daha çok Hıristiyanların uydurdukları şeylerdir. Bu bâtıl inancı Allah, Saffât suresinde şiddetle reddetmektedir. “Sor o müşriklere: Kız çocukları Rabbinin de oğlanlar kendilerinin mi? Yoksa O melekleri dişi olarak yarattı da onlar buna şahit mi oldular? Haberiniz olsun ki “ Allah doğurdu” demeleri de onların uydurmalarındandır. Şüphesiz onlar yalancılardır.” (Ayetler: 149-150-151-152)
Allah müşriklerin Ona isnat ettikleri her türlü bâtıl fikir ve inançlardan münezzehtir. Hiçbir cihetle noksan ve kusur, acz ve zâaf Ona yanaşamaz. Bir anda her yerde ilim, irâde ve kudret gibi sıfat ve isimleriyle ehâdiyet sırrıyla bulunur ve sonsuz fiilleri aynı anda karıştırmaksızın icrâ eder. Melâikeler, Allah’ın işine yardım eden ortakçıları değildir. Kudretin izzetini muhafaza için araya konmuş perdelerdir. Hayatı veren O olduğu gibi, gerisin geriye alan yine Odur. Hazret-i Azrail(a.s.) haksız şikâyetlerin Allah’a gitmemesi için araya konmuş bir perdedir.
Dünya hayatındayken insanı koruyan hafaza melekleri ve amelleri yazan kirâmen kâtibin melekleri olduğu gibi, ölüm esnâsında mümin kişiye yardım eden melekler de vardır. Kabre girildiğinde sual soran münker ve nekir adında melekler de vardır. Hülâsa binler çeşit melâike yaratılmış ve sayısını yalnızca Allah bilmektedir.
Asya-Nur Kültür Merkezindeki kalabalık topluluk, Ramazan Aydemir’in sunduğu bu çok önemli seminerle bilgilerini geliştirmiş ve meleklere iman noktasında itikatlarını kuvvetlendirmişlerdi. İlk defa dinleyen yeni insanlar ise, Bediüzzaman’ın yaptığı açıklamalara hayranlığını dile getiriyorlardı.
20.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mehmet C. GÖKÇE |
Gazetecilik ve gazeteciler |
|
Her mesleğin toplumsal bir işlevi olduğu bilinen bir gerçektir; ancak gazetecilik mesleğinin çok önemli olduğunu düşünüyorum. Adeta, toplumun gözü, kulağı ve dili mesabesinde; toplum adına sorgulayıcı ve murakabe edici bir fonksiyon icrâ eden gazetecilerin değerinin iyi bilinmesi gerekir. Bu yüzden, hizmetlerini rahat icrâ edecekleri ortam ve şartların oluşturulması, yapılması gereken ödevlerin başında gelir.
Gazetecisi olmayan bir toplumun, içerisinde bulunacağı vahim durumu tasavvur etmek bile son derece zordur. Hiçbir iletişimin sağlanmadığı, herhangi bir icraatın kamuyla paylaşılmadığı ve hiçbir faaliyetin tenkit edilmediği bir toplumun, yöneticilerinin, halka rağmen takınacakları despotça uygulamaları düşünmek bile mümkün değildir.
Elbette ki, her mesleğin çürük elmaları olabileceği gibi; güzelim gazetecilik mesleğinin de defolu ürünleri olabilir. Bu güzel mesleği kötü emel ve arzularına âlet etmek isteyen bedbahtlar çıkabilir. Onlar, bizim konumuz dışında yer alan istisnalardır.
Asıl meslek erbâbı ise, toplum bireyleri adına sıkıntıya giren; bazen de hayatını tehlikeye atan kahramanlardır.
Toplumun doğru bilgilendirilmesi, ihtiyaç duyulan konularda araştırmalar yapılarak halkın aydınlatılması, cemiyetin yanlışlardan arındırılması küçümsenmeyecek büyüklükte önemli bir görevdir. İşte bu görevi kahraman gazeteciler yerine getirir.
Ayrıca gazeteci, toplumsal huzuru sağlama ve temel doğruların halka arz etme konusunda da önemli görevler icra eder. Moral bozucu veya toplumu ümitsizliğe sevk edici olumsuzlukların ya da olumsuz örneklerin gündemde tutulması, fayda yerine zarar getireceğini bilen bilinçli gazeteci, yara yapmadan tedavi etme yöntemini esas alır ve mesleğinin gereğini yerine getirir.
Genelin kabul etmediği veya hoş karşılamadığı bir takım uç davranışları yazıp yaymakla toplum ve bireylerin rahatsız edilmesi, kabul edilebilir bir husus değildir. Bu bakımdan gazeteci, bu noktada da olumlu fonksiyon icrâ ederek kendi çapında bir görev sergiler.
Demokrasi ve insan hakları herkese lâzım olan evrensel değerlerdir. Bu değerlerin korunup işletilmesine katkıda bulunmak, sağlıklı vicdan ve sağduyu sahibi herkesin görevidir. Çünkü bu evrensel değerlerin tekel altına alınması doğru olmadığı gibi; gözden çıkarılması da düşünülemez. İşte gazeteci, bu anlayışı yayma ve yaygınlaştırma adına önemli hizmetlerde bulunur.
Barış ve huzur ortamını ortadan kaldırmaya çalışmanın geçerli bir gerekçesi olmadığı gibi, farklılıklara karşı tahammülsüzlüğün açıklamasını yapmak da mümkün değildir. Yaratılanı Yaratan’dan ötürü sevmek ve ona değer vermek ana ilkedir. Öyle ya, hiç kimsenin kendi rengini, ırkını, dilini belirleme gibi bir fonksiyonu yoktur ki o özelliğiyle kınansın ya da suçlansın. Bu yüzden, her renge, dile, ırka ve coğrafyaya saygı gösterme zorunluluğu vardır. Ayrıca, toplumda farklı din ve milletlere mensup insanların varlığı bir vakıadır. Hepsi de aynı gök kubbeyi paylaşmakta ve aynı havayı teneffüs etmektedir. Asıl olan barış içerisinde bunların beraberliğini sağlayabilmektir. Bilinçli gazeteci bu dâvânın bayraktarlığını yapar ve bu anlayışın gönüllü tanıtıcılığını üstlenir.
Beraber yaşamak durumunda olan aynı toplumun fertleri; inananı, inanmayanı, şu rengi ya da bu rengi taşıyanı ile topyekûn, birbirini kabullenmek ve karşılıklı anlayış içerisinde yaşamak zorundadır. Yani, uzlaşı ve hoşgörüden uzak ilişkiler toplumda düşmanlık tohumlarının yeşermesine neden olur. Toplumsal uzlaşıyı sağlayan kişi ve kurumların başında gazeteci ve gazetecilik gelir.
Gazeteci, farklılıkları düşmanca ifadelerle işlemez; toplumsal gerginliklere sebebiyet vermez ve kişilerin özel hayatının gizliliğine saygı gösterir. Çünkü o da bilmektedir ki, yaşama hakkına sahip olan insanların elbette özel hayatları olacaktır. Mahrem olan bu hayattaki sırların ifşasına çalışılması kişisel hukuka tecavüz anlamını taşır. Başka bir deyimle, hiçbir maslahata dayanmayan ve keyfîlilikten kaynaklanan gizli hayatları araştırma merakı affedilebilecek bir nokta değildir.
Gazeteci, eleştiri yaparken, kişi ve kuruluşları aşağılayıcı ifadeler kullanmaz. Lekeleme, saptırma, iftira, söylenti, dedikodu ve dayanaksız suçlamalardan kesinlikle uzak durur, çözümü barış, demokrasi ve hukuk ortamında arar ve bunu savunur.
Barış ve huzur dolu günler dileğiyle…
20.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Nejat EREN |
Başörtüsü ve teyzem |
|
Özellikle son çeyrek asırda yoğunluklu olmak üzere “başörtüsü” bu ülkenin gündeminden hiç düşmedi. Eğer akıl ve mantık dışı bu tür zorlamalar ve yorumlar böyle devam ederse düşmeyecek gibi de görünüyor.
Her konuda olduğu gibi bu konuda da maalesef dünyayı şaşırtmaya ve kendimize güldürmeye devam ediyoruz. Zira bu mantıksız ve haksız baskı ne Avrupa ülkelerinde var, ne de İslâm ülkelerinde! Sadece bize özel!
Bu yazının asıl müsebbibi ve vesilesi ise mânevî yönden annem hükmünde olan, öksüz günlerimin can yoldaşı ve sırdaşı, benden sadece bir yaş büyük, ilkokul mezunu olan teyzemin heyecan ve his dolu hâli oldu. Onu da sizlerle paylaşmak istedim.
Şair ruhlu, hissî yönü kuvvetli teyzem Sevim Akıncı, boş zamanlarında mânevî yön başta olmak üzere devamlı şiir yazar. Yürür, tarlada çalışır, sohbetlere katılır. Kur’ân başta olmak üzere dinî ve ilmî kitaplar okur.
Modernlik ve çağdaşlık eğer farklı değilse, ABD’de doktora yapan bir oğlu, Rusya’da uzun yıllar İslâmî hizmet için kalan bir babayiğidi, Rusya uyruklu bir de gelini olan, hülâsa renkli bir Anadolu kadınıdır. Yani örümcek kafalı filan değil, ateşpâre zekâlı ve kuvvetli imanlıdır. Bunu gösteren en büyük ve değerli nişanesi ise, bir çok Anadolu kadınında olduğu gibi “başörtüsü ve pardesüsüdür.”
Dün, çeşitli evsaftaki kâğıtlara yazdığı şiirlerle elinde bir tomar kâğıt, bir klasöre yakın dosya, kendi mahalli lisanımızda “bürgü” yani bir çeşit “Anadolu patentli başörtüsü,” bir gazetenin spor sayfası ve de bir başarı plâketiyle ziyaretime geldi.
Teyzem çok hisli ve heyecanlıydı. 4.10.1998 tarihinde Antalya’da Cumhuriyetin 75. yıldönümü münasebetiyle yapılan “Halk Koşusuna” katılmış ve “Birinci” olmuştu. O günkü gazetelerin ifadeleriyle, hem de “türbanı ve pardüsesiyle” birinci gelmişti. Ertesi gün tarihli Ulusal Gazetelerin Antalya eklerinin tümünün spor sayfalarını teyzemin bu “garip hâli” ve başarı hikâyesi haberi süslemişti.
Bu başarısından dolayı, Atletizm Federasyonu Başkanı Fikret Çetinkaya imzasıyla kendisine bir de plâket verilmişti.
Plaketin birinin içindeki en anlamlı hatıra ise, yıllardan beri sandığında en kıymetli ata yadigârı hatıra olarak sakladığı büyükannemizden kalan belki de yüz yirmi senelik, el örmesi olan, mahalli lisanda “bürgü” denilen Anadolu kadınının “başörtüsü” vardı.
Son günlerde “başörtüsü” ve başörtülülere hınçla adeta bir savaş açmış olan başta hemşehrimiz CHP genel başkanı Baykal’ın başını çektiği malum ekibe kinaye olarak, teyzem bu belgeleri sakladığı yerden çıkarmış, alıp: “Ya bu belge ve hatıraları mahkûm edin ya da buna karşı çıkanlar hakkında gerekeni yapın!” diyerek, Antalya Savcılığına “suç duyurusunda” bulunmayı gözüne almış. Devletin bir kurumunun şeref madalyasıyla ödüllendirdiği başörtüsüne bazı kurumlarının karşı çıkmasını haysiyet ve şerefine yakıştıramamıştı. “Biz başörtülüler bunu hak etmedik!” diye haykırıyordu.
Başörtüsü konusunda çok sayıda şiir yazmıştı. Bunları kitaplaştırmak istiyor ve yıllardan beri benden bu konuda yardım bekliyordu.
Onun bu heyecan ve gayreti karşısında mahcup olamadığımı söylemem hilâf-ı hakikat olur.
Onun hislerine tercüman olmak, acı ve ızdırabını paylaşmak ve bir derecede ona ve onun gibilere tesellî verebilmek gayesiyle bu yazıyı yazıyorum.
Şöyle düşünmeden de edemiyorum. Bu başörtüsü kendi kendisini ne kadar bayraklaştırmış; Hz. Havva validemizden başlayıp, Hz. Hatice validemizde, Hz. Ayşe validemizde, Hz. Fatma validemizde mukaddesâtın simgesi, namusun damgası olarak şiâr bulmuş.
Selçuklu’da, Osmanlı’da aynı gaye ile devam etmiş gelmiş. Çanakkale’de, Kahramanmaraş’ta, Gaziantep’te düşmana karşı mânevî gücün ve şefkatin sancaktarlığını yapmış.
Halkın ve Hakkın nazarında Anadolu’nun bağrında “şeref madalyası” olagelmiş. Ama her ne hikmetse birileri tarafından, anlaşılmaz ve saplantı bir ideolojinin kurbanı edilmeye çalışılıyor.
Başörtülülere Allah sabır ve metanet, karşı çıkanlara da hidayet, basiret, insaf ve feraset versin diyorum.
Ve sizleri, başörtüsüyle (türbanıyla), pardesüsü ve tesettürü ile sporda birincilik kazanmış halk kadını, muhtereme teyzem Sevim Akıncı’nın şiiriyle baş başa bırakıyorum. Bu şiir ve hatıralar ile belgeyi, başta “Halkçı” geçinenlere ithaf ediyoruz!
Başörtümüzün, her şeye rağmen, bu memlekette, kadınların “başlarının tâcı” olarak devam edeceğini de bir kere daha ilân ediyoruz. Bu da böyle biline!
SEVDİM SENİ BAŞÖRTÜM
Bin kere bin daha sevdim
Rütbelilere korku verdin
Korkanlara sen ne dedin?
Öcü olup da kimleri yedin?
Örtü cani misin hani?
Korkanlar bir bilse seni!
İftiralar ganî ganî
Bin kere bin sevdim seni.
Makamlara takılansın
Hangi gözle bakılansın
Baş göz üstündedir yerin
Bir kere bin çok severim
Herkese lâyık değilsin.
Kıymetini bilen bilsin.
Korkanlar bir seni sevsin
Sen onların hiç değilsin.
Boşuna korkmayın canım
Aklınıza takmayın canım
Onun yeri baş üstünde
Sevip gider sal üstünde.
(Sevim Akıncı / Antalya)
20.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Ali KAYA |
Siyasetin hedefi |
|
İnsanları idare etme sanatına siyaset denir. İnsanların bulunduğu her yerde problem vardır. Bu problemleri gidermek için sözü dinlenir bir idareciye ihtiyaç vardır. O da adalet ve insaf düsturlarına göre, insanların arasını bularak, fert ve toplumun memnun olacağı şekilde onları bir arada tutmasını bilmelidir. Bu hususta göstereceği maharet, onun siyasetteki beceri ve maharetinin delilidir.
Siyaset, bir maharet ve sanattır. Çünkü bir toplumda farklı düşüncelere mensup insanlar vardır. Çeşitli din, dil, fikir ve kültüre sahip insanlar, toplumun kaçınılmaz unsurlarıdır. Bu, insanın fıtratının gereğidir. Tek tip ve tek fikir düşüncesi, istibdadın amacı ve sonucudur. Böylece insanları daha kolay idare edeceklerini zannederler. İnsanlara hizmet yerine kendilerine hizmet ettirmenin böylece mümkün olacağı saplantısındadırlar. Bu düşünce ve gayret, tarih boyunca tüm müstebitlerce uygulanmaya çalışıldığı ve bunun için pek çok kan döküldüğü halde amacına ulaşamamıştır.
Siyasetin amacı ise, toplumda bulunan çeşitli din, fikir, mezhep ve kültüre mensup insanları, ortak idealler ve projeler etrafında birleştirerek ülkeye hizmet ettirmektir. Ortak amaçlar arasında birlik ve beraberliği sağlamak, birlik ve dirliği temin etmek, huzur ve güven ortamı oluşturmak esastır. Siyâsîler, bunu yapabildikleri oranda başarılı olur ve siyaset de amacına hizmet etmiş olur.
Her şeyin bir amacı vardır ve her şey amacına uygun şekilde yapıldığı takdirde başarılı ve hayırlı bir neticeye ulaşır. Siyaset de amacı doğrultusunda yapıldığı zaman hedefine ulaşır.
Siyaset, ülkeye hizmet için bir araçtır; ama en önemli araçlardan birisidir. Ancak siyasetin dışında pek çok hizmet alanları mevcuttur. Hizmetin tek adresi siyaset değildir. Ne var ki siyâsî tercihler doğru yapılmadığı, ehline verilmediği ve amacı dışında kullanıldığı zaman diğer tüm hizmetlerin önünde en büyük engel olmaktadır. Bunun için devlet ve halk idaresi olan siyasetin, ehil ellerde ve hizmet erbabının elinde olması lâzımdır. Yoksa Peygamberimiz’in (asm) buyurduğu gibi “Emanet, ehil ellere verilmezse, maddî ve mânevî kıyametler kopar.” Yani, toplumun huzuru ve düzeni bozulur.
Siyasetin en mühim gayesi ise, adaleti sağlamak, hak sahiplerine hakkını vermek ve haksızları cezalandırmaktır. Adalet de ancak hürriyet ortamında sağlanabilir. Hürriyetin olmadığı yerde adalet olmaz. İnsanların hak ve hürriyetlerini vermek, savunmak ve korumak ise siyasîlerin en önemli vazifeleridir. Siyasetin diğer bir amacı da budur. İnsan hak ve hürriyetlerinin verilmesi, korunması ve hürriyet içinde adaletin temini siyasetin ulaşmak istediği hedeflerdendir. Bunun aksi, siyâsî despotizm ve istibdaddır.
Bu bakımdan, bir ülkede, din, ırk, köken, mezhep ve ideoloji temelli siyâsî oluşumlar doğru değildir. Bu değerler üzerinden siyaset yapmak da doğru değildir. Bu, siyasetin amacı ve hedefi olan birliği sağlamaz, ayrımcılığı ve kutuplaşmayı körükler. Ama ne var ki, ülkemizde siyaset, amacına uygun yapılmamaktadır. Dolayısıyla, siyâsîlere oy verenlere büyük iş düşmektedir. Halkı aydınlatma sorumluluğu olanların da bu durumu anlatması gerekir. Tâ ki kutuplaşma, ayrışma ve zıtlaşmaya meydan verilmesin.
Bu durumdan çıkışın tek yolu “Hürriyet ve Demokrasi” mücadelesi verenlere destek olmak ve halkı germeye, kutuplaşmaya itenlere de dersini vermektir. O zaman ülkede hizmet ve ortak değerler etrafında birlik ve beraberlik sağlanabilir. Bu da “Hürriyet ve Demokratik değerlerdir”.
İnancımız o ki, milletin sağduyusu ve feraseti bunu anlayacak, hissedecek ve gereğini yapacaktır.
20.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Aynı gemide |
|
Hepimiz aynı gemide yolculuk yapıyoruz. Birlikte yaşamanın gerek ve şartlarına uymak zorundayız. Barışı, huzuru bozucu davranışlara sessiz kalma, göz yumma yanlışlığını yapamayız.
Eğer yapılan bu yanlışlıklar toplumun barış ve huzuruna kastediyor; karışıklık, düzensizlik ve kargaşaya sebep oluyorsa gerekli tepkiyi göstermek, tehlikenin önüne set germek gerekir.
Anarşi, terör, uyuşturucu madde, kısaca toplum barış ve huzurunu katledici olaylara sebep olan herşeyi bu cümleden sayabiliriz.
Aile, okul, toplum ve idare olarak bunları önlemek olduğu kadar bunlara meydan verecek atmosferi ortadan kaldırmak da görevimizdir. Sinekleri öldürmek elbette önemli. Ondan daha önemli olan ise bataklığı kurutmaktır.
Bizi biz yapan değerlerimizi tahrip edici; sevgi, saygı, şefkat ve merhameti yok edici, kin ve düşmanlığı körükleyici, kısacası toplum düzen ve huzurunu sarsıcı davranışlara da sessiz kalamayız.
Ne güzel bir örnek vermiş Sevgili Peygamberimiz (asm). Allah’ın koyduğu sınırları çiğneyen kimsenin hâlini bir gemide yolculuk yapan bir topluluk örneğiyle anlatıyor. Bu topluluk gemideki yerlerini kur’a atıp belirlerler. Bir kısmı geminin üst, diğer kısmı da alt katına düşer. Alt kattakiler ihtiyaçlarını karşılamak için ister istemez yukarı kata çıkmak zorunda kalırlar. Bir gün derler ki, “Yahu arkadaşlar, müsaade etseniz de alt kattan kendimize bir delik açsak ve su ihtiyacımızı oradan karşılasak, sizi de rahatsız etmesek.”
Şimdi üst kattakiler alt kattakileri bu isteklerinde serbest bıraksalar ne olurdu? Hepsi birden helâk olmazlar mıydı?
Bu örneği veren Peygamberimiz (asm), “Eğer onları bu tehlikeli işten sakındırırlarsa hem onları, hem de kendilerini kurtarmış olurlar” buyuruyorlar.1
Türkiye gemisinde yolculuk yapan bizler de bu gemiyi batırmaya, birlik ve beraberliğimizi, kardeşliğimizi yıkmaya yönelik davranışlara karşı tavır almak zorundayız.
Bu tavrın üç şekli vardır: 1. Elle, yani kanunla önlemek. Bu görev idarecileri ilgilendirir. 2. Dille engel olmak. Yazarak, çizerek, konuşarak kötülüğü ve zararları anlatılarak. Bunu da yazar, çizer ve hatipler yapacaklardır. 3. Kalb ile buğzederek. Bu da elinden hiçbir şey gelmeyen insanların kalbiyle bu davranışları kötü görmesi, hoşlanmaması şeklinde olur.
Bu geminin selâmetle yolunu alabilmesi için herkes üzerine düşen görevleri hakkıyla yapmalı.
Dipnotlar:
1- Riyazü’s-Salihîn Terc., 1:230 (Hadis no: 186); Buharî’den.
20.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Hz. Ali’den (ra) yöneticilere hak-hukuk dersleri |
|
Bundan 15 asır önce, vahşet ve bedeviyetin hüküm sürdüğü devrede Hz. Ali’nin (ra) Mısır’a vali olarak tayin ettiği Malik bin El-Haris El-Eşter’in şahsında “Devlet adamlarına ve idârecilere” göndermiş olduğu “emirnâme”deki öğütleri, tavsiyeleri, hattâ emirleri muhteşem hak ve hukuk dersleri taşır.
Başlıklar halinde sunmakta fayda mülâhaza ediyoruz. Tâ ki, 15 asır öncesinden, nasıl bir hürriyet, adâlet, hukuk, kanun hakimiyeti devleti, sistemi kurulmuş olduğu anlaşılsın:
*Vazifenin esası, halka barış ve huzur getirmek, vergileri toplamak, ülkenin kalkınmasını sağlamaktır.
*Halka sevgi ve merhamet besle.
* Alçakgönüllü ve ölçülü ol. Adaletten ayrılma.
* Toplumun çoğunluğunu esas al; onların ayıplarını araştırma.
*Cimrileri, korkakları, gammazları, hırslı olanları yanına yaklaştırma.
* Daima istişâre et, müşavir olarak da gerçekleri açıkça söyleyebilecek, yağcılık yapmayacak, sadık, kanaatkârları seç.
* İyi niyeti yaygınlaştır, güzel âdetleri devam ettir, her kesimin sosyal yapısı ve durumuna göre muâmele et, adliyeyi iyi organize et, hakimleri iyi seç ve onları koru.
* Bencil, tarafgir ve zalimlerden memur seçme.
* Kontrole önem ver. Topladığın vergileri yerinde kullan, kalkınmaya ağırlık ver.
* Zor durumdakilere yardım et. Ziraat ve ticârete ehemmiyet ver, sanatkârları koru. Stokçuluk ve hilekârlığa karşı dikkatli ol. İhtikâra mâni ol.
*Fakir ve yoksulları kolla. Hiçbir işi ihmal etme.
* Yetim ve yaşlılara sahip çık. Dilek ve ihtiyaç sahiplerini dinle, araştır ve gereğini yerine getir.
* Allah’a karşı kulluk vazifelerini ihmal etme. Halktan uzak ve saklı kalma. (Şeffaf ol!)
* Yakınlarına dikkat et, etrafındakilerden, devletin ileri gelenlerinden, akrabalarından hiçbirisine devlet toprağı verme.
*Barışçı ol. Antlaşmalara riâyet et. Savaşta kan dökmekten kaçın. Öfkene, eline, diline hâkim ol. Sana düşen vazife, senden öncekilerden gördüğün güzel hareketleri, Peygamber Efendimizden (asm), bizden gördüğün güzel işleri ve bu emirnâmeyi yerine getirmendir.1
***
“Ömer bin Abdülaziz halîfe olunca, halka ilk hitâbesinde şöyle dedi: Hiç kimse bana körü körüne itaat etmeyecek. Allah’ın şeriatına uymayan emirlere de itaat yok. Ben sizin en hayırlınız değilim, sadece sizden biriyim.”2
Başta Hulefâ-i Râşidîn olmak üzere, sahabe-i kirâmın, İslâm kumandanlarının, alimlerin, müdakkiklerin, idârecilerin, halife ve padişahların; kırıntısı bile başka milletlerde bulunmayan ve tarih sahifelerine altın harflerle yazdırdıkları binlerce Kur’ânî adâlet ve hakperestlik örnekleri mevcuttur.
Dipnotlar:
1- Hz. Ali’den (r.a.);
2- İbni Sa’d, Tabakatü’l-Kübrâ: 5334; Prof. Dr. İbrahim Canan, İslâmda Çevre Sağlığı, s. 133.
20.02.2008
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Dilimiz ve fiillerimiz |
|
Mikail Demir:
* “Yaratmak kelimesinin kullar için kullanımının sakıncası var mı? Bilgi verir misiniz?”
Günlük konuşmalarımızda seçtiğimiz kelimelerin ruh ve ahlâk dünyamızı olumlu veya olumsuz yönde etkilediğinde şüphe yoktur. Kelimeleri seçerken veya kullanırken bizi yönlendiren sâik ve niyet önemlidir. Bir kelimeyi günlük işimizi ve fiilimizi ifade etmek için mi tercih ediyoruz, yoksa Yüce Yaratıcı’ya—hâşâ—denklik iddiasıyla mı tercih ediyoruz; önemli olan bu temel yaklaşımdır.
Hareketlerimizi ifade için telaffuz ettiğimiz fiiller, Cenâb-ı Hakk’a nispet edilip edilmemesi bakımından iki kısımdır:
1-Aslen Cenâb-ı Hakk’ın kemâl ve zat sıfatlarını ifade eden fiiller. Görmek, işitmek, yapmak, yaratmak, acımak, konuşmak, yaşamak, dilemek, bilmek, sevmek, bağışlamak, affetmek, şahit olmak, korumak, kudret sahibi olmak... vs. gibi gerçekte Cenâb-ı Hakk’ın kemâl fiillerini, sıfatlarını ve isimlerini ifâde eden kelimeler bu gruptandır.
2-Yalnız bizim noksanlık sıfatlarımızı yansıtan fıiller. Unutmak, uyumak, yorulmak, dinlenmek, acıkmak, susamak, konuşamamak, görememek, işitememek, yapamamak, başarısız olmak, verimsiz olmak, tembel olmak, nankör olmak, ağlamak, üzülmek, kıskanmak... vs. gibi sırf beşeriyetimizle ilgili olan noksanlık fiilleri de bu gruptandır.
Kemâl fiillerini biz mecâzî olarak kullanmaktayız. Bu fiillerin hakîkatı ve gerçek mânâsı Cenâb-ı Hakk’a aittir. Meselâ biz “gördüm” dediğimizde; çok dar bir alanı, çok dar imkânlarla görüş ufkumuza aldığımızı kastederiz. Oysa “görmek”, Cenâb-ı Hak için kemâlî ve zâtî bir sıfattır. Hakikî gören O’dur. Ama noksanlık fiilleri tamamen bize aittir. Meselâ biz uyuruz, yoruluruz, dinleniriz. Bu fiiller gerçek mânâda bizi vasıflandırır. Cenâb-ı Hak bunlardan münezzehtir.
Misâlleri arttırmak mümkündür. Yaratmak fiili de şüphesiz Cenâb-ı Hakk’a ait bir kemâl fiilidir. Biz bu fiili mecâzî olarak kullandığımızda hakîkatını Cenâb-ı Hakk’a vermeyi kastetmiş olmalıyız. Aksi takdirde, hataya düşmüş oluruz.
Aslına bakarsanız yaratmak fiili yerine, beşerî acziyetimize yaraşan alternatif bir fiil de yoktur. Genelde örfen daha zararsız görerek kullana geldiğimiz “îcad etmek”, “yapmak”, “var etmek”, “vücuda getirmek”, “şekil vermek”, “biçimlendirmek”... vs gibi fiiller vücûdî olduklarından, Cenâb-ı Hakk’ın kemâl fiillerindendirler.
Bununla beraber; örfün taksîmâtına razı olarak, ‘yaratmak” fiili yerine, Müslüman’ların hiss-i zâhirîlerine dokunmayan ‘yapmak” veya buna benzer başka bir fiili kullanmayı tercih ve tavsiye edebiliriz. Fakat “yaratmak” fiilini kullanan insanların, bununla Allah’a ait olan “hilkati” kast etmedikleri sürece, küfür içinde olduklarına hükmetmemiz doğru olmaz.
***
Aziz Bey:
* “Mescid-i harama kimler giremez? Ehl-i kitap da giremez mi? Mescid-i Haramın sınırı neresidir?”
Kur’ân-ı Kerim Mescid-i Haram’a kimlerin giremeyeceğini şu âyetle hükme bağlar: “Ey iman edenler! Müşrikler pislikten ibarettirler. Bu sebeple, bu yıllardan sonra Mescid-i Harama yaklaşmasınlar. Eğer fakirlikten korkarsanız, bilin ki Allah dilerse sizi bol nimetiyle zenginleştirecektir. Muhakkak Allah Alîm’dir (Bilendir), Hakîm’dir.”1
Bu âyet müşriklerin, yani putperestlerin, yâni puta tapanların, yani kâfirlerin Mescid-i Haram’a girmesini yasaklamıştır. Gerek ziyaret etmek, gerek teknik hizmet vermek, gerekse hangi nedenle olursa olsun, münkirlerin ve kâfirlerin Harem-i Şerif’e, yani Kâbe’ye sokulması ve girdirilmesi haram bulunmaktadır. Kâbe’nin emniyet ve güvenliğinin sağlanması Müslüman’ların en tabiî vazifeleridir.
Mescid-i Haram, Kâbe-i Muazzama’nın etrafıdır. Bu mübarek Mescid, Müslüman’ların kıblesi olduğuna hürmeten Harem-i Şerif diye de anılmaktadır.
Bu âyetin hükmü inkâr içinde olmayan ehl-i kitabı kapsamaz. Fakat emin olmadıklarından endişe edilirse, gerekli tedbirleri almak Müslüman’ların vazifesidir.
Dipnotlar:
1- Tevbe Sûresi, 9/28
20.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Sorun nerede? |
|
Demirel, 1989’da DYP Genel Başkanı olarak sorularımızı cevaplarken, başörtüsü meselesinin Anayasa Mahkemesine gitmiş olmasının yol açacağı sıkıntılara dikkat çekerek, “Olay çıkmaza sokulmuştur. Anayasa Mahkemesinin işi değildi bu. Kanunluk bir iş de değildi. Üniversite yönetimleri hiç mesele yapmadan bunu halledebilirlerdi. İterken kakarken, mesele çok yanlış bir istikamete girdi” demişti.
Köprü dergisinin Eylül-1989 sayısında çıkan sohbetimizde, başörtüsüne karşı takınılan ısrarlı tavrın sebebini de iki şeye bağlamıştı Demirel:
Biri: “Din elden gidiyor” diye bir kalkışma olursa, devletin bunu bastıramayacağı korkusu.
Diğeri: Humeynî ve İran devrimi korkusu.
Bu korkulara karşı kendisinin tavrını ise şöyle açıklamıştı: “Ben Türkiye’de bunun mümkün olmadığını, Türkiye’de din ve vicdan hürriyetinin bulunduğunu, bunun önünde engeller varsa bunları kaldırmaya çalıştığımızı, din ve vicdan hürriyeti ne kadar mükemmel olursa insanların o kadar rahat olacağını söylüyorum.”
Demirel’e göre, cumhuriyet entellektüelinin ve askerlerin zihnindeki iki korkuyu izale etmek için “meseleleri çok iyi anlatmak, anlatırken inandırıcı olmak ve din istismarı şüphesi vermemek” gerekiyordu. “Dinî görüntülü tahrikler”in aydınların zihnini yanıltıp kuşkuya yol açtığını, bu yüzden “Öyle değildir, onlara bakmayın, mesele şöyledir” demekte sıkıntılar olduğunu söylüyordu Demirel.
Demirel’le yaptığımız mülâkatlardan derlenen “İslâm Demokrasi Laiklik” kitabının 116 ve devam eden sayfalarında da yer alan bu önemli sohbetin üzerinden yaklaşık 19 sene geçti.
Demirel 1991 Ekim’inde başbakan, 93 Mayıs’ında cumhurbaşkanı oldu. Başbakanlığında, Anayasa Mahkemesi kararına rağmen, başörtüsü meselesinde fazla bir sıkıntı yaşanmadı.
Bu durum, cumhurbaşkanlığında da 1997’ye kadar devam etti. Ama ne zaman ki, Erbakan hükümetini bahane ederek başlatılan 28 Şubat süreci gündeme oturdu, ondan sonra iş değişti.
Gerçi Demirel başörtüsünün “rejim meselesi” haline getirilmesini engellemek için son âna kadar uğraştı, ama maalesef başaramadı. Ondan sonra yasağı savunma çizgisine rampaladı ve bir daha o çizgiden ayrılmadı veya ayrılamadı.
Bu kırılma öteden beri Demirel’le özdeşleştirilen tipik bir “Dün dündür, bugün bugündür” manevrası mı; yoksa “İşte gerçek Demirel bu” iddiasıyla dile getirilen suçlamaların teyidi mi?
Ne oldu da, İran’da olanların Türkiye’de tekrarının mümkün olmadığını yıllar öncesinden beri mâkul ve ikna edici gerekçelerle izah eden Demirel, bugün “Bana soruyorlar: İran mı oluyoruz? Endişe budur” açıklamaları yapar ve “karşı devrim” kaygısından söz eder hale geldi?
Demirel yirmi sene önce aydınları kast ederek “Açık konuşulduğu, ifrata kaçılmadığı zaman bu ülkedeki sağduyu bu meseleleri anlayabilecek durumda. Maya var, vicdanlar temiz” diyordu.
28 Şubat’tan bu yana ise, habire, vaktiyle yersiz oldukları konusunda sahiplerini ikna etmeye çalıştığı korku ve kaygıları seslendiriyor.
Sorun ne? Demirel mi, “Aydınlarda var” dediği sağduyunun gerçekte bulunmayışı mı, meselelerin iyi anlatılamayışı mı, din istismarı şüphesinin izale edilemeyişi mi, yoksa hepsi mi?
20.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Zafer AKGÜL |
Yavruma demokrasi dersleri |
|
Cumhuriyet ve demokrasiyle idare edilen her ülkede seçimler yapılır. Sandıklar konulur milletin önüne. Adına “millî irade” denir. Millet oy veya parmak hesabıyla kimleri seçeceğini belirler. Vekiller ya da yöneticiler yetkilerini milletin iradesine dayanarak yaparlar.
Yine demokrasilerde hukukun üstünlüğü vardır. Bunlar anayasalarda teminat altına alınır. Anayasalar da hür ve serbest seçimlerle halkoyuna sunularak meşruiyet kazanır. Anayasaların temeli, insan hak ve özgürlüklerine, fazilete, evrensel hukuka; düşünce, fikir ve teşebbüs hürriyetine dayanır. Her kanun ve her yasa meşru değildir. Bu kanunların felsefesi fazilete yani erdeme yani insanoğlunun insanlık değerlerine, bireye dayanır. Demokrasilerde padişahlık, krallık yoktur. Her fert kendi başına kraldır, padişahtır. Yani demokrasilerde bütün bireyler padişahtır. Vatandaşların iradesi geçerlidir.
Yine demokrasilerde seçilmişler atanmışlardan önce gelir. Atanmışlar millet adına seçilenlerin, millete hizmet etsin diye atadıklarından başka bir şey değildir. Yani milletin hizmetinde bulunmak efendiliktir. Kim millete hizmet ederse efendi odur.
Demokrasilerde kurum ve kuruluşlar anayasalarda belirtilen alanla ilgili icraatlar yapabilirler. Üstlerine vazife olmayan konularda haklı veya haksız ulu orta konuşup şuna buna çatamazlar.
Kuvvet kanunda olduğu için kimse kanundan daha güçlü değildir. Kimse kanunlara rağmen keyfiliğe dayalı tasarrufta bulunamaz. Hürriyetler, yetkiler bir başkasının hukukta belirtilmiş temel haklarına tecavüzde kullanılamaz.
Ve hiçbir yetki ve erk milletin iradesini delmek, millî iradenin rağmına baş çekmek için verilmemiştir.
Demokrasilerde çoğunluğun iradesi esas alınırken, azınlığın iradesi de hiçbir zaman küçümsenmez, devre dışı bırakılmaz. Azınlığın yaşama ve korunma hakkı vardır.
Demokrasilerde kanunlar net ve anlamlar kesindir. Lâstik gibi oraya buraya çekilecek biçimde “ama, fakat, amma ve lâkin” diye uç veremezler.
Dünyanın tüm gerçek demokrasilerinde bu böyledir. Seçim için sandık başına giden Amerikan vatandaşlarının, Fransız vatandaşlarının, Alman vatandaşlarının, vb. halk iradesinin belirlenmesinden sonra kimseler sonucu tartışmaz, küçümsemez.
Bunlar demokrasiyle idare edilen ülkelerde çocukların bile bildiği genel özelliklerdir.
Ama bizde öyle değil işte. Oyun içinde yeni oyun kuralları belirlenir. Dün parmak hesabı kutsanırken, bu gün tahkir ve tezyif edilir. Bir gün Büyük Millet Meclisi diye meclis büyüklenir, onore edilirken,bir başka gün parmak çocuk gibi küçük görülür.
Demokrasi faziletfürûşluğunda bulunan bir akil yazar “Demokraside padişah yoktur. Padişah kurum ve kuruluşların aralarındaki uyumdur” diye uyduruk kurallarla güya millete demokrasi dersi verir. Kucaktaki yavrular bile inanmaz. Demokrasilerde halk iradesi ve bireyin iradesi egemenliği esas iken nereden çıkıyor bu kurum ve kuruluşlar? İşte burada bir samimiyetsizlik, bir işgüzarlık vardır. İlkokul sözlüğünde bile böyle yazmaz. Eğer padişahlık sözkonusu ise, halkın tek tek fertlerin padişahlığı söz konudur. Kurum ve kuruluşlar, kuruluş amacı ve misyonuna göre değerlendirilir. Ama hiçbir zaman bir kurumlar demokrasisi mevzubahis olamaz. Kurumlar yerine bir başka zamanda, bir başka ülkede enteller, okumuşlar, asiller demokrasisi, söz gelimi aristokratlar, askerler, din adamları gibi gruplar da kurumlaştırılıp onlar arasında uyumdan bahsedilebilir. İşte kaos aslında budur.
Diktatörlüklerde de kurum ve kuruluşlar olabilir. Onlarda da “Değiştirilmesi teklif dahi edilemez” diye bir takım maddeler için şerh konulabilir. Ama bütün bunlar o diktayı meşru ve demokrat yapmıyor ki… Parmak hesabını küçümseyenler isterlerse bu mantıklarını tersinden, anti demokrat yönetimlere ve devletlere bir uygulasınlar bakalım. Sonuç fiyasko ve kıyas-ı fasit oluyor mu, olmuyor mu görsünler.
Elhasıl çocuklara, yavrularıma demokrasi dersleri verirken diktatörlükleri övdüğünüzün farkında mısınız ey akil adamlarımız.
20.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Modernistler ve reformistler |
|
Reformizmin birçok nedeni ve kaynağı olabilir. Bununla birlikte onun en büyük neden ve kaynaklarından birisi de modernizmdir. Ekber Şah İslâmiyetin bin yılını doldurmasıyla selâhiyet ve yetkinliğini kaybettiğini ileri sürerek modernizm baskısıyla reformizmin de ötesine geçerek eklektik bir din vucuda getirmişti. Böylece yüzyıllar öncesinden pozitivizmin babası Aguste Compte’a tekaddüm etmişti. Deha diye buna deseler gerek.
Bundan dolayı Müslüman önderleri dahilere benzeten Akkad eleştirilmiştir. Deha ile karizma tek başına pozitif bir anlam ifade etmez. Oradaki gerekçe de modernizm idi. Daha sonra bu modernizm dalgası Hindistan’da İngilizlerin zaferi ile birlikte yeni bir milat yaşayacaktır. Bu miladın kadroları arasında da Seyyid Ahmet Han gibilerini görüyoruz. Ekber Şah döneminde Molla Mübarek ve oğullarını görmekteyiz. Buna mukabil, Fransız Devriminin başlattığı modernizm sürecinde ve akabinde, Mısır’ın İngilizlerce işgali sırasında ve Lord Cromer’li günlerde ulemanın bir kısmı da konformizm dalgasına binerek modernizme mukabele yerine mümaşat suretinde reformizme sarılmışlardı. Medeniyet ışıkları veya cazibesi bazılarının gözlerini kamaştırmış ve bu mağlubiyet psikolojisiyle Batılıları taklit etmeye yeltenmişlerdi.
İbni Haldun’un deyimiyle mağlular galipleri taklit etmeye yatkın ve muhayyadır. Böyle olunca geriye dini budamak kalıyordu. Onlar da bunu yaptılar. Seyyid Ahmet Han ile Muhammed Abduh’un bu noktada refleksleri neredeyse birebir aynıdır. Mucizatı tevilleri ve akla yatmadığı gerekçesiyle bazı dinî konuları akilleştirme çabaları gibi. Dolayısıyla reformizmi tetikleyen nedenler arasında modernizm de vardır. Bu hususta muhafazakâr veya gelenekçi ulema ile modernist veya reformist ulama aslında madolyonun iki yüzüdür. Birisi geçmişi eskidir diye atar, diğeri de aynı nedenle kabul eder. Dolayısıyla reformizm kompleksle zamana yenilmiş bir teceddüt çığırıdır. Muhafazakâr veya geleneksel ulema ise tahkiksiz bir şekile geçmişi taklid eder ve yaşanılan çağın bütün dertlerinin veya çarelerinin geçmişte yattığını düşünür. Zamanla nassın buluşmasını tatil eder. Bu anlayışa göre nas sadece geçmişle buluşmuştur. Bunun gerekçesini de akıl, dirayet ve muhakeme gibi gerekler değil de geçmişin faziletli ortamı oluşturur. Elbetteki Senhuri Paşa ve benzeri eşsiz hukukçuların belirtitği gibi aslında İslâm fıkhı geleceğe hitap edecek ve kuşatacak kadar geniştir. Bunda şüphe yoktur. Ama bunlardan faydalanmak bile dirayet ister. Yine de İslâm mesajının her asra bakan yüzü vardır ve bu yüz ancak dirayet ve tahkik ile anlaşılır. Ve bu görev ihmal edilmemelidir. Modernizm de muhafazakârlık da aslında kolaycılıktır. Elbette bu anlamda teceddüt mesleğinden ayrılan tecdit mesleği Hasan Hanefi’nin dediği gibi Batı modernizmini yerel kalıplarla yeniden üretmek değildir. Kadın konusunda Muhammed Abduh ve Cemaleddin Afgani ekolü de tefrit ve teceddüt akımı içinde olagelmiştir. Kadın modernizminin ve reformizminin başlatıcısı Kasım Emin aslında Muhammed Abduh ile Nazlı Fazlı’nın ürünüdür. Ama zamanla boynuz kulağı geçmiştir. Cemaleddin Afgani de aynı anlayış ve yaklaşımı temsil eder. Madem ki söz Cemaleddin Afgani’den açıldı, öyleyse hakkını vermeli. O da aslında sapla samanı karıştıran Soner Yalçın’ı kabrinden tekzip etmektedir. Masonların başörtüsüne sahip çıktıkları tezi Soner Yalçın’ın kendi tespitleriyle yıkılmıştır. Zira konu hakkındaki yetersizliği dolayısıyla tezindeki boşlukları ve sakatlıkları görememiştir. Tezini bir delil üzerine bina ederken birçok delilin tezini çürüttüğünü görememiştir. İslâmcılığın fikir babası diye takdim ettiği Cemaleddin Afgani üzerinden İslâmcılığı masonluğa maletmek istemişti. Yine ona göre başörtüsüne masonlar sahip çıkıyordu. Halbuki bütün belgeler masonluk ithamı altında olan ve talebeleri tarafından da masonluğa intisabı doğrulanan Cemaeddin Afgani’nin Soner Yalçın’ın tezinin aksine başörtüsüne taraftar olmadığı anlaşılıyor. Demek ki, ikisi de mason olsa da Musa Kâzım Efendi ile arasında fark var.
***
‘İslâmcıların mason üstadı’ dediği Cemaleddin Afgani bakın kadın konusunda neler söylüyor: “Kadın erkek eşitliği, örtünme emri ve bunun çiğnenmesi, kadın hakları vs. gibi meselelere gelince, bu konuda çok şey dinledim, birtakım makaleler ve risaleler okudum. Fakat size açıkca ifade edeyim ki, hiçbirinde açık bir görüşe, eşitlik talebinin veya örtünme emrinin çiğnenmesindeki amacın ya da bunun doğuracağı veyahut gerisinde yatan faydanın beyanına rastlamadım. Bana göre fuhşa vesile edinilmedikten sonra açılmakta bir sakınca yoktur. (...) Örtünün kaldırılması meselesine gelince, bunun gerekliliğini dile getiren, bu konuda söz söyleyen ya da yazan hiç kimsenin onun en ufak bir yararından veya bizatihi örtünmeden kaynaklanan ya da onun gerisinde yatan bir faydadan bahsettiğini görmedim. Kadınlar sadece açılmakla yetinseler, daha evvel dediğimiz gibi bunu fuhşa vesile edinmeseler, meselede tartışmayı gerektirecek bir şey kalmazdı. (...) Kötülüğe vesile yapılmadıktan sonra açıklıkta bir beis yoktur.” (Muhammed Mahzumî Paşa, Cemaleddin Afganî’nin Hatıraları, trc. Adem Yerinde, Klasik nşr., İstanbul, 1427 [2006], 82, 84 ve 354.s.)
Mahzumi Paşa’nın tanıklığı yetersiz derseniz size Ahmet Emin’den de bir nakil yapalım. Ahmet Emin de “Zuemau’l ıslah fi’l asri’l hadis” adlı eserinde Cemaleddin Afgani’den aynı satırları nakleder: “Fucur ve fuhşa yol açmayacaksa benim için açıklığın bir mahzumu yoktur” (S: 114, Daru’l Kitab el Arabi). Burada iki hususu açıkça görüyoruz, makasıtçılığın sınırlarının esnetilmesi ve genişletilmesi ve tarihselcilik anlayışı.
***
Soner Yalçın’ın yaptıklarına telifat suretinde tahrifat denilir. Maalesef Yalçineyn’in (Yalçın Küçük ve Soner Yalçın adlı iki isim biraderi) bütün marifetleri budur. Başörtüsünü masonluğa mal etmekle kalsalar yine gam yemeyeceğiz. Mustafa Sabri’yi de masonluğa mal etmişler. Mesleken onu Afgani ile neseben de Ürgüplü ile karıştırması affedilebilir bir durum değil. Daha önce ‘Efendi’ kitabıyla eleştiri oklarını üzerine çeken Soner Yalçın, Pazar günkü yazısında da (17 Şubat 2008) yine tarihi bilgileri birbirine karıştırdı. Yalçın, yazısında eski başbakanlardan Suat Hayri Ürgüplü’nün babasını Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi olarak yazdı. Başbakanımızın babası Şeyhülislam’dır, ama Şeyhülislâm Mustafa Sabri Efendi değil, Mustafa Hayri Efendi’dir. Yazıda, bir başka çarpıcı nokta ise her daim masonların tehlikeli faaliyetleri olduğunu söyleyen Mustafa Sabri Efendi’nin mason olarak lanse edilmesiydi. Bu haltetme masonların yeni bir marifeti olmasın sakın! Diğer Yalçın’la birlikte dönme listelerini de böyle tanzim ettilerse yandı keten helva...
20.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Cevher İLHAN |
Bir “tahterevalli oyunu” mu? |
|
Anayasal değişikliler Cumhurbaşkanı’nın onayını beklerken, Başbakan’ın “Anayasa Mahkemesi’nin kararı beklenecek” çıkışı, Yeni Asya’nın baştan beri belirttiği noktaya gelindiğinin örtülü ifâdesi.
Belli ki siyasî iktidar da onca uyarıdan sonra yasal olmayan yasağa karşı çözümün anayasal ve yasal düzenlemeyle olmayacağını, iş işten geçtikten sonra anlamış. Bundandır ki, MHP’li sözcülerin, “17. madde şartıyla vize verdik; AKP Anayasa Mahkemesi’ni bekliyorsa mutâbakata uymuyor” ta’rizine rağmen, Yüksek Öğretim Kanunu ek -17’yi erteliyor.
Peki, bunca “anlamlı” bekletmeden sonra sözkonusu “anayasal düzenlemeler”i Anayasa Mahkemesi iptal etse ne olacak? Hükûmet tamamen bu işten vaz mı geçecek? Yoksa yeniden başa mı dönülecek?
Bütün bu belirsizlikler, Erdoğan’ın “ani çıkışı”yla girilen muhataralı yolun, meseleyi ne denli karmaşıklığa ve çözümsüzlüğe itip içinden çıkılmaz hale getirdiğini gösteriyor.
Dahası, yasadışı yasağa “yasal dayanak” sağlamakla, kamuda daha da keskinleştirilmesine bahane edilebilecek kırılgan bir çıkmaza sürüklüyor…
* * *
En vâhimi, Mahkemenin öncelikle “dinî bir vecîbe” olan “başörtüsü serbestiyeti” için iki cümle ile de olsa yapılan anayasal değişiklikleri iptali sonucu, yasakçıların “başörtüsü anayasal olarak yasaklandı” yaygarasıyla yasağı “anayasal teminat” altına almaları. Yasağa “yasallık” atfetmeleri…
Bu durumda, Başbakan’ın “değiştirilecek” dediği yeni ek-17’yi iptaliyle “başörtüsü özgürlüğü” uzun süre gündeme getirilmeyecek. Tamamen yasakçıların indî baskılarıyla dayatılan yasağın, bu kez “yasal yasak” terâneleriyle sürdürülmesine sebebiyet verdirecek…
Danıştay bunu bahane ederek, yeniden başörtüsünü yasaklayan “kararlar” alacak. AİHM’nin çarpıtılan mütalâası bir defa daha “başörtüsünün yasaklandığı” şeklinde yorumlanıp, serişte edilecek. Rektörler bunu mesnet yapıp “yasakçı tâlimatlar” çıkaracaklar…
Aslında, işin bu vartaya varacağı daha baştan belli idi. Yalnız Yeni Asya değil, öteden beri siyasî iktidarı destekleyen çevreler de bu konuda ciddî ikazlarda bulundular.
Yapılan anayasal değişikliklerin sonuçta bir işe yaramayacağını belirttiler. Türkiye Cumhuriyeti mevzuatında “başörtüsünü yasaklayan” ve kadınların kılık ve kıyafetlerini düzenleyen hiçbir kanun olmadığı halde, “yürürlükteki kanunlara aykırı olmamak kaydıyla üniversitelerde kılık ve kıyafet serbesttir” ibâreli ek-17’yi Anayasa Mahkemesi’nin “gerekçesi”ne dayandırarak mevcut haliyle yasakta istimal edenlerin, “çene altı” benzerî eklemelerle kırılgan hale getirilen yeni ek-17’yi daha da pervâsızca “yasak”ta istismar edeceklerini ifâde ettiler.
Hatta bazıları, sapılan bu “çözümsüz çıkmaz”dan kurtulmak için cumhurbaşkanının anayasal değişiklikleri imzalamayıp derhal geri göndermesini önerdiler. Yasağı yasa ile çözme yanlışlığının varacağı tehlikeli vartayı ikaz ettiler.
“Bundan daha ‘vahim bir çözüm’ olamazdı” diyen Ali Bulaç’ın, “AK Parti ve MHP’nin teklifi çözüm değildir, sorunu daha karmaşık hale getirmek, ağırlaştırmaktır. Bu düzenleme ile fiili yasağa, yasal ve anayasal dayanak kazandırılıyor. Bazıları, ‘bize ölümü gösterip sıtmaya razı etmek istiyorlar’ şeklinde düşünüyor olabilir. Bence ‘yasağın kapsamının genişletilmesi ve üstelik yasağa anayasal bir nitelik kazandırılması’ ölümün kendisidir. Bu düzenleme gerçekleşirse bir daha sittin sene bu madde değişmeyecektir” uyarısı bunlardan biri… (Zaman. 27.1.2008)
* * *
Sormak lâzım; başörtüsü yasağını kaldırmak için “anayasal değişikliğe” ve “yeni yasa”ya gerek var mıydı? Hükûmet, ikazları dinlemeyerek neden bile bile bu çıkmaza saptı?
Diyelim ki, Başbakan İspanya’da “ısrarlı” sorular üzerine, “velev ki siyasal simge de olsa” diye başlayıp, ardından “bir cümlelik yasa değişikliği”nden dem vurdu. İktidar partisi karar kurulları, neden bunun neyi getirip neyi götüreceğini hesaplamadılar? Bu hususta yapılan uyarılara kulak asmadılar?
Gidişata bakıldığında Ahmet Hakan’ın, “tahterevalli”ye benzettiği bu tartışmada, “Meselâ, siz zannediyor musunuz ki memleketin ikiye bölünmüşlüğü nedeniyle Tayyip Erdoğan kaygılıdır... Hayır! Hayır! O, türban üzerinden haksız puan toplamaya devam ettiğinin farkında olduğu için acayip mutludur, bundan emin olabilirsiniz... Zavallı Baykal’a gelince... O da türban karşıtlığı üzerinden yüzde 20 bandına oturmaya razı olmanın rahatlığına bırakmış kendini...” tespiti, işin vahâmetini ele veriyor. (Hürriyet, 10.2.2008)
Ne var ki, gelinen noktada Baykal daha keyifli. Zira “laiklik hassasiyeti”ne dayanan ajite politikalarla CHP’yi “yüzde 20 bandına oturtma”yı sağlamakla birlikte, Erdoğan’ın son “dönüşü”nü, “Demek ki Başbakan da tereddütte” diye alaya alıp hükûmetin caymasını dahi kullanıyor.
Peki, tıpkı “27 Nisan e-muhtırası”, 376 çarpıtmasıyla cumhurbaşkanı seçimindeki kamplaşma ve kutuplaşma siyasî rantı misâli, üzerinden “haksız puan toplamaya devam ettiği” başörtüsüne yasağın daha da genişletilip azdırılması, Erdoğan’ı nasıl mutlu eder?
Siyasî rant hevesi, binlerce insanı mağdur eden temel bir inanç ve eğitim hakkı üzerinde “politik tahterevalli” oynamak olur mu?..
Yazık, çok yazık…
20.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Suçla, ama dinle! |
|
Gündemi meşgul eden pek çok tartışmanın temelinde ‘eksik bilgi’ ya da ‘ön yargılı tavır’lar vardır. Ya da, ‘kör’lerin ‘fil’ tarifinde yaptığı gibi, haritayı tam görememek sözkonusu.
Meselâ, ‘hak, hukuk, adalet, insan hakları’ gibi kavramları kullanan ve bu uğurda gayret sarfettiklerini söyleyenlerin, bu tabirlerle ‘din ve İslâm’ı yan yana getirmek istememesi buna bir örnektir. Oysa, dünya şahittir ki, hak, hukuk, adalet, insan hakkı gibi kavramları ‘din-İslâm’dan ayrı düşünmek ya da zıt kavramlar şeklinde anlamak mümkün değildir.
Değildir, ama bu uğurda mücadele ettiğini ifade edenler arasında; dinden, diyanetten haz duymayan kişilerin varlığı da bir gerçektir. Bu çelişki, Türkiye’nin yaşadığı önemli çelişkilerden biridir.
Başörtüsü yasağını sona erdirmek için yapılan çalışmalar sonrasında, ‘Bu düzenleme yetmez, başka konularda da düzenleme yapılsın, başka yasaklar da kalksın’ şeklinde özetlenebilecek bir açıklama yapan ‘bir grup başörtülü’nün mesajı medyadan ilgi gördü.
Yalnız, bu açıklama, başörtüsü yasağının mağdur ettiği kitle açısından bir sürpriz değildir. Çünkü yasağın mağdurları sadece kendilerini mağdur eden yasaklara değil, benzer şekildeki ‘özgürlükleri kısıtlayan diğer yasaklara’ da karşıdırlar ve bunu daha önce de ifade etmişlerdi. Medyanın bu konudaki son açıklamaya ilgi göstermesi elbette önemlidir, ancak bunun sebebi; geçmiş dönemde başka yasaklara karşı çıkılmadığını kabul sebebiyledir. Şunu ifade etmek istiyoruz: Başörtüsü yasağının sona ermesini isteyenler, “Sadece bizim yasağımız kalksın, ama 301 ve benzeri yasaklar devam etsin” demiyor ve geçmişte de dememiş. Eğer medyanın böyle bir ‘kabul’ü varsa, yanlış olan budur.
Bir noktayı daha unutmamak gerekiyor: Her konuda olduğu gibi, bu konuda da insanları ‘yekpare’ düşünmemek lâzım. “Sadece kendisine demokrat” olanlar her zaman ve zeminde olabilir. Önemli olan hangi meylin, hangi kabulün o kitleye ‘renk’ verdiğidir.
Medya, başörtülü öğrenci ve velilerini dinlemiş olsa; daha önce de her türlü yasağa karşı çıkanların varlığından haberdar olabilirdi. Millet ekseriyetinin de tasvip ettiği anlayış, herkes için adalet anlayışıdır. Başka türlü ‘adalet, mülkün temeli’ olabilir mi?
Kişilerin hatasıyla bir ‘kitle’yi değerlendirmenin yanlışına bari bundan sonra düşülmesin. Suçun şahsiliği prensibi gereği, herhangi bir ‘başörtülü’nün hatasını bütün bir camiaya yüklemek insafla bağdaşmaz. Aynı şekilde, ‘sadece kendisi için özgürlük’ isteyen herhangi bir kişinin tavrı da büyük bir camiayı bağlamaz.
‘Karınca’nın hak ve hukukunu gözeten bir anlayışın, ‘eşref-i mahlukat’ olan ‘insan’ın hak ve kukukun gözetmemesi mümkün mü? Sözleriyle değil, ‘fiil’leriyle İslâmı yaşayanların da; hak ve hukuku sadece kendileri için istemesi mümkün değildir.
Bu sebeple medya, samimî mü’minleri itham etmeden önce mutlaka can kulağıyla dinlemeli!
20.02.2008
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|