Okul sıralarında öğrendiğimiz ve seçim meydanlarında liderlerden de işittiğimiz bir tesbit var: “Türkiye, (tarım ürünleri konusunda) kendi kendine yeten ülkelerden biridir.”
Bu ve buna benzer onlarca tesbiti duymuş ya da okumuşuzdur. Peki gerçek böyle midir? Bir dönem için bu tesbitler belki ‘doğru’ idi, ama bugün ve yarın için ‘doğru’ olduğunu söylemek hayli zor. Konu ile ilgili olarak yapılan bir değerlendirmede şöyle denilmiş: “Yıllar yılı Türkiye’nin tarım ürünlerinde dünyanın kendi kendine yeten yedinci ülkesi olduğu söylendi, yazıldı, çizildi. Yeri geldi, tarımın sürekli büyüdüğüne dair bakanlık düzeyinde açıklamalar yapıldı. Oysa dünya tarımına genel bir bakış, durumun böyle olmadığını görmeye yetiyor. ABD ve AB başta olmak üzere gelişmiş ülkeler; Brezilya, Hindistan, Çin, Kenya gibi gelişmekte olan ülkelere karşı tarımda üstünlük kurmanın savaşını veriyor. Gübre, ilâç, tohum gibi temel tarım girdilerinde söz sahibi olmanın dışında, bu ülkelerin şimdiki amacının tarımsal üretimde ve ticarette söz sahibi olmak, tarımda ‘yeni bir dünya düzeni’ oluşturmak olduğu iddia ediliyor. Türkiye’de ise hâlâ düşük verimlilikte üretim yapılıyor.” ([Vestel] Vs dergisi, Sayı: 23)
Toprak Mahsulleri Ofisi tarafından yapılan araştırmalar da, bırakın Türkiye’yi, Türk çiftçisini bile kendine yetmediğini gösteriyor. TMO, buğday eken Türk çiftçisi ile aynı ürünü eken AB çiftçisi arasında altı kat gelir farkı olduğunu araştırmalarla ortaya koyuyor. AB çiftçisi bir ton buğdayı 295 YTL’ye satarken, Türk çiftçisi ürünün tonundan 453 YTL kazanıyor. Ancak Türk çiftçisinin verim kaybı ve arazilerinin küçüklüğü sebebiyle ortalama işletme büyüklüğüne sahip AB’li buğday çiftçisi 34 bin YTL kazanırken, Türkiye ortalamasında bu rakam 5 bin 500 YTL’ye kadar geriliyor.
Tarım konusundaki ‘gerçek fakirliğimiz’in farkında olmadığımız gibi ‘su’ konusunda da gerçekte fakiriz. Buna rağmen bu konuda da ‘zengin’ olduğumuzu zannediyoruz. Akla hemen şu soru gelmiyor mu: Madem ‘su zengini’yiz, başta büyük şehirlerimiz olmak üzere niçin su sıkıntısı çekiyoruz?
Su zengini olmadığımız ortada. Tarımda da su eksikliği çekiliyor. Küresel ısınma ve en başta israf sebebiyle bu durum giderek büyük bir krize dönüşmek üzere. Doğal Hayatı Koruma Vakfı’nın tesbitlerine göre, şu anda bile kişi başına düşen su miktarı bakımından dünya ortalamasının çok altında bulunuyoruz.
Genç nüfusa sahip olmamız da, övündüğümüz bir konu. Ancak ‘işsiz ama gururlu bir gençlik’le övünmek doğru mudur? Ayrıca, nüfus artış hızımız da düşüyor ve uzun dönemde sahip olduğumuz bu avantajı da kaybedebiliriz.
Övündüğümüz konulardan biri de ‘turizm cenneti’ olmamız. İklim, bulunduğumuz coğrafya ve tarihî zenginliğimiz Türkiye’nin en büyük sermayesi olarak yorumlanıyor. Tamam, turizm konusunda avantajlarımız var; ancak ortada dünya gerçekleri de var: Paris’in ünlü Eyfel Kulesi bile İstanbul’un üç katı turist çekiyor. Paris’i tanıtmak için yılda 120 milyon euro harcanırken, İstanbul’u tanıtmak için sadece bir milyon dolar ayrılabiliyor.
Sahip olduğumuz değerlerin kıymetini önce kendimiz bilmeli, sonra da dünyaya tanıtmak için gereğini yapmalıyız. Başka yol görünmüyor.
31.08.2007
E-Posta:
[email protected]
|