İman hizmeti birinci plandadır
—Dünden devam—
6.3. Hz.Ali (ra) siyaseten neden başarılı olamadı?
“Hz. Ali (ra) ve Ehl-i Beyt, siyaset ve saltanattan ziyade, daha çok mühim başka vazifelere lâyık idiler. Siyasette tam muvaffak olsaydı, ‘Şah-ı velâyet’ unvanını bihakkın kazanamazdı. Hâlbuki o siyasî hilâfetin pek çok fevkinde manevî bir saltanatı kazandı ve üstad-ı küll hükmüne geçti ve saltanat-ı mânevîyesi kıyamete kadar baki kaldı.
“Sıffin Savaşı’nda Hz. Ali (ra) ile Hz. Muaviye arasındaki muharebe ‘Hilâfet ile Saltanatın Muharebesi’ idi. Hz. Ali (ra) ‘ahkâm-ı dini’, ‘hakaik-i İslâmiyeyi’ ve ‘ahireti’ esas tutup saltanatın bir kısım kanunlarını ve siyasetin merhametsiz muhteviyatını onlara feda ediyordu. Hz. Muaviye (ra) ise hayat-ı içtimâiye-i İslâmiyeyi, saltanat siyaseti ile takviye etmek için azimeti bırakıp, ruhsatı iltizam ettiler. Siyasette kendilerini mecbur zannedip ruhsatı tercih ettiler, hataya düştüler.
“Hz. Hasan ve Hüseyin’in (ra) Emevilerle mücadelesi ise, din ve milliyet muharebesi idi. Emeviler, devlet-i İslâmiyeyi Arap milleti üzerine istinad ettirip, İslâm bağını milliyet bağından geri bıraktıkları için iki cihetten zarar verdiler.”
Bediüzzaman yukarıdaki ifadelerle dinin dünya saltanatından ziyade uhrevî hayatı ve saadeti amaçladığını ifade etmektedir. Dinin dünyevî saltanat amacı olmadığını, bunun içinde dünyaya ve dünyanın siyasetine ve devlete bakan yönünün ancak yüzde bir olduğunu da bir başka eserinde ifade etmektedir. Zaten dinin yüzde doksanı birer elmas direk gibi zaruriyât dediğimiz, üzerinde içtihat yapılamayacak muhkem kısmıdır. İçtihada ve yoruma müsait olan ise yüzde ondur. Bu yüzde on kısım esas alınarak yüzde doksanı ona göre yorumlanamaz. Belki yüzde doksanı esas alınarak yüzde on kısmı ona göre yoruma tabi tutulur. Yüzde onun ihmali ile de din ihmal edilmiş olmaz.
İslâm hilâfetinin en önemli vazifesi “neşr-i hakaik-ı imaniye”dir. İkinci ve önemli vazifesi ahkâm-ı diniyeyi ve sünnet-i seniyeyi ihyâ etmektir. Bunun için Hz. Ali (ra) hakaik-ı imaniye ve İslâmiyenin muhafazası için dünyaya, saltanata ve siyasete ait en önemli meseleleri imanın ve İslâmiyetin en küçük adabını dahi fedâ etmemiştir. Ruhsatı değil, azimeti, adalet-i izafiyeyi değil, adalet-i mahzayı esas almıştır. Yani Hz. Ali (ra) o harika şecaatini dünya için değil, din, iman ve ahiret için göstermiştir. Dinin en küçük adabını dünya saltanatına feda etmemiştir.
Kendisine siyasî taktik verenlere asla iltifat etmedi. Hatta “valileri görevden almaması ve nüfuzlarından faydalanması” gibi siyasî taktiklere “Dinde müdahene yoktur” diyerek reddetti. Hz. Muaviye (ra) ise siyasî düşündü, Hz. Ali’nin (ra) azlettiği valileri çeşitli vaatlerle yanına çekmeyi başardı. Bundan dolayı da zamanın ve toplumun kendisine teveccühü, saltanatın gücü ile sonunda hilâfeti elde etti. Ama gerçek hilâfet de Hz. Ali (ra) ile sona yaklaştı. Hz. Hasan (ra)’ın altı aylık hilâfeti ile “Hilâfet otuz senedir” hadisine uygun olarak hilâfet-i hakikiye tamamlandı, ondan sonra izâfî olarak hilafet devam etti.
Bediüzzaman, iman hizmetini birinci plana alarak siyasete ikinci, üçüncü, dördüncü hatta beşinci derecede bakmıştır. Gönüllerde ve kalplerde imanın yerleşmesini, siyasetin en büyük hadiselerine tercih etmiş ve “neşr-i hakaik-i imaniyeyi” daima birinci plana almıştır.
Bediüzzaman bu hususu şöyle izah eder: “Hak ve hakikat olan hizmet-i Kur’âniye şimdiki zamanda çoğu yalancılıktan ibaret, bid’a ve dalâlet olan siyasetten beni katiyyen men etti.” Yine “Hayat-ı ebediyeye ciddî çalışmak ve zararsız ve müstakim yol ile Kur’ân’a hizmet etmek elbette dağdağa-i siyasetten çekinmeyi iktiza ettiğinden ehl-i dünyanın hata ve harekâtını hoş görmek değil, belki kalplerimizi bulandırmamak için bakmamalıyız.”
Bununla beraber fiilen siyaset yapmak ayrıdır, oy vermek ve verirken doğru tercih yapmak ve haklı tarafa destek olmak ayrıdır. Bediüzzaman fiilen siyaset yapmamış ancak oy vermiş, haklı tarafı desteklemiş ve doğru tercih yapmış ve bunu talebelerine de mektupları ile izah etmiştir. Bu husus ise ayrı bir makale konusudur. Ancak siz ne kadar doğru hareket ederseniz ediniz, insanların çoğu menfaatleri ve konjonktür gereği hareket ederler ve oy tercihi yaparlar. Bu durumda doğru hareket edenler yalnız kalırlar ve görünüşte başarısız gibi olurlar. Ama asıl başarı her hal ve şartta doğruluktan taviz vermemektir.
Hz. Ali (ra), bunun için siyaseten muvaffak olamadı. Ama “Şah-ı velâyet” unvanını bihakkın kazandı. Hak ve hakikat rehberi oldu.
7. Sahabeler derslerini
doğrudan Kur’ândan almışlardır:
“Sahabelerden, Tabiinden ve Tebe-i Tabiinden en yüksek mertebeli velâyet-i kübra sahibi olan zatlar, nefs-i Kur’ândan bütün letâiflerinin hisselerini aldıklarından ve Kur’ân onlar için hakîki ve kâfi bir mürşit olmuştur.
“Bundan anlaşılmaktadır ki Kur’ân-ı Hakim, hakikatleri ifade ettiği gibi, velâyet-i kübra feyizlerini dahi ehil olanlara ifâza ederler.
“Zahirden hakikate geçmek iki şekildedir:
“Birincisi: Tarikat berzahına girerek seyr-i süluk ile kat-ı merâtip ederek hakikate geçmektir.
“İkincisi: Doğrudan doğruya, tarikat berzahına uğramadan lütf-u İlâhî ile hakikate geçmektir ki, Sahabeye ve Tabiîne has yüksek ve kısa tarîk şudur.”
Aynı şekilde “Hakaık-ı Kur’âniyeden tereşşuh eden nurlar ve o nurlara tercümanlık eden Sözler, o hassaya malik olabilirler ve mâliktirler.”
—Son—
|