Lüzumsuz tartışmalarda boğuluyoruz!
Bilmiyorum başkaları da bu konuda rahatsız mı ama, Türkiye medyasında ne kadar lüzumsuz şeylerin tartışıldığının, manşet yapıldığının, köşe yazılarına konu edildiğinin farkında mıyız acaba?
Şöyle son birkaç gündür tartışılan meseleleri kısaca bir sıralayalım.
- Cumhurbaşkanı adayı Abdullah Gül’ün eşi Hayrunnisa Hanım’ın başörtüsü Sophia Loren tarzı olacakmış...
- Türk Tarih Kurumu (TTK) başkanı çıkıp “Avşar kızı Kürt değil, Türkmen’dir” demiş... Bu da yetmezmiş gibi “Ermeni dönmelerinin listesinin” elinde olduğunu belirtmiş, ama bunu açıklamazmış...
- Hürriyet yazarı Bekir Coşkun Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanlığı’nı tanımıyorum deyince, Başbakan da “Çık vatandaşlıktan” diyerek sert bir tepki göstermiş...
- Vali Koçaklar, İçişleri Bakanı’na şaraplı risotto yemeği ikram ettiği için görevden alındığını iddia ediyormuş...
...mış, miş, muş...
Liste uzar gider, ama çok da uzatmaya gerek yok herhalde...
Şimdi bir bakalım bu meseleler incir çekirdeklerinin ne kadarını dolduruyor!
***
Meselâ Hayrunnisa Hanım’ın başörtüsünün tarzı meselesi..
Birincisi tesettürün İslâm dininde kadının mahremiyetini setretme (örtme) gibi bir amaç taşıdığını biliyoruz. Dolayısıyla başörtüsünde tarz değil, işlev önemli... Örtü (ismi ne olursa olsun) eğer tesettür vazifesini yerine getiriyorsa İslâm’da makbuldür. Ve eğer Hayrunnisa Hanımefendi bunu tesettür kuralına riayet için kullanıyorsa—ki öyle biliyoruz—; dolayısıyla burada tarzının ne olduğundan ziyade işlevine dikkat etmesi yeterli olacaktır. Buna ek olarak pek tabiî ki cumhurbaşkanının hanımı (First Lady) makamına yaraşır bir özen ve şıklığa da sahip olması beklenir—ki şu an giydiğinden farklı birşey olmasına da gerek yok herhalde...
Hasılı kelâm zaten Hayrunnisa Hanım cephesi de şu meşhur modacıyla görüşmediklerini deklare ettikleri ve İngiliz gazetesi The Guardian’ın iddia ettiği gibi “saçının görünmesi” ihtimalinin de olmadığı (en azından temennimiz bu) göz önüne alınırsa biz hâlâ bu meseleyi neden tartışıyoruz sormak lâzım...
***
Gelelim TTK başkanına... Bu bey de her ne kadar sonradan “yanlış anlaşıldım” dese de (ki bu yanlış anlaşıldım bahanesi moda olmaya başladı.. Kim söyledikleri yüzünden tepki görse hemen yanlış anlaşılmış oluyor..) ortaya attığı meselenin lüzumsuzluğu su götürmemektedir.. Neymiş efendim Kürtler Türkmenmiş, Oğuzların şu boyuna dayanıyormuş... Avşar kızı da Avşar aşiretinin soykütüğüne bakınca Türkmen çıkıyormuş... Avşar kızının annesi de çıkıp “Biz öz Kürt’üz” demiş. Ki öyle diyorsa öyledir... Sonra TTK başkanı hem ben bölücü değilim, bütünleştiriciyim demiş üstüne bir de “Elimde dönme Ermenilerin listesi” var diye yapıştırmış.. “Aman yanlış anlamayın bu bir tehdit değil, ben bunları yayınlamam zaten” diye de herkesi rahatlatmış.. Madem yayınlamayacaksın neden ortaya atıyorsun diye sorarlar! Gerçi TTK Başkanı bir tarihçi olması hasebiyle bilimsel bir açıklama yaptığını düşünüyor. Ama bunu çıkıp öyle bir zaman ve zeminde ve öyle magazinel bir üslupla söylüyor ki; ateşin üstüne benzin dökmek gibi... “Herkesin hangi soydan, hangi ırktan geldiğini bilmesi gerekiyormuş” TTK başkanına göre.. Zaten ülkemize de lâzım olan buydu sayın Başkanım. Bilimadamlığı kimliğinize, bilimsel araştırmalarınızın sonuçlarına saygı duyulur. Bu ayrı mesele! Ama kimin hangi etnik kökene ait olduğunun ne önemi var acaba sormak lâzım! Eğer bu kadar önemliyse derhal kurumunuzun öncülüğünde bir Soykütük Araştırma ve Kafatası Ölçme Komisyonu kurulsun, kimin ne olduğunu anlayalım! Bu iş göçmenleri aşağılayan Sarkozy’nin Macar asıllı bir göçmen olduğunun anlaşılmasına dönmesin sonra.. Tarihte bu Türkçülük dâvâsına en çok sahip çıkanların Türk olmaması gibi.. Bence TTK bunu bıraksın da tarihimizin en yakın ancak en az bilinen dönemi olan “yakın tarihimizi” ortaya çıkaracak araştırmalara ağırlık versin. Bunun vatana ve millete daha çok hayır getireceği aşikâr..
***
Bekir Coşkun ile Başbakan Erdoğan arasındaki polemiğe gelince... Hürriyet, olayı çok dramatize ederek sürmanşetine taşıyınca ve birileri Erdoğan’ın “Beğenmiyorsan vatandaşlıktan çıkarsın” sözünün altında yatan mesajın aslında askere de söylendiğini iddia edince, biz de lüzumsuzlar listesine aldık bu tartışmayı mecburen.. Bir bardakta fırtına koparmak ve kriz üreticiliği yapmak bizim gazetecilerimizin en iyi yaptığı şey mâlum... Şu son tartışmada ise Başbakan Erdoğan’ın gereksiz çıkışı olayı körüklemiş görünüyor. Bekir Coşkun zaten muhalifliği mâlum bir yazar.. Ki muhalafet parlamentoda olduğu kadar medyada da vazgeçilmezdir.. Hele ki tekelleşmenin ayyuka çıktığı bu zamanda muhalif sesler daha da bir önem kazanmaktadır. Bu konuda dozu tabii ki; iyi ayarlamak gerek. Yani eleştiri ve muhalifliği anarşik boyutlara getirmediğiniz sürece her zaman konuşmakta haklısınız. Başbakan Erdoğan’ın eleştiriler karşısında tahammülsüzlüğü ve sert çıkışları ise tâ en baştan beri bilinen bir vak’a.. Gazetecilere, karikatüristlere açtığı dâvâların haddi hesabı yok.. Ancak bu sefer daha da kantarın topuzunu kaçırarak Bekir Coşkun’u bir nev’î aforoz etti. Hatta bazı krizseverler tarafından gizlice “askere de beğenmiyorsan git” mesajı verdiği bile iddia edilebildi.. Şimdi iki şey sormak gerekiyor.. Acaba Bekir Coşkun, Gül’ün cumhurbaşkanlığına karşı diye Gül’ün cumhurbaşkanlığına herhangi bir hâlel gelir mi? Sözgelimi biz de Sezer’in tavırlarından memnuniyetsiz olduğumuz zamanlarda “Bu tavırdaki bir insan benim Cumhurbaşkanım olamaz” duygusuna kapılmıyor muyduk? Ama Sezer’in cumhurbaşkanlığı akamete uğradı mı? Hayır! Bilâkis fazladan cumhurbaşkanlığı bile yaptı... O halde böyle bir yazıya Başbakanın çıkıp “Ya sev ya terk et” mantaliteli bir tepki vermesi büsbütün yanlış.. Medyanın bu konuyu ağzına sakız edip ortalığı karıştırmaya çalışması, kriz üretmesi hele bu olayın içine de TSK’yı çekmeye çalışması ise beter bir yanlıştır... Demek ki neymiş bu konunun tartışılması lüzumsuzmuş. Başbakan çıkıp “Gül herkesin Cumhurbaşkanı olacak. Kimse bir yere gitmesin” demeli, olay yatışmalıdır. Sonra Bekir Coşkun yine Gül’ü sevmemeye devam edebilir.. Dikenleri ona battığı sürece sevmemesi de normaldir...
***
Ve şu bizim risotto meselesi... Açık söyleyeyim bu yemeğin adını evvelden duymuştum, ama merak etmediğim için araştırıp içinde ne var diye bakmamıştım bile.. Önüme gelse tanımazdım... Dolayısıyla ben bu lüzumsuz tartışmadan önüme gelen yemeklerin içinde ne olduğunu sorma dersini çıkardım diyebilirim. Çünkü bu yemeğin içinde şarap varmış. Bilmeyenler için kısaca söyleyelim neden risottodan bahsedildiğini... Bizim “çiçeği burnunda geçici” İçişleri Bakanımız Osman Güneş, Muğla Valisi Temel Koçaklar’ın evsahipliğini yaptığı bir dâvete katılıyor ve bu yemekte risotto yiyor. Yemeği çok beğenen Bakan aşçılardan tarifini istiyor ve içinde şarap olduğunu öğrenince sinirleniyor ve Vali Koçaklar’ı da azarlıyor.. Asıl olay ise Koçaklar’ın ani bir kararla merkeze çekilmesinden sonra patlak veriyor. Çünkü Koçaklar etrafına “beni bu risotto yemeği yüzünden merkeze çektiler” diye anlatıyormuş. Olayı ilk Zülfü Livaneli “hukuk skandalı” olarak ortaya attı. Sonradan bir risotto yüzünden adam harcayan Bakan durumuna düşen Osman Güneş topun ağzına oturtuldu medya tarafından..
Şimdi olay neden lüzumsuzca abartıldı söyleyelim.. Bir kere şarabın İslâm dinine inanan bir insan için haram olduğu (doğrudan içmek de yemeğe katmak da aynıdır) istisnasız herkes tarafından bilinir. Vali Koçaklar’ın evsahibi olduğu ve Bakan Güneş’in de katıldığı bir yemekte risotto ikram etmesi en basitinden “düşüncesizliktir”... Çünkü herkes risottoyu bilmeyebilir... Bu açıdan baktığımız zaman Vali haksız gibi görünüyor. Ama eğer sırf bu vak’adan dolayı merkeze çekildiyse tabiî ki; bu bir hukuk skandalıdır (ki bu iddia da tabii olarak Bakan tarafından inkâr ediliyor, çünkü Vali sonradan Danıştay üyesi yapılarak moda tabirle onore edilmiş.. Üstüne üstlük görevden alma değil, mahkeme kararıyla merkeze çekme var... her neyse..) Belki de Vali’nin de bu risotto olayında bir kabahati yoktu. Belki Vali de içinde şarap olduğunu bilmiyordu. Bunlar bizim bilgimiz dışında şeyler.. Ama evsahibinin her zaman misafirin hassasiyetlerine saygı göstermesi ve ikramlarında buna riayet etmesi gerekmez miydi? Ama kabahat kimde bilinmiyor. Bakın diğer bilinmeyenlere:
1. Vali risottoyu bile bile mi ikram etti?
2. Bakan, Vali’yi risotto yüzünden cezalandırmak maksadıyla mı merkeze aldı?
3. Vali merkeze alınmasını bu sebebe bağlayarak ve bunu her yerde anlatarak acaba merkeze alınmasından dolayı suçlu olduğunu düşündüğü Bakan’ı zor duruma düşürmeye mi çalışıyor?
4. Danıştay üyeliğine atanan Vali Koçaklar’ın aslında Bakan tarafından değil Danıştay’ın başka bir dâvâ sebebiyle aldığı bir karardan dolayı (bkz. 22.08.2007 tarihli Yeni Şafak) yani mahkeme kararıyla merkeze alındığı anlaşıldı. O halde Koçaklar neden risotto hikâyesini her yerde anlatıyor ve biz neden bunu tartışmak zorunda kalıyoruz?
Asıl şunu söylemek lâzım ki; bu bizim gazetecilerimizin işgüzarlığı, biraz da Vali Bey’in hikâyeyi uluorta anlatmasından ibaret.. Yani bir dedikodu... Ama Bakanı istifaya çağırmaya kadar gidiyor tartışmalar.. Eh bu da sadece Türkiye’de olur herhalde.. Çünkü bizim gazetecilerimiz dedikoduyu seviyor.. Sonra Bakan Bey de “risotto yiyemediğim için beni Bakanlıktan attılar” diye yaygara koparmasın mı? Olur mu, olur!
***
Şimdi sormak lâzım şu yukarıda tartışılan meselelerden hangisi gerçek mânâda ülke meselesi. Ve yukarıdaki tartışmaların hangisi sonuçlandırılırsa (bu nasıl olacaksa) vatana millete bir faydası olacak... Olmaz değil mi?
Olmaz diyoruz, ama açın bakın gazetelerin sütunlarına, manşetlerine ve televizyonların ana haber bültenleri ve tartışma programlarına bu meselelerle dolup taşmıyor mu?
Olmaz diyorsunuz, ama siz de kendi aranızda bunları konuşmuyor musunuz?
Ne yazık ki öyle!
Şimdi bunları bırakıp da gerçek gündemimize dönelim. Zira kaybolan sadece bizim değil, ülkemizin vaktidir...
[email protected]
|