Yakınlarımızın ve yakınımızda bulunan insanların nezdimizdeki itibarları farklı farklı olabilmektedir. Bazı insanları çok sever, hep onlarla beraber olmayı arzu ederiz. Bazılarına da olabildiğince uzak kalmak isteriz. İnsanlarla olan münasebetlerimizi düzenleyen bir çok sebep bulunmaktadır. Bu sebeplerin oluş nedenleri üzerinde düşünürsek, bazı sebeplerin dünya menşeli olduğunu, bazılarının ise dünyadan ziyade İlâhî rızadan kaynaklandığını anlayacağız.
Gerçekten, eşimizi, evlatlarımızı, babamızı, annemizi, kardeşlerimizi veya birlikte yaşadığımız insanları niçin seviyoruz? Bu yakınlarımızın veya diğer insanların hangi davranışları bizlerin onlara karşı olan sevgimizi arttırmaktadır? Meselâ, bizim ile olan ilgilerinin fazlalığı mı, onların bizlere dünyevî menfaat sağlamaları mı, onların önemli makam ve mevkilerde oluşları mı onları bizim gözümüzde büyütmekte, onlara karşı olan meyillerimizi arttırmaktadır? Yoksa inançlı bir yaşayış bizim için bütün dünyevî değerlerin önünde mi yer almaktadır?
Ne yazık ki, dünya hayatımızın seyrine şöyle sorgulamalı bir tarzda bakarsak, sevgilerimizin, ilgilerimizin çoğunun dünya hayatıyla ilgili olduğunu göreceğiz. Oysa gerçekte böyle olmamalıdır. İster akrabalarımız olsun, isterse başka insanlar olsun, onların bizi cezb eden yönleri, onların bir kul hassasiyetiyle ve samîmîbir şekilde yaşadıkları hayatları olmalıdır.
Bir insan ne kadar Allah’a yakınsa, ne kadar Resûlüllah’ın hayat tarzını kendine rehber edinmişse, onların o hayat tarzları o kadar bizi sevindirmeli, o nisbette de onlara karşı olan yakınlığımız ve sevgimiz artmalıdır. Yani sevgilerimiz Allah için olduğu gibi, buğzlarımız, kızgınlıklarımız da Allah namına olmalıdır. Böyle olduğu takdirde sevme ve buğz etme duygularımız yerli yerinde kullanılmış olacaktır.
Ama bugün çoğu insanın yaşantısının iman çerçeveli ideal bir hayatla uyumlu olduğunu söylemek oldukça zor görünmektedir. Bu konuda kendimizi de teste tâbi tutarsak, olabildiğince dünyevîleşmenin etkisi altında olduğumuzu anlayacağız. Belki farkında değiliz, ama bu yaklaşım tarzı bizim için önemli bir handikap oluşturmaktadır.
İsterseniz kendi oğlumuz veya kızımız için sahip olduğumuz bazı düşüncelerle kendi duygularımızı tartalım. Meselâ, evladımızın namaz kılan sıradan bir insan olması mı bizi daha çok sevindirmekte, yoksa namaz kılmayıp fakat iyi ve itibarlı bir mesleğe sahip olması mı bizi daha fazla sevindirmektedir? Bu sorunun cevabını vicdanımızdan öğrenebiliriz. Eğer dünyevî makam ve mevkilerin bizi daha fazla sevindirdiğini, bu durumda olan yakınlarımızın göğsümüzü kabarttığını görürsek, böyle bir yaklaşımın kâmil bir insan portresi ile bir araya gelemeyeceğini bilmeliyiz.
Bizler biliyoruz ki, namaz kılmak bir Müslüman için, olmazsa olmaz bir ibadettir. Yine biliyoruz ki, namaz konusunda hassas olan ve diğer dinî vecibelerini de ihmal etmeyen insanların Allah’ın nezdinde, namaz kılmayan ama dünyanın en itibarlı makamlarında olan insanlardan çok daha değerli bir mevkileri bulunmaktadır...
Allah, elbette ki, emirlerini yerine getiren, nehiylerinden kaçınan insanları daha fazla sevecektir. O zaman bizler de Rabbimizin sevdiği insanları sevmek mecburiyetindeyiz. Bu böyle değilse, demek ki büyük bir yanlış içinde bulunmaktayız. Demek nefsimiz ve şeytan bizim duygularımızı yanlış yönlere çekmektedirler.
Eğer Allah’ın rızası dairesinde bir sevgi halesi oluşturmak istiyorsak, yakınlarımızın öncelikle samîmî birer Müslüman olmaları bizi her şeyden daha fazla sevindirmeli. Ayrıca yavrularımızın her şeyden önce kulluk vazifelerini tam yapmaları bizi her şeyden çok ilgilendirmelidir. Dünyanın cazibeli makam ve mevkileri için inanan insanların evlâtlarını fedâ etmesinin akıl ve iz’anla bağdaşır bir tarafı bulunmamaktadır şüphesiz.
Yavrularımızın ve yakınlarımızın dünyevî geleceklerini birinci plana alıp, uhrevî ihtiyaçlarını geri planlara atarsak, altından kalkılması zor neticelerin bizi beklediğini de unutmamamız gerekir. Yüce dinimiz bizden samîmî bir inanç beklemektedir.
09.04.2007
E-Posta:
[email protected]
|