Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 08 Nisan 2007
Mehmet Fırıncı ve Mehmet Kutlular ; Mehmet Emin Birinci'yi anlattı...indirmek ve dinlemek için tıklayınız

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

İslam YAŞAR

Birinci Ağabeyi uğurlarken



Hayat tablosu.

Malzemesi zaman ve insan olan bir tablodur hayat...

Renkleri, şekilleri, desenleri, çizgileri, kenar süsleri, çerçeveleri, askı halkaları, bağlantı ipleri gibi bütün aksamıyla insan olan ve zaman tuvaline nefes nefes yaşanarak çizilen canlı bir tablo.

Hepimiz her zaman, her halimizle bu tablonun içindeyiz.

Asgarî müştereklerimiz çizgiler, farklarımız ve farklılıklarımızsa renklerdir. Husûsi dünyamızın yanında aile, cemaat, cemiyet ve millet hayatına varıncaya kadar yaşadığımızı hissettiğimiz yerde, resmin teressüm etmesi için bu renklere ve çizgilere ihtiyaç vardır.

Bilhassa, içtimaî hayatta yaşanan müşterekler ve farklar arasındaki tenasüp bu tabloya, seyrine doyum olamayan ebedî câzibeler kazandırırken; unsurların insicamının bozulması o murassa resmi, acemice yapılmış kötü bir kopya haline getirmeye yeter.

Eskiden herkesin; fertten millete, dernekten devlete kadar her teşekkül, cemaat, çevre ve camianın, o tabloda kendince bir yeri vardı. Herkes bu sayede birbirini tanır, görür, bilinen husûsiyetler muvacehesinde muâmele eder ve bir yandan kimliğini korurken diğer yandan bütün içindeki yerini alıp manzarayı tamamlardı.

O zamanlar hatlar muayyen; şekiller belirgin, renkler netti. Siyahta ciddiyet, lacivertte resmiyet, beyazda nezâfet, yeşilde zarâfet, mavi de huzur, nurda sürur vardı. Mor bu tabloya heyecan verirken sarı sükûnet katar, kırmızı hamaset hissi, pembe ise hayal derinliği kazandırırdı.

Ne siyahta nifak griliği vardı, ne de beyazda cehalet kirliliği. Lacivert rüşveti suiistimali, kırmızı kini kanı hatırlatmazdı. Her rengin her tonu bulunsa da, hiçbiri diğerlerini kapatarak tuvale tek başına hakim olmaya çalışmaz, aksine onlara kucak açar, yer verir ve manzarayı renklendirerek görüntüyü âhenkli hale getirirdi.

Zaten öyle olduğu için, içtimâî hayat tablosunda eskiden hep alâim-i semâ halleri tenevvür eder, semavî renkler canlanır, uhrevî hatlar belirlenir, melekûtî manzaralar şekillenirdi.

Ne var ki zamanla, hayatın engin ufuklarını feleğin gün ortası karanlığını andıran kahredici kasaveti sarınca renkler karıştı, şekiller değişti. Bu ahvâl içinde yaşanan yılların ardından sisler çözülüp kasvet dağıldığında renklerin solduğu, şekillerin silik birer siluet halini aldığı ve tablonun canlılığını kaybedip gölgelendiği görüldü.

Hilair’in İstanbul gravürlerini andıran bu siyah beyaz hayat tabloları, bazı heveskârlar tarafından alel-acele boyanmaya kalkılınca kırmızı, yeşil ve sarı renkler manzaraya hakim olma hevesiyle boy göstermeye başladılar.

Sadece hissedilmekle kalınmayan, bazı husûsi toplantılarda açıkça dile getirilen bu irtibat, bir sohbet sırasında tekrar söz konusu edilince, yapılan değerlendirmeleri biraz mübalâğalı bulsa da ifade etmeyen Mehmed Emin Birinci, o gün bu hâlet-i rûhiye içinde çıkmıştı Nurtaşı’ndan.

Maksadı, son zamanlarda yaşanan dahili sıkıntılar sebebiyle bir süredir yapamadığı esnaf ziyaretlerine yeniden başlamak ve cemaatin, ahâli ile zayıflayan irtibatını biraz kuvvetlendirmekti. Dönüşte de terastaki çiçeklere biraz toprak almak geçiyordu aklından.

Oradan ayrıldıktan sonra, kafasındaki karışıklıkları ayıklamaya çalışarak bir süre yürüdü. Önceleri Karagümrük tarafına gidip bazı tanıdıkları ziyaret etmeye niyetlenmişken; caddeye çıkınca Çarşamba’daki cemaat mensupları aklına geldi ise de onların yanına da gitmedi.

Caddede yeşil ışığın yanmasını beklerken kafasını kaldırıp etrafa bakındı. O sırada gözüne Fatih Camii’nin minareleri ilişince ikindi güneşinin solgun ışıklarıyla parlayan âlemlerin ışıltısını bir dâvet saydı ve caddeyi geçip oraya doğru döndü.

İstanbul’da, belki de en çok gelip geçtiği yerlerden biriydi burası. Yeni tanışacakları veya görüşecekleri kişilerle genellikle caminin avlusunda buluşurlardı. Vefat eden Nur Talebelerinin çoğunun cenazesi de oradan kalktığı için her vesile ile gelirdi.

Buna rağmen semtin seyrine doyamaz ve orada gezmekten ayrı bir haz alırdı. Gezmekten ziyade berzah âlemlerine dalmak istediğinde oradaki kabirleri ziyaret edip mezar taşlarındaki hayat ve san’at maceralarına bakarak vakit geçirirdi.

Yine öyle husûsi bir ziyaret yapma hevesiyle etrafına bakındı. Çınarların serin gölgelerinde durup, servilerin sülün endamlı sallanışlarını seyretti ve hâlâ yüzlerinde ustaların çekiç izlerini taşıyan taşlara nazar ederek yürüdü.

Bahçe kapısından girdiğinde ilk dikkatini çeken şey, şadırvanın önündeki çınar ağacı olmuştu ama oraya gitmedi. Musalla taşlarının yanından geçti, hazirenin bulunduğu tarafa dönüp Fatih’in türbesini ziyaret etti.

Pek âdeti olmadığı halde bu sefer türbenin içine girdi âyet, hadis, beyit hatları ve san’at tezyinatını hayranlıkla seyretti. Abdulhak Hamid’in, Fatih’in Türbesi’ni ziyaret vesilesiyle yazdığı ve İran Şahı’nın Türkiye’yi ziyareti sırasında, Mustafa Kemal’in, bir şiirini okumasını istemesi üzerine, onu kızdırmak pahasına, ‘İran Şahı bir Türk hükümdarının ihtişamına şahit olsun’ diyerek okuduğu uzun manzumesine şöyle bir göz attı.

Kendisini Allah’ın Sâni ismine yakın hisseden san’atkâr mizaçlı insanların dünya ile âhiretin geçiş noktası sayılan kabirlerin içlerindeki mânevî güzelliklere dikkat çekmek istercesine mezar taşlarını da, türbeleri de aynı hassasiyetle tezyin etmeleri karşısında o kabirlerde yatanlarla birlikte bu eserleri yapanlara da rahmet diledi.

Bir ölü menzilinden ziyade diri mekânı olduğunu nazara vermek kastıyla tezyin edilen türbeyi dolduran bu san’at inceliğini ve mânâ mükemmelliğini, Fatih’e duyulan bir vefa örneği olarak değerlendirince her şey gözünde daha da büyüdü. Bu nazarla bir daha baktı, veda fâtihası okudu ve ayrıldı.

Türbede iken karar vermişti çıkınca ne yapacağına. Onun için hemen bahçeye döndü, manzaraya hakim olan koca çınara nazarını bağladı. Uzun süre seyrettikten sonra bir makam ziyareti adabı içinde yaklaştı ve tam orada durdu.

Kendisini o anda, yıllar önce Fatih Camii’nin bahçesinde duâ eden Bediüzzaman’a bakan çocuğun safiyeti içinde hissedince heyecanlandı. O büyük âlimin, küçük bir çocuğa sevgi ve şefkatle nazar edişini resmeden o manzarayı zihninde bir daha canlandırarak hafızasına iyice nakşetmeye çalıştı.

Zira, birbirine müteveccih iki dünya vardı o anda orada. Biri üç devir gören ve ilmi, irfanı, belâgatı ve koskoca külliyatıyla devirlere hitap eden Bediüzzaman’ın tecrübe ve mücadele dünyası; diğeri de yeni devirler yaşamaya muntazır çocuğun ümit dolu dünyası.

Bir bakıma mâzi ile âtî, dede ile torun veya ecdat ile evlât...

O bir anlık bakışma sırasında âdetâ zaman durmuştu. Çocuk onda geçmişi, o da çocukta geleceği seyrediyor gibiydi. Çocuğun merak, ümit ve heyecan dolu dünyası, Said Nursî’nin tecrübe ve tefsirleri ile tenevvür ediyordu sanki.

Birinci, bu iki âlem arasında kendisine yer bulmaya çalışırken, yanına yaklaşan adam his ve hayal dünyasını hareketlendirdi. İlk anda kendisi ile ilgili olmadığını düşündüğü bu yakınlığa pek itibar etmek istemediyse de, adam belli bir mesafeye geldikten sonra durup dikkatle kendine bakmaya başlayınca, dalmaya hazırlandığı hatıra âleminden zoraki de olsa çıkıp ona doğru döndü.

Orta yaşı çoktan geçmiş, kendi akranı sayılabilecek bir kişiydi karşısındaki. Tanıdığı bir yüz değildi. Sîmasında imanî bir seciye bulunsa da, daha önce karşılaştıklarını gösteren bir âşinâlık yoktu. Hal ve hareketleri, Nur Talebesi olduğu kanaati de uyandırmıyordu.

O, hayatının tezyinatı haline gelmiş bazı hatıraların ulvî hazzını yaşamaya hazırlandığı yerde yaşadığı bu yabancı yakınlığına bir anlam vermeye çalışırken, adam bir iki adım daha yaklaştı ve heyecanla elini uzattı.

“Merhaba Ağabey.”

“Merhaba.”

“Nasılsınız?”

“Allah’a şükür iyiyim.”

“Sizi çoktandır göremediğim için merak etmeye başlamıştım. Burada karşılaşınca sevindim.”

“Sizinle tanışıyor muyuz?”

“Siz beni tanımazsınız ama ben sizi tanıyorum.”

“Nereden tanıyorsunuz?”

“Ben az ilerideki caddede esnafım. Kazancım hayatıma, bilgim mâneviyatıma zar zor yetecek seviyededir.”

“İyi ya işte, kimseye muhtaç değilsin.”

“Madde cihetiyle öyle olsa da, mânevî bakımdan pek değil. İmanım kavî, ibadetim tamsa da, her zaman ümit ve teselli telkinlerine ihtiyaç duyarım.”

“Bunun benimle ne alâkası var?”

“Her ne kadar adınızı bilmiyorsam da, sıfatınızı tahmin ediyorum.”

“Ne sıfatı?”

“Siz bir Nur Talebesisiniz değil mi?”

“Evet.”

“Biz, cemiyetin sıkıntılı zamanlarında çevremize bakarız. Sizin gibi hizmet ehli kişileri görürsek her şeyin normal olduğunu düşünür teselli buluruz. Göremezsek bir tersliğin olduğu zannı ile endişe ederiz. Onun için bugün burada sizi müsterih bir hâlet-i ruhiye içinde görünce rahatladım.”

“Hayret!..”

“Neden hayret ettiniz?”

“Senin bu hâlin bana Bediüzzaman’ın bir sözünü hatırlattı da.”

“Ne diyor Hazret?”

“Talebelerine hitaben, ‘Sizin tesanüdünüze benim ziyade ehemmiyet verdiğimin sebebi yalnız bize ve Risâle-i Nur’a menfaati için değil, belki tahkikî imanın dairesinde olmayan ve nokta-i istinada ve sarsılmayan bir cemaatin kat’î bulundukları bir hakikate dayanmaya pek muhtaç bulunan avam ehl-i iman için dalâlet cereyanlarına karşı yılmaz, çekilmez, bozulmaz, aldatmaz bir merci, bir mürşit, bir hüccet olmak cihetiyle sizin kuvvetli tesanüdünüzü gören kanaat eder ki, ‘Bir hakikat var; hiçbir şeye feda edilmez, ehl-i dalâlete başını eğmez, mağlup olmaz’ diye kuvve-i mâneviyesi ve imanı kuvvet bulur, ehl-i dünyaya ve sefahate iltihaktan kurtulur’ diyor.”

“Efendi Hazretlerinin her sözü gibi bu ifadeleri de hakikatin ta kendisi.”

“Fakat ben şimdiye kadar bize bu gözle bakıldığını hiç fark etmemiştim. Bundan sonra sizleri de nazara alarak hareket etmemiz gerekecek.”

“Fark etmemeniz normaldir.”

“Neden?”

“Aynaların işi görmek değil, göstermektir.”

“Ne aynası?”

“Biz, sizin gibi mâneviyât ehli insanlara cemiyetin aynası gözü ile bakarız. Günün her hangi bir saatinde sizi bir yerde gördüğümüzde, yürüyüşünüzden giyim kuşamınıza, yüz ifadelerinizden söz ve tavırlarınıza varıncaya kadar her hâlinize dikkat eder, kendimizi size göre ayarlamaya çalışırız.”

“Sizin bu tavrınız bize çok büyük bir mesuliyet yüklemektedir.”

“Fakat bu hâlin mesuliyeti nispetinde mazhariyeti de var.”

“Neymiş mazhariyeti?”

“Herkesin bakıp örnek aldığı bir ayna olmak, onların duâlarından hissedar olmak da demektir. Biz kalbî inşirahımızı şeyhimizden alırken, içtimaî tavrımızı size göre ayarlıyor ve o mürşidimiz kadar siz muallimlerimize de duâ ediyoruz.”

(Aynanın Arka Yüzü romanından)

08.04.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri


Önceki Yazıları

  (01.04.2007) - Gül ile bülbülün hikâyesi

  (23.03.2007) - Mevlânâ ve Bediüzzaman

  (18.03.2007) - MUHABBET FEDAİLERİ

  (11.03.2007) - ‘İstanbul benim canım’

  (04.03.2007) - Mehmed Feyzi Efendi

  (25.02.2007) - ‘Türkiye’nin Medine-i Münevveresi’

  (18.02.2007) - Bir kış seyahati

  (11.02.2007) - Hüsn-ü zan mümkün oldukça...

  (04.02.2007) - ‘Mühim bir Âlim’i anarken

  (28.01.2007) - ‘Olmak, ya da olmamak’

 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004