Yââ Vedûûûd !..
Bir şevk, vecd ve yalvarış nidasıdır bu hitap.
Allah’a, kendi isminin terennümüyle yapılan sevgi ve muhabbet nidası.
Esma-i Hüsna içinde yer alan Vedûd ismi, mahlûkatını seven, mevcudatı isimlerinin cilveleriyle süsleyen, zîşuurları da sevgisine, muhabbetine mazhar eden Mahbub mânâsına gelir.
“Ey Habibim, sen olmasaydın âlemleri yaratmazdım” mealindeki kudsî hadiste en güzel ifadesini bulan hitab-ı ezelînin tecellisi ile başlamıştır o İlâhî sevgi ve muhabbetin tezahürleri.
“Muhabbet; şu kâinatın bir sebeb-i vücudu, hem şu kâinatın rabıtası, hem şu kâinatın nuru, hem hayatı” olduğundan mevcudât, hilkatinin sebebi olan muhabbete ‘Yâ Vedûd’ izharı olan hâllerle mukabele eder.
Esmâ-i Hüsnanın tecelligâhı olan varlıkların taşıdıkları ses, şekil, renk ve âhenk gibi fıtrî hâller, zaten içinde bulundukları sevgi ve muhabbetin tezahürü olduğundan fiilî birer ‘Yâ Vedûd’ nidasıdır.
Bediüzzaman Said Nursî’nin “İnsan kâinatın en câmi’ bir meyvesi olduğu için, kâinatı istilâ edecek bir muhabbet, o meyvenin çekirdeği olan kalbine derç edilmiştir” şeklinde de ifade ettiği gibi o muhabbetin yegâne küllî muhatabı olan insansa, şükür nidalarını hem hâliyle yaşar, hem diliyle söyler.
Bu itibarla, muhabbetin neticesi ve sevginin sesidir bu nida.
Yâ Vedûûûd!...
***
Sevgi...
Beş harften müteşekkil, iki hecelik küçük bir kelime.
Şekli küçük, yazılışı basit, telâffuzu kolay ama muhteva itibariyle kâinatı içine alacak kadar geniş, mânâ cihetiyle hilkatin bütün esrarını dercedecek derecede derin.
Tıpkı kelimesi gibi sevme hissi de basit bir temayülle başlar insanın dünyasında. Bir görüş, dokunuş, duyuş, düşünüş veya bir başka tecessüs, sevme hassasını hemen harekete geçirir.
“Muhabbetin, sevginin kendisi gibi sebebi de nur” olduğundan bu his başladığı hâliyle kalmaz. Nur gibi hızla intişar eder, yaşandıkça renklenir, gelişir, derinleşir ve ebedîleşir.
Kolayca yazılıp söylenebilen bu küçük kelime değil fert, beşeriyetin müşterek aklının bile ihata edemediği ve edemeyeceği kadar mükemmel mânâlar âleminin anahtarı olduğundan hayatın her safhasında yer alır.
Onun için kendilerini, hayatı güzel bir şekilde anlatmakla mükellef bilen âlimler, şairler, yazarlar, edipler, mütefekkirler ve sair kelâm ehli insanlar o kelimenin muhayyilelerinde husûle getirdiği tahassüsleri eserlerinde anlata anlata bitirememişlerdi.
Vedûd ismine mazhar olduğunu hisseden bazı âşıklar ve velîler de “Cennette Allah’ın cemalini bir an görmek, bütün Cennet lezzetlerinden üstündür” hadisinin sırrını hissettiklerinden, Allah’ın bir tek muhabbet pırıltısının kendilerine ebedîyen yeteceğini söyleyerek Cenneti bile istememişlerdi.
Mevcudât gibi beşeriyet de Esma-i Hüsnanın tecellileri nisbetinde gelişip kemale erdiği için Vedûd isminin cilvelerine mazhar olan o insanlar sayesinde sevgi ve muhabbet de inkişaf ederek âdeta nuranî bir deniz hâlini almıştı.
Tarih boyunca pek çok fert, aile, cemiyet ve millet; o muhabbet deryasında yıkanarak temizlenmiş, durulanmış, sakinleşmiş ve dünyada mâverâ âlemlerinin huzurunu, sükûnunu yaşamıştı.
“Nurdan mahlûklar oldukları için gıdaları da nur olan melekler, insanların zikir ve tesbih ve hamd ve ibadet ve marifet ve muhabbetlerinin envarıyla tegaddi ve telezzüz etmek” için yeryüzüne akın eden melekler, bir bakıma beşeriyeti de melekleştirmişlerdi.
Gökyüzü zaten meleklerin ve ruhanî varlıkların meskeniydi. Yeryüzünün tamamında olmasa bile ekser yerlerinde de bu vesile ile melekler ve melekleşen insanlar yaşadığı için dünya mükemmel Cennet meyvelerinin yetiştiği âsûde bir menzil hâline gelmişti.
Bu mümbit zemin ve uhrevî kemalât iklimi asırlar boyu devam etmişti.
Ne var ki zaman geçtikçe telâkkiler değişti, anlayışlar başkalaştı, dillerde ve hâllerde ‘Yâ Vedûd’ zikri azaldı; zihinler zahire kaydı, nazarlar maddeye meyletmeye başladı.
İnsan fıtraten güzelliğe müştak ve sevmeye müheyya olduğundan ruh hakikî mahbubunu kaybedince nefis kendine mecazî hûblar buldu. İnsan da “Zahirî mün’imleri medih ve muhabbet edip Mün’im-i Hakikî’yi unuttu.”
O zaman sevgi değerini yitirdi, muhabbet gayrimeşrû mecralara kaydı. Gönüllerdeki sevgi denizinin suyu çekildi, ruhlarda dalgalanan muhabbet deryası sığlaştı.
Her yeni hâl, kendine münasip insanı da beraberinde getirdiği için muhabbet deryasının derinlerine daldıkça derinleşip derinleştiren kâmil insanlar azalırken kıyılarında gezinen heveskârlar arttı.
“Gayrimeşrû muhabbetin neticesi merhametsiz bir musibet” olduğundan yalnız tercihini nefsinden yana kullanan fertler değil, onların meydana getirdiği cemiyet, millet, devlet ve beşeriyet de şiddetli musibetlere müstahak oldu.
Maddî, mânevî nice kayıplar verdikten sonra sevgi ve muhabbet gibi ebedî değerlerin fani maddelere inhisar edilemeyeceğini anlayan insanlar onun boşluğunu ‘insanlık sevgisi’ gibi muğlak ifadelerle doldurmaya çalıştılarsa da başarılı olamadılar.
Neticede çareyi yine bir şairin diliyle Allah’a iltica etmekte buldular:
“‘İnsanları sev’ demiş ne mürşitler var!
Kâr eylememiş ne dense. Ah insanlar,
Dünyayı getirmişiz, yaşanmaz hâle!
Tanrım, bizi bizden yine Sen gel kurtar!”
***
İnsanı, insandan kurtarmak...
Bunu bir fedaî yapabilirdi ancak.
Husûmete vakti olmayan bir muhabbet fedaîsi. Yani Bediüzzaman Said Nursî.
Muhabbeti hakikî mânâsıyla yaşayıp yaşatan mükemmel bir insandı o. ‘Felâket ve helâket asrının adamı’ olması hasebiyle beşeriyetin muhabbete ne kadar çok muhtaç olduğunun da farkındaydı.
Ne var ki insanların ekseriyeti sevme hasletini fani varlıklara hasrederek bir nev’î felâket hâline getirdiği, hatta adavete bile muhabbet ettiği için ferdî gayretlerin fazla müessir olamayacağını biliyor ve insanlara insanlığın mahiyetini anlatarak muhabbeti ihya edecek fedailer yetiştirmek istiyordu.
Aslında onun için fedai yetiştirmek pek zor değildi. Hayatının Eski Said safhasında talebelerine fedâkarlık ruhunu aşılamış, onların pek çoğu da canından aziz bildiği değerleri yaşatmak için hiç tereddüt etmeden canını vermişti.
Lâkin felâket ve helâket asrında muhabbet fedaisi olmak zordu. Çünkü muhabbeti ihya etmek için can vermekten ziyade hayat feda etmek ve herhangi bir fedainin feragât anında çektiği acıyı hayatı boyunca her an yaşamayı göze almak gerekiyordu.
Bunu yapmanın yolu da insanın, insanı sevmesinden, insanî değerlerin yaşaması gerektiğine inanmasından ve insanlığın hakikî mahiyetini bilip yaşayarak anlatmasından geçiyordu.
Onun için Bediüzzaman, “Ey insan! Sen, nebatî cismaniyetin cihetiyle ve hayvanî nefsin itibarıyla, sağir bir cüz, hakir bir cüz’î, fakir bir mahlûk, zayıf bir hayvansın ki, bütün dehşetli mevcudat-ı seyyalenin dalgaları içinde çalkanıp gidiyorsun. Fakat, muhabbet-i İlâhiyenin ziyasını tazammun eden imanın nuruyla münevver olan İslâmiyetin terbiyesiyle tekemmül edip, insaniyet cihetinde, abdiyetin içinde bir sultansın ve cüz’iyetin içinde bir küllîsin, küçüklüğün içinde bir âlemsin” diyerek bizzat insana hitap etti.
Bu gibi ifadelerle insana, insanın hakikî mahiyetini anlattı ve insan, iman, muhabbet, İslâmiyet kelimelerinin mânâlarını mezcederek zihinlerde muhabbet-i İlâhiyeye zemin izhar etti.
İradesini kullanan her insana İman-ı Billâh mertebelerini kazandırıp Marifetullah manzaralarını temâşâ ve tefekkür ettirerek Muhabbetullah makamına ulaştıracak mümbit bir zemindi bu.
Böylece muhabbet nuru sayesinde hayatı saran dünyevî mülâhazaların, hissî gailelerin, malayanî meşguliyetlerin sisi dağıldı ve insanı rü’yet-i Cemalullaha kadar ulaştıracak olan Saadet-i Dareyn yolu açıldı.
Fakat bu yol maddî, mânevî pek çok zorluklarla, acılarla, ıztıraplarla, kederlerle, sıkıntılarla doluydu. İnsanların bu zahirî engellere takılıp kalmamaları için muhabbet fedailerinin, onları aşmanın yollarını yaşayarak göstermeleri gerekiyordu.
Onu da bizzat Bediüzzaman yaptı. “Seksen küsûr senelik bütün hayatımda dünya zevki namına bir şey bilmiyorum. Bütün ömrüm harp meydanlarında, esaret zindanlarında yahut memleket hapishanelerinde geçti. Çekmediğim cefa, görmediğim eza kalmadı” şeklinde de ifade ettiği bütün ömrü bu uğurda acı çekmekle geçti.
Buna rağmen yaptıklarından bir an bile pişmanlık duymadı. Ona reva görülen dehşetli zulümlere, ezalara, cefalara katlanırken feryad u figan etmedi, aman dilemedi, yardım istemedi.
Taşıdığı muhabbet hasleti onun adavetini şefkate dönüştürdüğü için kendisine zulmedenleri bile sevgi halkasının dışında bırakmadı ve -imanlarını kurtarmak kaydıyla- hepsine hakkını helâl etti.
“Ben cemiyetin imanını kurtarmak yolunda dünyamı da feda ettim, ahiretimi de. Gözümde ne cennet sevdası var, ne cehennem korkusu. Cemiyetin imanı namına bir Said değil, bin Said feda olsun. Kur’ân’ımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa Cenneti de istemem. Orası da bana zindan olur. Milletimizin imanını selâmette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmaya razıyım. Çünkü vücudum yanarken gönlüm gül gülistan olur” sözleri ile de ifade ettiği gibi bütün bunları, Allah’ın Vedûd ismine mazhar olmanın hâlet-i ruhiyesi içinde ve yalnız Allah rızası için yaptı.
Talebeleri her hususta olduğu gibi bu meselede de onu örnek aldılar ve yapılan bütün tertiplere, tacizlere, takiplere, tahkirlere tevekkülle mukabele ettiler. Suçsuz yere hapishanelere atıldıklarında ‘Sizi hapisten mi kurtarayım yoksa dâvânızı mı müdafaa edeyim?” diyen avukatlarına; “Biz gerekirse on sene burada kalmaya razıyız, siz bizim dâvâmızı müdafaa edin” dediler.
Onlar için iman, Kur’ân dâvâsı candan aziz, hayattan değerliydi. Bu uğurda kendilerine reva görülen kötü muamelelere muhabbetle mukabele ederek muhabbet fedaisi olmanın icaplarını bihakkın yerine getirdiler.
Zîra “Muhabbete en lâyık şey, muhabbettir.”
***
Risâle-i Nur külliyatı...
Muhabbetin menbaı olan bu külliyat işte o muhabbetin neticesi, nurları neşreden muhabbet fedaileri de o kitapların meyvesi.
Anadolu’nun sevgi ve muhabbet bağlarında yetişen bu müstesna meyveler yalnız kalpleri aydınlatıp gönülleri nurlandırmakla kalmadılar, millete huzur verirken memleketi de bir nur menzili hâline getirdiler.
Şimdi yeryüzü bahçesinde hızla intişar ederken gittikleri yerlere çekirdekleri mesabesindeki kalplerinde taşıdıkları insan, İslâm, iman, sevgi ve muhabbet muhtevalı nuranî hayat usarelerini de götürüyorlar.
Din, dil, ırk ve renk tefrik etmeden bütün beşeriyete muhabbet besleyip sevgi dili ile seslenirken dünyevî veya uhrevî bir şey beklemiyorlar. Sadece Allah’ın rızasını kazanmak istiyorlar.
Yani, lisân-ı hâlleriyle ‘Yâ Vedûd’ diye nida ediyorlar.
Tıpkı asırlar önce Yunus’un dediği ve yaptığı gibi.
“Gelün tanışuk idelüm, işin kolayın tutalum
Sevelüm, sevilelüm; dünya kimseye kalmaz”
18.03.2007
E-Posta:
[email protected]
|