|
|
Abdurrahman ŞEN |
Mısralara sığınmak istiyorum |
|
Mısralara sığınmak
istiyorum
Her cumhurbaşkanlığı seçimi öncesi gerilimli olmuş 82 yıl boyunca… Hele son 3 seçim öncesinde yaşananlar, karbon kâğıdıyla kopyalanmış gibi… Ama aynı sözleri söylemeyi, aynı tavırları sergilemeyi “siyaset” sananlar var önümüzde… Onları oyun/cak/larıyla baş başa bırakalım… Nasıl olsa siyaset ırmağı aka aka yatağını buluyor… Sonunda değişen bir şey de pek olmuyor!
Sapla samanın el birliğiyle birbirine karıştırıldığı şu günlerde, elmalarla armutları toplayarak ülkenin geleceği üzerine ahkâm kesenlere inat, biraz gönlümü/zü yıkamak istiyorum izninizle…
Sun’î gerilimlere ve inatlara inat, tasavvuf deryamızdan birkaç mısrayı hatırlayıp hatırlatmayı, nasibimizce nasiplenmeyi tercih ettim. Olabildiğince farklı isimden seçmeye çalıştım mısraları…
Koca Türkmen eri Yunus’umuz “Bana Seni gerek, Seni” diyordu ya… Bakın 1400’lü yılların ortalarında yaşamış Yunus yolcularından Eşrefoğlu Rûmî neler diyor:
“Ben dost havasına düştüm özge hevâ neme gerek/Başımda dost sevdâsı var dahı sevdâ neme gerek,
Ey zâhid-i dünya-perest var zühdünü arz eyleme/Ben âşık-ı şûrîdeyem zerk u riyâ neme gerek
Ben dost yolunda varımı oynayıban utulmuşam/Çün gitti cümle varlığım havf u recâ neme gerek
Ben lâubali giderem iki cihanı n’iderem/Meylim yok sekiz uçmağa pes mâsivâ neme gerek
Ben uykuma fikretmezem düş görüp ta’bir etmezem/Ben gelmezem, ben gitmezem zühd-ü takvâ neme gerek
Ben dost ile peymânımı Elest’ten ön berkitmişem/Ben dostu ıyan görmüşem hayâl ruya neme gerek
Gerçi surette insanam ben sultan-ı ins-ü cânam/ Ben fârığ-ı dû cihanam işbu gavga neme gerek
Ben Eşrefoğlu Rûmî’yem ben bâkiyem ben kadîmem/ Ben ol murg-ı lâhûtîyem arz u semâ neme gerek”
Elbette, tasavvuf denizinde yol alanların kimi sözlerinin söylendiği gibi anlaşılmaması gerek…
Okunduğu gibi sanılmaması gerek… Üzerinde düşünmek, asıl söylenileni anlamaya çalışmak gerek…
Tıpkı; Seyfi, Seyyid Seyfi, Seyfullah, Seyyid Nizamoğlu ve Nizamoğlu mahlaslarıyla şiirler söyleyen tasavvuf erenimizin, Seyyid Seyfullah mahlasıyla1500’lü yıllardan günümüze, kendi yolculuğunu anlatışında olduğu gibi:
“Ben ezelden dost yüzünü/ Gördüm de geldim bu ile/ Âdem’le cennet zevklerin/ Sürdüm de geldim bu ile
Münâfıklar gelmez yola/ Kâfirlere mihnet gele/ Nuh kavmini cümle sele/ Verdim de geldim bu ile
Kalmazam can ile başa/ Dosttan dönmek yoktur hâşâ/ İbrahim ile ateşe/ Girdim de geldim bu ile
Mûsâ ile çıktım Tûr’a/ Gözlerim Hak yüzün göre/ Tecellî olunan nûra/ Erdim de geldim bu ile
Âşık olan vere ser’in/ Göre yarın Hak dîdârın/ Dâvud’la Câlut askerin/ Kırdım da geldim bu ile
Meşhur olmuştur illerde/ Söylenen cümle dillerde/ Süleyman tahtın yellerde/ Kurdum da geldim bu ile
Eyyûb ile düştüm derde/ Nice yıllar âh-u zarda/ Hep gövdemin etin kurda/ Verdim de geldim bu ile
Zekeriyya’yla ağaca/ Girdim gizlendim ey hoca/Destere ile biçince/ Durdum da geldim bu ile
Ya’kub’la başladım zâra/ Gözümde ak oldu kara/ Yüreğimi yüzbin pâre/ yardım da geldim bu ile
Âhir budur benim sözüm/ Muhammed’dir iki gözüm/Ayağı tozuna yüzüm/ Sürdüm de geldim bu ile
Tanrı arslanı Veli’yle/ Bir kez yetiştim eliyle/ Hayber kal’asın Alî’yle/ Kırdım da geldim bu ile
Seyyid Seyfullah adını/ Komuştur koyan bu dîni/ Yerin göğün bünyâdını/ Urdum da geldim bu ile”
İnsan hâb-ı gaflete düşmeye görsün… Uyandırması zordur… İlâhi bahaneler bile gerekebilir…Onun için erken uyarmak gerek insanları… Sadece hâb-ı gaflete düşüp düşüp düşmemek de değil mesele…
“Hayat” denilen yolculukta daha neler olduğunu da 1600’lü yıllardan günümüze seslenen Himmet’in şiirinden öğrenelim:
“Uyan be hey gâfil hâb-ı gafletten/ Ömrün geldi geçti haberin var mı/ Bir haber aldın mı sırr-ı vahdetten/ Murg-ı cânın uçtu haberin var mı?
Bu dâr-ı rıhlettir bunda kalınmaz/ Hem sonu fenadır murad alınmaz/ Kafile kalkıcak geri dönülmez/ Kervanbaşı göçtü haberin var mı?
Azığın var mıdır yola gitmeğe/ Döşeğin hazır mı varıp yatmağa/ Ejderler gibi dem çekip yutmağa/ Yerler ağzın açtı haberin var mı?
Ma’sıyet yükünü aldın boynuna/ Hiç ölüm korkusu gelmez aynına/ Felek birkaç arşın bezi eğnine/ Yakasız don biçti haberin var mı?
Derviş Himmet senden evvel gelenler/ Kimisi kul kimi sultan olanlar/ Dünya benim mülküm deyip yelenler/ Ecel câmın içti haberin var mı?”
Yukarıda dedik ya; tasavvuf denizinde yol alanların kimi sözlerinin söylendiği gibi anlaşılmaması gerek… Okunduğu gibi sanılmaması gerek… Üzerinde düşünmek, asıl söylenileni anlamaya çalışmak gerek, diye… Bu uyarıya fazlasıyla uyan örneklerden birinde sıra… Yine 1600’lü yılların başlarından günümüze seslenen Muhyî’ye kulak verelim şimdi de: “ Zâhid bizi tan’eyleme/ Hak ismin okur dilimiz/ Sakın efsane söyleme/ Hazret’e varır yolumuz
Sayılmayız parmağ ile/ Tükenmeyiz kırmağ ile/ Taşramızdan sormağ ile/ Kimse bilmez ahvâlimiz
Erenler yolun güderiz/ Çekilip Hakk’a gideriz/ Gâzâ’yı ekber ederiz/ İmam Ali’dir ulumuz
Erenlerin çoktur yolu/ Cümlesine dedik belî/ Görenler bizi sanır deli/ Usludan yeğdir delimiz
Tevhîd eden deli olmaz/ Allah deyen mahrum kalmaz/ Her seher açılır solmaz/ Bahâra erer gülümüz
Muhyî sana olan himmet/ Âşık isen cana minnet/ Elif Allah Mim Muhammed/ Kisvemizdedir dalımız”
İzninizle burada küçük bir hatırlatmada bulunayım… Son iki mısradaki Elif-Mim ve dal harflerini yazınca, ortaya “âdem” çıktığını görüyoruz ya… Tasavvufta da “Elif” harfi “Allah”ı işaret ediyor ya… “Âdem”den “elif”i çıkardığınızda, yani “Âdem” kendisini “Elif”ten uzaklaştırdığında geriye sadece “dem” kalıyor… Lügatler ve tasavvuf dili ”dem”i bizlere “kan, pislik” olarak açıklıyor…
Bu bölümü bir saatlik ders süresince zengin örneklerle bizlere anlatan, açıklayan merhum Mehmet Çavuşoğlu hocamı da bu vesîleyle rahmetle anıyorum izninizle.
08.04.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
İslam YAŞAR |
Birinci Ağabeyi uğurlarken |
|
Hayat tablosu.
Malzemesi zaman ve insan olan bir tablodur hayat...
Renkleri, şekilleri, desenleri, çizgileri, kenar süsleri, çerçeveleri, askı halkaları, bağlantı ipleri gibi bütün aksamıyla insan olan ve zaman tuvaline nefes nefes yaşanarak çizilen canlı bir tablo.
Hepimiz her zaman, her halimizle bu tablonun içindeyiz.
Asgarî müştereklerimiz çizgiler, farklarımız ve farklılıklarımızsa renklerdir. Husûsi dünyamızın yanında aile, cemaat, cemiyet ve millet hayatına varıncaya kadar yaşadığımızı hissettiğimiz yerde, resmin teressüm etmesi için bu renklere ve çizgilere ihtiyaç vardır.
Bilhassa, içtimaî hayatta yaşanan müşterekler ve farklar arasındaki tenasüp bu tabloya, seyrine doyum olamayan ebedî câzibeler kazandırırken; unsurların insicamının bozulması o murassa resmi, acemice yapılmış kötü bir kopya haline getirmeye yeter.
Eskiden herkesin; fertten millete, dernekten devlete kadar her teşekkül, cemaat, çevre ve camianın, o tabloda kendince bir yeri vardı. Herkes bu sayede birbirini tanır, görür, bilinen husûsiyetler muvacehesinde muâmele eder ve bir yandan kimliğini korurken diğer yandan bütün içindeki yerini alıp manzarayı tamamlardı.
O zamanlar hatlar muayyen; şekiller belirgin, renkler netti. Siyahta ciddiyet, lacivertte resmiyet, beyazda nezâfet, yeşilde zarâfet, mavi de huzur, nurda sürur vardı. Mor bu tabloya heyecan verirken sarı sükûnet katar, kırmızı hamaset hissi, pembe ise hayal derinliği kazandırırdı.
Ne siyahta nifak griliği vardı, ne de beyazda cehalet kirliliği. Lacivert rüşveti suiistimali, kırmızı kini kanı hatırlatmazdı. Her rengin her tonu bulunsa da, hiçbiri diğerlerini kapatarak tuvale tek başına hakim olmaya çalışmaz, aksine onlara kucak açar, yer verir ve manzarayı renklendirerek görüntüyü âhenkli hale getirirdi.
Zaten öyle olduğu için, içtimâî hayat tablosunda eskiden hep alâim-i semâ halleri tenevvür eder, semavî renkler canlanır, uhrevî hatlar belirlenir, melekûtî manzaralar şekillenirdi.
Ne var ki zamanla, hayatın engin ufuklarını feleğin gün ortası karanlığını andıran kahredici kasaveti sarınca renkler karıştı, şekiller değişti. Bu ahvâl içinde yaşanan yılların ardından sisler çözülüp kasvet dağıldığında renklerin solduğu, şekillerin silik birer siluet halini aldığı ve tablonun canlılığını kaybedip gölgelendiği görüldü.
Hilair’in İstanbul gravürlerini andıran bu siyah beyaz hayat tabloları, bazı heveskârlar tarafından alel-acele boyanmaya kalkılınca kırmızı, yeşil ve sarı renkler manzaraya hakim olma hevesiyle boy göstermeye başladılar.
Sadece hissedilmekle kalınmayan, bazı husûsi toplantılarda açıkça dile getirilen bu irtibat, bir sohbet sırasında tekrar söz konusu edilince, yapılan değerlendirmeleri biraz mübalâğalı bulsa da ifade etmeyen Mehmed Emin Birinci, o gün bu hâlet-i rûhiye içinde çıkmıştı Nurtaşı’ndan.
Maksadı, son zamanlarda yaşanan dahili sıkıntılar sebebiyle bir süredir yapamadığı esnaf ziyaretlerine yeniden başlamak ve cemaatin, ahâli ile zayıflayan irtibatını biraz kuvvetlendirmekti. Dönüşte de terastaki çiçeklere biraz toprak almak geçiyordu aklından.
Oradan ayrıldıktan sonra, kafasındaki karışıklıkları ayıklamaya çalışarak bir süre yürüdü. Önceleri Karagümrük tarafına gidip bazı tanıdıkları ziyaret etmeye niyetlenmişken; caddeye çıkınca Çarşamba’daki cemaat mensupları aklına geldi ise de onların yanına da gitmedi.
Caddede yeşil ışığın yanmasını beklerken kafasını kaldırıp etrafa bakındı. O sırada gözüne Fatih Camii’nin minareleri ilişince ikindi güneşinin solgun ışıklarıyla parlayan âlemlerin ışıltısını bir dâvet saydı ve caddeyi geçip oraya doğru döndü.
İstanbul’da, belki de en çok gelip geçtiği yerlerden biriydi burası. Yeni tanışacakları veya görüşecekleri kişilerle genellikle caminin avlusunda buluşurlardı. Vefat eden Nur Talebelerinin çoğunun cenazesi de oradan kalktığı için her vesile ile gelirdi.
Buna rağmen semtin seyrine doyamaz ve orada gezmekten ayrı bir haz alırdı. Gezmekten ziyade berzah âlemlerine dalmak istediğinde oradaki kabirleri ziyaret edip mezar taşlarındaki hayat ve san’at maceralarına bakarak vakit geçirirdi.
Yine öyle husûsi bir ziyaret yapma hevesiyle etrafına bakındı. Çınarların serin gölgelerinde durup, servilerin sülün endamlı sallanışlarını seyretti ve hâlâ yüzlerinde ustaların çekiç izlerini taşıyan taşlara nazar ederek yürüdü.
Bahçe kapısından girdiğinde ilk dikkatini çeken şey, şadırvanın önündeki çınar ağacı olmuştu ama oraya gitmedi. Musalla taşlarının yanından geçti, hazirenin bulunduğu tarafa dönüp Fatih’in türbesini ziyaret etti.
Pek âdeti olmadığı halde bu sefer türbenin içine girdi âyet, hadis, beyit hatları ve san’at tezyinatını hayranlıkla seyretti. Abdulhak Hamid’in, Fatih’in Türbesi’ni ziyaret vesilesiyle yazdığı ve İran Şahı’nın Türkiye’yi ziyareti sırasında, Mustafa Kemal’in, bir şiirini okumasını istemesi üzerine, onu kızdırmak pahasına, ‘İran Şahı bir Türk hükümdarının ihtişamına şahit olsun’ diyerek okuduğu uzun manzumesine şöyle bir göz attı.
Kendisini Allah’ın Sâni ismine yakın hisseden san’atkâr mizaçlı insanların dünya ile âhiretin geçiş noktası sayılan kabirlerin içlerindeki mânevî güzelliklere dikkat çekmek istercesine mezar taşlarını da, türbeleri de aynı hassasiyetle tezyin etmeleri karşısında o kabirlerde yatanlarla birlikte bu eserleri yapanlara da rahmet diledi.
Bir ölü menzilinden ziyade diri mekânı olduğunu nazara vermek kastıyla tezyin edilen türbeyi dolduran bu san’at inceliğini ve mânâ mükemmelliğini, Fatih’e duyulan bir vefa örneği olarak değerlendirince her şey gözünde daha da büyüdü. Bu nazarla bir daha baktı, veda fâtihası okudu ve ayrıldı.
Türbede iken karar vermişti çıkınca ne yapacağına. Onun için hemen bahçeye döndü, manzaraya hakim olan koca çınara nazarını bağladı. Uzun süre seyrettikten sonra bir makam ziyareti adabı içinde yaklaştı ve tam orada durdu.
Kendisini o anda, yıllar önce Fatih Camii’nin bahçesinde duâ eden Bediüzzaman’a bakan çocuğun safiyeti içinde hissedince heyecanlandı. O büyük âlimin, küçük bir çocuğa sevgi ve şefkatle nazar edişini resmeden o manzarayı zihninde bir daha canlandırarak hafızasına iyice nakşetmeye çalıştı.
Zira, birbirine müteveccih iki dünya vardı o anda orada. Biri üç devir gören ve ilmi, irfanı, belâgatı ve koskoca külliyatıyla devirlere hitap eden Bediüzzaman’ın tecrübe ve mücadele dünyası; diğeri de yeni devirler yaşamaya muntazır çocuğun ümit dolu dünyası.
Bir bakıma mâzi ile âtî, dede ile torun veya ecdat ile evlât...
O bir anlık bakışma sırasında âdetâ zaman durmuştu. Çocuk onda geçmişi, o da çocukta geleceği seyrediyor gibiydi. Çocuğun merak, ümit ve heyecan dolu dünyası, Said Nursî’nin tecrübe ve tefsirleri ile tenevvür ediyordu sanki.
Birinci, bu iki âlem arasında kendisine yer bulmaya çalışırken, yanına yaklaşan adam his ve hayal dünyasını hareketlendirdi. İlk anda kendisi ile ilgili olmadığını düşündüğü bu yakınlığa pek itibar etmek istemediyse de, adam belli bir mesafeye geldikten sonra durup dikkatle kendine bakmaya başlayınca, dalmaya hazırlandığı hatıra âleminden zoraki de olsa çıkıp ona doğru döndü.
Orta yaşı çoktan geçmiş, kendi akranı sayılabilecek bir kişiydi karşısındaki. Tanıdığı bir yüz değildi. Sîmasında imanî bir seciye bulunsa da, daha önce karşılaştıklarını gösteren bir âşinâlık yoktu. Hal ve hareketleri, Nur Talebesi olduğu kanaati de uyandırmıyordu.
O, hayatının tezyinatı haline gelmiş bazı hatıraların ulvî hazzını yaşamaya hazırlandığı yerde yaşadığı bu yabancı yakınlığına bir anlam vermeye çalışırken, adam bir iki adım daha yaklaştı ve heyecanla elini uzattı.
“Merhaba Ağabey.”
“Merhaba.”
“Nasılsınız?”
“Allah’a şükür iyiyim.”
“Sizi çoktandır göremediğim için merak etmeye başlamıştım. Burada karşılaşınca sevindim.”
“Sizinle tanışıyor muyuz?”
“Siz beni tanımazsınız ama ben sizi tanıyorum.”
“Nereden tanıyorsunuz?”
“Ben az ilerideki caddede esnafım. Kazancım hayatıma, bilgim mâneviyatıma zar zor yetecek seviyededir.”
“İyi ya işte, kimseye muhtaç değilsin.”
“Madde cihetiyle öyle olsa da, mânevî bakımdan pek değil. İmanım kavî, ibadetim tamsa da, her zaman ümit ve teselli telkinlerine ihtiyaç duyarım.”
“Bunun benimle ne alâkası var?”
“Her ne kadar adınızı bilmiyorsam da, sıfatınızı tahmin ediyorum.”
“Ne sıfatı?”
“Siz bir Nur Talebesisiniz değil mi?”
“Evet.”
“Biz, cemiyetin sıkıntılı zamanlarında çevremize bakarız. Sizin gibi hizmet ehli kişileri görürsek her şeyin normal olduğunu düşünür teselli buluruz. Göremezsek bir tersliğin olduğu zannı ile endişe ederiz. Onun için bugün burada sizi müsterih bir hâlet-i ruhiye içinde görünce rahatladım.”
“Hayret!..”
“Neden hayret ettiniz?”
“Senin bu hâlin bana Bediüzzaman’ın bir sözünü hatırlattı da.”
“Ne diyor Hazret?”
“Talebelerine hitaben, ‘Sizin tesanüdünüze benim ziyade ehemmiyet verdiğimin sebebi yalnız bize ve Risâle-i Nur’a menfaati için değil, belki tahkikî imanın dairesinde olmayan ve nokta-i istinada ve sarsılmayan bir cemaatin kat’î bulundukları bir hakikate dayanmaya pek muhtaç bulunan avam ehl-i iman için dalâlet cereyanlarına karşı yılmaz, çekilmez, bozulmaz, aldatmaz bir merci, bir mürşit, bir hüccet olmak cihetiyle sizin kuvvetli tesanüdünüzü gören kanaat eder ki, ‘Bir hakikat var; hiçbir şeye feda edilmez, ehl-i dalâlete başını eğmez, mağlup olmaz’ diye kuvve-i mâneviyesi ve imanı kuvvet bulur, ehl-i dünyaya ve sefahate iltihaktan kurtulur’ diyor.”
“Efendi Hazretlerinin her sözü gibi bu ifadeleri de hakikatin ta kendisi.”
“Fakat ben şimdiye kadar bize bu gözle bakıldığını hiç fark etmemiştim. Bundan sonra sizleri de nazara alarak hareket etmemiz gerekecek.”
“Fark etmemeniz normaldir.”
“Neden?”
“Aynaların işi görmek değil, göstermektir.”
“Ne aynası?”
“Biz, sizin gibi mâneviyât ehli insanlara cemiyetin aynası gözü ile bakarız. Günün her hangi bir saatinde sizi bir yerde gördüğümüzde, yürüyüşünüzden giyim kuşamınıza, yüz ifadelerinizden söz ve tavırlarınıza varıncaya kadar her hâlinize dikkat eder, kendimizi size göre ayarlamaya çalışırız.”
“Sizin bu tavrınız bize çok büyük bir mesuliyet yüklemektedir.”
“Fakat bu hâlin mesuliyeti nispetinde mazhariyeti de var.”
“Neymiş mazhariyeti?”
“Herkesin bakıp örnek aldığı bir ayna olmak, onların duâlarından hissedar olmak da demektir. Biz kalbî inşirahımızı şeyhimizden alırken, içtimaî tavrımızı size göre ayarlıyor ve o mürşidimiz kadar siz muallimlerimize de duâ ediyoruz.”
(Aynanın Arka Yüzü romanından)
08.04.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
İsmail BERK |
Ciddî bir irade |
|
Zamanı dakika bazlı tanzim edecek bir cehdin fikir imbiğinden geçmeye ne dersiniz? Maksadımızı yaşarcasına dış etkilerin müdahalesinden arınmış bir duygu ve düşünce ikliminde kendimizi planlamak ve zamanı azami verimlilikte kullanmak, en çok muhtaç olduğumuz ve yapmakta zorlandığımız bir konu.
Hayatın düzeni, zaman disiplininden terbiye almalı ve hedefine uygun kendini programlamalı ki, istenen meyveleri elde etme imkanı olsun. Hayır demeyi bilmek, gündemimizin dışına çıkmamak, fikrî insicamın vadisinde yürümek ve önüne bakarak idealini gözünde canlandırarak zihne nakşetmek, bizi odaklaştırır. İrademizi muhkem kılar. Muvaffakiyetimizi kolaylaştırır.
İnsan, düşündüğü ve hayalini yaşadığı noktadadır. Düne ait bir takıntı, bugüne engel olduğu gibi yarının da en büyük riskidir. Bugünün sıradanlığını yaşayanlar yarının heyecanıyla çalışamazlar. Hal böyle olunca, kendini tanzim etmenin zaruretini fazla hissetmek mümkün olmamaktadır.
Hedefimizin prangalarına takılmak, düşüncelerimizin uygulamasına odaklanmak, hayallerimizin gerçeğine yakınlaşmak ve amacımıza kilitlenmek, uzmanlık ve hassasiyet pencerelerinden ufka açılan bir dünyanın merkezine bizi götürür.
Çözüme sabitlenmek, ilkelerimizi sürdürülebilir kılmak, cesaretimize şuur katmak ve negatif tehlikelerden sakınmak, irademizi kuvvetlendirir. Bilginin yöntemlerle ve pratiklerle desteklenmiş geniş dünyasında bizi daha güvenilir yapar.
İlke, tavizsiz inanmanın maliyetini ödediğimiz takdirde anlamlı ve kıymetlidir. Prensipler, uğruna can verdiğimiz ruhun korunmasıdır. Yüksek iradeden beslenir. Düşünce kuluçkası, mükafatını ve ilkeli sabrın zaferini, kabuğunu kıran canlı hayata “merhaba” dediğinde alır.
Tekrarı takviye, ısrarı dua ve terkibi prensip olan bir çerçeve, her yerde anlaşılmayı bekleyecek kadar farklı, yüce ve asildir. Bunu göğüsleme dirayeti, düşünce kalıbımızın kapasitesi ile orantılıdır.
Merhum Zübeyir Gündüzalp’ın “Dâvâm, irademi kuvvetlendirmektir” gerçeği, dâvâsına adanmış bir iradenin tecessüm etmiş halidir. İrade, aynı zamanda zihni kendi doğrultusunda harekete geçiren bir amildir.
Niyetin tezahür alanı ve maksadın tercih noktası, irade ile mana bulur. İradeyi okutturan ve anlaşılır kılan, düşüncenin yansımaları ve mahiyetidir. Bununla birlikte, zihni hareketliliği devam ettiren his ve heyecanlardır.
Kalbimizin merkezinden, “mahall-i iman” olan menbadan çıkan temiz duyguların muhabbet ışıltıları, hayatı ve heyecanı manidar kılmaktadır.
Cesaret ve ulvi hislerle şahlanan duygu yoğunluğu, şecaat halini aldığında, kudsi mânâya hizmet eder. Hayatın maksadına denk düşer. Görevini hakkıyla yapmaya başlar.
İnsan sistemi, çeşitli cihazlarını ve manevi hazlarını iradenin öncülüğünde zihin eksersizi ile duygu dünyasından aldığı lezzet ve destekle tohum gibi toprakta mümbit bir hale getirir. Meyve verir.
İrademizi pekiştiren, fikirlerimizi geliştiren ve sonunda bizi yetiştiren niyetimizin tekamül yolculuğunda, maksadın emanetinde kalmak ancak yüksek ruhların tazarru ve niyaz dolusu acz ve fakr dergahından geçer.
Hayatı sorgulayan ve tefekküre götüren dalgıç araştırmacılığı, hakikat denizinde aradığımız inciyle bizi buluşturur. Sonuçta herkes niyetine varır. Takdir ve tecelli irade vasıtasıyla bizi mesuliyet altına alır. Cüz’i irademizin akıl feneri, sadece istikamet yolunda kendimizi korumak içindir. Belirleyici rehber, vahyin esaslarıdır.
Gönül dolusu iradeyle ve muhabbetle kalın.
08.04.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Halis niyet |
|
Yıl 1952. Hür Adam gazetesinde Üstadın şimdiki Büyük Postahanenin üst katındaki mahkeme salonunda yapılacak mahkemesine Mehmet Emin Birinci Ağabey de birçok Nur aşıkı gibi koşarak gitmişti. Sadece Adliye salonu değil karşısındaki evler ve hanlar da bir insan seliydi.
Mahkeme saati yaklaştığında Üstad telâşsız, vakur ve heybetli hâliyle talebeleriyle birlikte çevresindekileri iki eliyle selâmlayarak mahkeme kapısına kadar gelmişti. Birinci Ağabey mahkeme kapısı açılır açılmaz kendini içeride buldu. Öylesine bir izdiham ki, yüz kişilik yerde bin kişi bulunmaktaydı. Mahkemenin böyle devam edemeyeceğini belirten mahkeme reisi, salonun boşaltılmasını istemişse de kimse aldırış etmemişti. Etrafı birkaç dakika bir sesizlik sarmış, Üstadın, talebelerine yönelip bir bakış atfetmesi dağılmalarına yetmiş, kalabalık bir anda dışarı çıkmıştı. Fakat Mehmet Birinci Ağabey, ayakta dinleyiciler arasında kalmıştı. Üstadın pervasız, heybetli hâlinden derinden derine etkilenmiş, artık Üstadı bizzat görüp elini öpme, ona hizmet eden talebeleri gibi yanında bulunup hizmet etme aşkıyla yanıp kavrulmaya başlamıştı.
Gün geldi bu aşkla Üstadı ziyaret imkânı oldu. Üstad o esnada Fatih’teki Reşadiye Otelinde kalmaktaydı. Talebeleri haber vermişler, o da titreye titreye, ürke ürke Üstadın yanına girmiş, elini öpmüştü. Üstad işte o zaman kendisini Zübeyir, Bayram, Ceylan, Hüsnü, Tahirî ve Abdülmuhsin gibi kabul ettiğini, Risâle-i Nur’a hizmet etmesini istemişti.
Bu iltifat ona yetmiş, Birinci Ağabey artık yerinde duramaz olmuş, kendi kendine “Artık bundan sonra ben de kendimi Nurlara vermeli, hayatımı Nur’un inkişaf ve yükselmesi uğruna vakfetmeli, fedâ etmeliyim” diye karar vermişti.
Üstada talebe olmak, imanların tehlikeye düştüğü helâket ve felâket asrında Nurlara hizmet etmek büyük bir müyesseriyetti. O, Risâle-i Nurları okudukça Üstada ve ona hizmet eden talebelerine hayran kalıyor, içten içe, “Ben de keşke onlar arasında olabilsem, hizmet edebilsem” diye duâlar etmiyor muydu? İşte duâsı kabul olmuştu.
Artık o da Nur talabeleriyle birlikteydi. Birgün Abdülmuhsin’den, Üstadın, büyükçe bir bohçayı göstererek, “Ben dünya yükümü bir elimle kaldırabilirim” dediğini duymuş, bundan oldukça etkilenmişti.
Onun etkilendiği diğer bir olay da şuydu: Atıf Ural’la birlikte Sözler’in tashihi için çalıştıklarında Atıf Ural’ın Kemal isimli ağabeyi gelmiş, Atıf Ural hiç başını kaldırmadan, “Hoş geldin ağabey!” demekle yetinmişti. Hizmetin önemini kavrayan, ismi gibi kâmil olan Kemal Ural da kardeşine hiç darılmadan, tebrik edip vazifesine devam etmesini istemiş duâ edip ayrılmıştı.
Onlardan hizmetle ilgili öğreneceğimiz çok şeyler var şüphesiz.
08.04.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Hüseyin GÜLTEKİN |
Nasıl bir hal diline sahibiz? |
|
Kapı komşum olan bir gençle, bir “hiç” uğruna, gayr-i ihtiyârî üzücü bir “ağız dalaşına” girmiştim bir gün. Sebep basit de olsa tartışmaların tabiî sonucu kırgınlıklardır, incinmelerdir, dargınlıklardır. Tartışmaya sebep olan komşum, yüzde yüz haksız olduğu halde, gençliğin verdiği öfke ve taşkınlıkla benimle tamamen selâmı sabahı kesti ve artık hâl ve tavırlarıyla hasımlığını ilân etti.
Dinî yaşantıdan da bir hayli uzak olan bu komşumun “İşte dindar geçinenlerin halini görüyorsunuz. Bunlar namaz da kılsalar, hacca da gitseler boş. Ben de yakında namaza başlayacaktım, artık kendime bir çekidüzen verecektim. Ama vazgeçtim. Çünkü bu halimle ben onlardan daha iyiyim” dediğini duyunca doğrusu üzüldüm.
Bu sözlerin inandırıcılığı, mantıksızlığı bir tarafa, bu çeşit ifadelerin ve savunmaların, suçları örtmek için kullanılan, hiç bir haklı tarafı olmayan ifadeler olduğunu da biliyorum.
Öyle de olsa kendi kendime bir nefis muhasebesi yapmamın daha doğru olacağını düşündüm. Binde bir ihtimal de olsa benim yüzümden bu adamın namazdan niyazdan uzak durmaya karar vermesi, doğrusu gönlümün razı olamayacağı bir durumdu.
Aramızdaki basit bir nizâyı bahane ederek, dinî değerlere ve dindarlara başka bir gözle bakıp, olmadık tenkitlerde bulunması doğrusu rahatsız olmamı gerektiren bir husustu.
Adamın tekrar dine yönelerek, namaza başlama ihtimali binde bir de olsa, bunu dahi hesaba katarak, onun o hiçbir haklı ve inandırıcı olmayan bahanesini ortadan kaldırarak, bir şeyler yapmam gerektiğine inandım.
İşte bu noktada çok fazla zaman geçirmeden, kırgınlığımızı sona erdirmek için, olup bitenleri yok sayarak, ilk karşılaşmamızda tebessümlü bir selâm verdim ve bir de hâl hatır sorarak dargınlığımıza son noktayı koydum.
Evet, şimdi şahsıma ait ve belki de bir bakımdan basit gibi görünen bu olayı nazarlarınıza niçin sundum? Dikkat edilirse basit gibi görünen şu olayın bence en önemli yanı, ortak inancımız olan dinî değerlerimizi de ilgilendiriyor olmasıdır. Diğer bir ifade ile iki kişi arasında vukû bulan bir meseleden dolayı dinî değerlerimizin zarara uğrayarak lekedar olabilme ihtimalinin söz konusu oluşudur.
Olup biten meselelere bu pencereden bakıp, her ehl-i dinin bu konuda daha duyarlı, daha hassas davranması gerekir diye düşünüyorum.
İki insan arasında vuku bulan olayların çoğu zaman iki yönü bulunmaktadır. Birisi doğrudan şahısları; diğeri de kişilerin şahsında dinimizi ve mukaddes değerlerimizi alâkadar ediyor. Bu noktada kişilerin hak ve hukukları elbette önemlidir. İnsanlar bu haklarını sonuna kadar savunma hakkına sahip oldukları gibi, bu haklarından feragat edip vazgeçebilme kemâlâtını da gösterebilirler. Fakat bence ikinci şık olan kişilerin şahsında din-i mübînin zarardîde olabilme ihtimali, çok daha önemli ve her mü’minin bu noktada çok daha dikkatli ve hassas olması gerekir. Çünkü bir çok insan kitaplarda anlatılan dinin güzelliklerinden öteye dindar görünen insanların yaşantılarına bakıp, dini öyle değerlendiriyor. Hâl ve davranışlarını beğeniyorsa o insana ve onun şahsında dine ısınıyor; beğenmediği zaman da onun şahsında dinden uzaklaşıyor.
Hele bir de değerlendirmeye tâbî tutulan kişiler bir “hacı, hoca veya nurcu” unvanına sahip, toplumda temayüz etmiş insanlar ise, işin ciddiyeti daha bir önem kazanıyor. Halkın nazarında kusursuz, mükemmel zannedilen bu insanların, hal, hareket, söz ve davranışlarında çok daha duyarlı ve titiz olmaları, dinimiz adına büyük önem arz ediyor diye düşünüyorum.
Mü’minler olarak, sırf birileriyle çekişme halinde iken veya birilerine kırgın, dargın olduğumuz zamanlarda değil; her zaman ve her zeminde mensubu bulunduğumuz dinin güzelliklerini ve faziletlerini çevremize yansıtmanın gayretinde olmalıyız.
Hâl dilimizle yüce dinimizin emir ve yasaklarını yerine getirebilirsek, onun hoşgörü, kardeşlik ve barış dini olduğunu hal ve davranışlarımızla gösterebilirsek, ehl-i din olarak o zaman üzerimize düşenleri yerine getirmiş oluruz.
Kısacası, belki de her gün karşılaştığımız, konuştuğumuz, muhatap olduğumuz insanlardan—inancı, dünya görüşü ne olursa olsun; ister dost, ister düşman olsun—hiç kimse, hal ve davranışlarımıza bakarak bizden ürküp uzaklaşmamalı, tam tersine dinimizin sıcak ve samîmî yaklaşımını yaşantımızda görüp, dine yönelmeli.
08.04.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Yasemin GÜLEÇYÜZ |
Küçük kız… |
|
Yıl 1971…
Küçük kız, ilkokula yeni başlıyor.
Annesi ve babası memuriyetlerini köy hizmetlerinde geçirdiklerinden düzenli bir eğitim alması için İstanbul’da babaannesinin yanında okula başlamasına karar vermişler.
Anne babadan ayrı olduğundan yüreği buruk, ama babaanne bütün bunları unutturmak istercesine öylesine şefkatli, öylesine sabırlı ki… Küçük kız babaannesinin “can yoldaşı”, arkadaşı, “ana babalı yetimi…”
Küçük duâları ezberleme, abdest alma talimleri, namaz kılma alıştırmaları ve beraberce sohbetlere gidiş… Kırmızı kaplı kitaplardan okunanları hiç anlamasa da, çıt çıkarmadan saatlerce dinleyiş… Kimi akşamlar yaşlı babaanneyi ziyarete gelen, samîmî bir ortam içinde yemeğe kalan babasının arkadaşı olduklarını söyleyen amcalar… Akabinde yine kırmızı kaplı kalın kitaplardan yapılan saatler süren Nur sohbetleri… Okunanları hiç anlamasa da, çok değerli mesajları olduğunu, okuyanların ciddiyetlerinden, çok sevdiği babaannesinin okunanlara duyduğu ciddî muhabbet ve hürmetten anlıyor…
Okunanları bir ninni gibi dinlerken, içinden sanki yüzlerce küçücük elin aklının kavrayamadığı kelimeleri havada kaptığını ve kucakladığını hissediyor. Garip… Babaannesinin omuzlarına yaslanıp uyukluyor, uyanıyor. Ders devam etmekte, tekrar uyukluyor…
Bu kırmızı kaplı kitapları okuyan ve dinleyen herkeste garip bir cazibe hissediyor küçük kız. Ciddiler, samimiler, asiller, hürmet gösterilmesi gereken insanlar bunlar. Konuşmaları ne kadar da etkileyici ve mantıklı. Her şey bir yana o kadar şefkatliler ki…
Küçük kız yalnız kaldığı zamanlarda kitapları raftan indirip, kırmızı kapaklarını dakikalarca seyrediyor. Kitapların o güzel kokusunu içine çekiyor. Altın yaldızlı harflerine dokunuyor…
“Ayrı bir dünyanın kapısı olmalı bu güzel kapaklar…” diye düşünüyor…
Hiç anlamasa da sayfalarını merakla karıştırıyor…
Bunlar okuduğu başka şeylere benzemiyor. Gazete sayfalarından yapılmış kesekâğıdından, takvim yapraklarına, hikâye kitaplarından, çizgi romanlara eline ne geçerse okumayı çok seven küçük kıza bu kitaplar, gizemli bir dünyanın haritası gibi geliyor…
Küçük kız yıllar sonra hislerinde haklı olduğunu fark ediyor.
Bu kitaplar yaşadığımız âlemin sırlarını herkesin anlayabileceği kolaylıkta çözen ve yüzlerce ilmin iç içe süt letafetinde sunulduğu bir kütüphane…
Yaratılış âleminin şifrelerini çözen bir harita…
Kapaklarını ne kadar acz, fakr ve ihtiyaçla açarsanız, sırlarını, hazinelerini o kadar size ikram eden vefalı bir dost…
Sizi doğrudan Kur’ân’a ve İslâmiyete bağlayan, Rabbinizin huzuruna götüren sağlam bir dayanak noktası…
Penceremden Birinci Ağabey…
O yıllarda tanıdım Birinci Ağabeyi. Babaannem “Babanın en sevdiği arkadaşlarından…” diye tanıtmıştı onu. Her gelişinde namaz vakti girdiğinde bizi cemaatle namaza davet eder, başında kar beyazdan özenle örülmüş dantel bir takkeyle imamlığımızı yapardı. Ardından saatlerce süren Nur sohbetleri… O benim “Birinci Amca”mdı.
Yıllar sonra “hasbe’l-kader” sahibi olduğu Bizim Aile dergisinin kuruluş çalışmalarında (1986-1987) yine karşılaştım onunla. Artık daha bir yaşlanmıştı, ama şevk ve gayreti daha da mı artmıştı ne… Dergi ekibi olarak bizi kabul etmiş, derginin genel yayın felsefesini anlatarak “Ben sadece Hanımlar Rehberini 200 kereden fazla okudum. Siz kaç kez okudunuz peki?” demişti. Ve kollarımızı sıvadığımız bu işten geriye dönüş olmadığını, artık “gemileri yaktığımızı” ifade etmişti…
“Ben sadece Hanımlar Rehberini 200 kereden fazla okudum. Siz kaç kez okudunuz peki?” sözünü yıllardır hiç unutmadım. Ümitsizliğe kapıldığımda da Tarık bin Ziyad’ın öyküsünü* hep hatırladım…
Birinci Ağabey!
Sizi oğlu gibi kabul eden o kadar çok anne misâl ihtiyare hanımlar oldu ki…
Sizi ağabeyi gibi gören o kadar çok kız kardeşleriniz var ki…
Sizi mânen babası kabul eden o kadar çok çocuğun “Birinci Amca”sısınız ki…
Sizi dedesi gibi gören o kadar çok minik meleğin “Birinci Dede”sisiniz ki.
Hepsinin sizi gözyaşları içinde, muhabbet ve hürmetle, Fatiha, Yasin, Hatim hediyeleriyle nasıl uğurladıklarını gördünüz.
Yazıyı “Görüşmek üzere” cümlesiyle bitireceğim, ama “Eğer namazını tadil-i erkân üzere kılarsan” dediğinizi duyar gibiyim…
* Öyküyü bilirsiniz, “Cebel-i Tarık”ın da isim babası olan İslam Kumandanı Tarık bin Ziyad’ın İspanya’yı almak üzere karaya ayak bastığında yaptığı ilk iş, askerleri geri dönmeyi hayal bile etmesinler diye gemileri yakmak olmuştu… Mücadeleden başka çıkış olmadığını gören askerler İspanya’yı fethetmiş, Endülüs Devletini kurmuşlardı…
08.04.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Kıyamet ve İslâmî değerler |
|
Nur rumuzlu okuyucumuz:
*“Peygamber Efendimiz’in (asm) Cebrail Aleyhisselâm’a, ‘Ben son peygamberim. Benimle görevin sona eriyor mu? Yoksa benden sonra tekrar yeryüzüne inecek misin?’ diye sorduğunu; Cebrail Aleyhisselâm’ın da, yeryüzüne on defa daha ineceğini, her defasında on tane İslâmî değeri (edep, emanet, hayâ, bereket... vb.) alıp götüreceğini; bunların en sonuncusu olarak da, bir sabah bir hafızın Kur’ân âyetlerinin hepsini unutmuş olarak kalkacağını; onları tekrar etmek için Kur’ân’ı açıp baktığında sayfaların bomboş olduklarını göreceğini; sonra şiddetli bir dinsizliğin baş gösterip kısa bir süre sonra kıyametin kopacağını söylediğini okudum. Konu ile ilgili aydınlatıcı bilgi verebilir misiniz? Cebrail, İslâmî değerleri neden alıp gidecek?”
Kıyamet alâmetleri konusunda gerek Kur’ân’da, gerekse hadislerde ibret verici haberler kaydedilmektedir. Kıyametten ve âhir zamandan haber veren kimi hadislerin sıhhatine zaman zaman ilişilse de; top yekûn değerlendirdiğimiz zaman, sahih kaynaklarımızda yer alan birbirini doğrular mahiyetteki hadis ve haberlerin sıhhatlerinden şüphe edilmemesi gerektiğine hükmetmek daha isabetlidir. Fakat, hadis ve haberlerdeki bazı ifâdelerin müteşâbih olduğu; bazılarının tevile ihtiyaç duyan mecâzî tâbirler içerdiği; kimi haberlerin istikbâle ait olduklarından kapalı elbiseler giydirilmiş olduğu, yani yorum gerektirdiği; zamanla hadis metnine karışmış kimi râvî kavil ve yorumlarınınsa, hadisin zaafına hükmedilecek ölçüde sehiv taşıyabildiği1 gözlerden uzak tutulmamalıdır.
Bahsettiğiniz hadîsin, genel çerçeve itibariyle kıyâmet alâmetleri olarak istikbâle dâir gelen haberlere uygun bulunduğu görülüyor. Peygamber Efendimiz’in (asm) beyanıyla kıyamet bize oldukça yakındır: “Ben, kıyametle şu iki parmak gibi gönderildim. Bu parmakların–şehâdet parmağı ile orta parmak—birinin diğerine fazlalığı da bir şey midir?”2
Ebû Hüreyre’nin (ra) bir rivayetinde de Peygamber Efendimiz (asm) kıyamete doğru artacak fitnelerden haber veriyor ve bu fitnelerden ümmetini sakındırıyor: “İstikbalde bir takım fitneler olacaktır. Fitne zamanında, ona karışmayıp oturan kişi ayakta durandan hayırlıdır. O hengâmede ayakta duran yürüyenden hayırlıdır. Fitne zamanında yürüyen de, fitneye bilfiil koşandan hayırlıdır. Fitneler vaki olunca kim ki onu görmeye çalışırsa, muhakkak onun kahrına uğrar. Fitneler zamanında kim ki sığınacak bir melce’ bulursa, oraya sığınsın.”3
Kıyamete doğru fitnelerle eş zamanlı olarak Allah’ın dinini açıklama, yayma ve tebliğ faaliyetlerinin de hareketlilik kazanacağı bildirilmiştir. Yani fitne, fesat ve dalâlet kıskacında boğulmakta olan insanlığa el uzatacak ve kucak açacak nurânî faaliyetler ahir zamanda da, önceki zamanlardaki gibi hissedilir derecede yapılacaktır. Yani mahşerde hiç kimse ‘Ben duymadım’ diyemeyecek derecede. Peygamber Efendimiz (asm) bu müjdeli haberi de şöyle vermektedir: “Ümmetimden bir taife, ta Allah’ın emri olan kıyamet gelene kadar hak üzere galip ve başarılı olur ve Allah’ın dinini yayar.”4
Bu durumda ehl-i iman, bir âfet gibi yoğunlaşan fitne, fesat ve dalâlete karşı hidayet, istikamet ve ihya faaliyetlerini bir melce’ olarak bilmeli ve sığınmalıdır. Cebrail Aleyhisselâm’ın yeryüzüne inerek, her inişte daha önce yine kendisinin nazil ettiği yüksek değerlerden onar tanesini alıp götürmesi sebepsiz meydana gelmez. Yani, bir yandan ihdâ ve ihya çalışmaları sürerken; diğer yandan Cebrail Aleyhisselâm’ın inip, insanlarca kısmen veya tamamen yaşanan ahlâkî değerleri insanların sinelerinden söküp alması dînin teklif sırrına uygun değildir.
Ancak, kıyamet öncesinde; insanların fitnelerle baştan çıktıkları, ehl-i hidayetin tesirsiz kaldığı; Peygamber Efendimiz’in (asm) beyanıyla “Allah, Allah” diyenin kalmadığı5, Bedîüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle “Kıyametin kopmasının dehşetini görmemek için, mü’minlerin ruhlarının bir parça evvel kabz edildiği”6 bir zamanda, fitneci ve fesatçı ehl-i dalâletin kendi hayatlarından dışladıkları, Cebrail Aleyhisselâm tarafından indirilmiş olan Kur’ân’a ait yüksek değerlerin ve Kur’ân’ın, yere düşürülmeden evvel yine Cebrail Aleyhisselâm tarafından teslim alınması ise, vahiy meleğinin vazifesinin nezahetine ve hikmetine uygundur.
Dipnotlar:
1- Sözler, s. 308
2- Tirmizî, Fitne, 32; Müslim, Fiten, 27
3- Müslim, Fiten, 3
4- Buhârî, 9/125, 162; Müslim, 1/137
5- Müslim, Îmân, 66
6- Şuâlar, s. 503
08.04.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Davut ŞAHİN |
Türk olmanın özellikleri |
|
Zaman zaman kendimizi tanımanın çok faydalı olduğuna inananlardanım.
Eksiğimizi görerek, belki birçok konuda kendimize çekidüzen verebiliriz... Ne dersiniz?
Bakalım hangi özelliklere sahibiz:
-Keçeli kalemle, büyükçe bir kâğıt ya da kartona yazılmaya çalışılan duyurularda başlangıç alanının hovardaca kullanılması ve son harfe yer kalmaması dolayısıyla, son harfin eciş bücüş hatta aşağı ya da yukarı kaymış şekilde yazılması...
-Televizyondaki tüm dizilere olan bağımlılık sebebi ile bunu paraya dönüştüren esnaf topluluğun olması... (Örnek: Dicle sürmesi, Seymen Ağa Yüzüğü, Sıla sucukları...) Ve bunları satın alan bir kitlenin bulunması...
-Birbirini uzun süre görmemiş kişilerin karşılaştıklarında birinin diğerine "kilo almışsın" demesi...
-Birilerine kızıldığı zaman "sallandıracaksın bunlardan iki tanesini Taksim meydanında bak bir daha yapıyorlar mı?" denmesi...
-Minibüslere güzellikten ve sıklıktan nasibini almamış dantelli perdeler takılması...
-Her mankenin şarkıcılık ve oyunculuk yeteneğine sahip olması...
-Önüne gelene "sanatçı" denmesi, bu yüzden "gerçek sanatci" diye bir kavramin oluşmus olması...
-Kedi, köpek (ve hatta civciv) gibi hayvanlara zorla eziyet edilmesi... Sonra da çatıda güvercin beslenmesi... Hatta bunun için gerekirse kan dökülmesi...
-İşlek caddelere temizlensin diye paspas atılması... (Kimin aklına gelmişse müthiş bir buluş!)
-Yurt dışı seyahatinden gelindiğinde bavullara takılan bagaj etiketinin hava olsun diye kasten çıkarılmaması...
-Her milli maçtan sonra sevinç gosterisi başlığı altında birkaç kişinin kurşuna altında birkaç kisinin kursuna tutulması...
-Alakalı alakasız her tip pozisyonun "Bariz ofsayt" olması...
-Karşılaşılan her türlü problemin "uygulamadan kaynaklanan aksaklık" olarak nitelendirilmesi...
-Yollara kaymak gibi asfalt döküldükten iki gun sonra su borusu döşemek için yeniden kazılıp yolların köstebek yuvasına çevrilmesi...
-Yolda "park etmek yasak" olduğu zamanlarda arabanın kaldırıma çıkartılıp park edilmesi...
-Arabayla giderken çöp bidonuna yaklaşıılınca eldeki malzemeyle basket yapmaya çalışılması...
-Otobüslerde muavinlerin kapı basamağında durup şoföre "kibarlık derececesinde yakınlaşması.
-Açık büfe olan yerlerde bile aile reisinin baş köyede oturması, hanımın koştura koştura sofrayı donatması...
-Plajlarda 45 derece sıcağın altında çay içilmesi... Hatta çay sıcak olmazsa söylenilmesi... Öte yandan karpuzun deniz içinde soğutularak her ikisinin de serinlettiğine inanılarak servis edilmesi.
-İşçilerin ve memurların hükümete tepkilerini göstermek için meydanlarda davul-zurna, güle-eğlene halay çekmeleri...
-Mobylette denen ufacık zavallı makineye dört kişi binilmesi...
-Bazi kelimelerin her şekilde yazilabilmesi... (Örn:"pogaca", "poaca","pogca", "poca", "pouca", "pohca", "bohca", "pogce" vb...)
-Pencere markasının sonunda mutlaka PEN olması...
HAFTANIN ESPRİSİ
”Biz siyasi bir karar almıyoruz.”
Erdoğan Teziç YÖK Başkanı
HAFTANIN HABERİ
Çete kurmak suçlamasıyla çıkarıldığı mahkemece tutuklanan Türk İntikam Tugayı'nın (TİT) kurucusu S. T. G., eski Genelkurmay Başkanı Necip Torumtay'dan 'vatan nasıl kurtarılır brifingi' almış. (Basın)
PROVA
Dikkatinizi çekti mi?
Cumhurbaşkanı Sezer, giderayak çarşıya iniyor, esnafa gülücükler dağıtıyor.
Herhalde:
Uzun zamandır halka inmemişti.
Şimdi; halkın ne olduğunu prova edip öğreniyor.
Sahi;
Halka iniliyor muydu, çıkılıyor muydu?
08.04.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Bir İranlı asker 15 İngiliz’e karşı |
|
İngiliz esirler ülkelerine teslim edildi ama onlar üzerinden yürütülen propoganda savaşı bütün hızıyla ve bütün cephelerde sürüyor. Bu propoganda savaşanın asıl hedefi Arap ve Sünni kitleler. Kısaca, birçoklarının dediği gibi Amerika gibi İran da Sünnilere oynuyor. İran halkının böyle bir propogandaya ihtiyacı yok. Belki de İran yöneticileri haklı olarak İran halkına İran propogandasını yararlı ve prağmatik görmedikleri içirn propoganda makinasını Sünnilere yöneltmiş durumdalar. Buna mukabil, ilk günden beri ‘tilkiler dansı’nın birincil hedefi Sünni kesimler ve İslâm dünyası olmuştur.
İngiliz esirleri meselesi ikinci bir ‘Hizbullah zaferi’ olmuştur. Bilindiği gibi bu ‘zafer’den sonra Şii propopogandası ve teşeyyü dalgaları daha etkili olmaya başlamıştı. El Kuds el Arabi veya Şarku’l Avsat gibi gazeteler Filistin’de bazı imamların Şiiliği seçtiğini ve buna ilaveten Şam’da da kitleler halinde teşeyyü hadiselerine rastlandığını duyurmuşlardı. İsrail’e yönelik bu başarıların meyvaları ‘Sünni dünya’da devşiriliyordu. Şimdi son ‘tilkiler dansı’nda da aynı şeyler yaşanıyor. Gerçekten de İran’ın manevraları İngiltere’yi bastırdı. İranlıların deyimiyle eski tilki mağlup oldu. Irak nefesini kesti. Çaylak İngiliz askerleri de bunun malzemesi oldu. Bundan dolayı Hürriyet gazetesinin de bir haberinde dikkat çektiği gibi İngiliz esirlerle ilgili haberler ve görüntüler İran’ın El Cezire’ye mumasil olarak kurduğu ve Arap dünyasına yönelik olarak yayın yapan el Alem Kanalı’nda vizyona sokuldu. Propogandanın hedefie Arap ve İslâm alemiydi. İran’ın açıklamaları son sıralarda propoganda savaşını akıl almaz boyutlara taşıdığını gösteriyor. Sözgelimi, İngiliz esirlerin Bağdat’ta kaçırıldıktan sonra serbest bırakılan İranlı diplomatla takas edilip edilmediği sorularını cevaplandıran Nejad, İranlı bir diplomatın yüz bin İngilize bedel olduğunu söylemiştir. Keza İngiliz esir askerlerin ülkelerine döndükten sonra zorbalık sonucu olarak İran karasularında olduklarını itiraf ettiklerini ifade etmeleri propoganda savaşını daha da kızıştırmıştır.
Buna karşı bir atakla İngiliz askerlerinin yeni açıklamalarının muvazaa mahsülü ve mizansen ürünü diyen İran yönetimi daha da ileri giderek bir İranlı askerin (tek başına bir botu nasıl kullanıyorduysa?) 15 İngiliz askerin botuna çarptığını ve o haliyle onları gafil avladığını ve 15 İngiliz askerini esir aldığını söylemiştir. Sanki mübarek modern Battal Gazi. Sanki İran bu senaryo ile birlikte ‘300 İspartalı asker İran’a karşı’ filminin rövanşını da almıştır. Ama bu propoganda savaşında güme giden hakikatlar. Bizi ilgilendiren propoganda değil gerçekler ve propogandanın muhatabı olan kitlelerdir.
***
Maalesef bu konularda İran meharetini sergilese de inandırıcı olamamaktadır. Şu bir gerçek ki takiyye teknikleri İran’ı bu propoganda alanında epeyi mahir yapmışsa da inandırıcı kılamamıştır. Bu anlamda, kimilerine göre İran propogandasına kapılanlar ya hakidlar/kindarlar ya da safdiller ve safderunlardır. Takiyye populizmin ve prağmatizmin aracı ve bineği haline gelmiştir. Burada bizim için önemli olan İran-İngiliz propoganda savaşının Sünni dünyayı hedefine almış olması ve manipüle etme ihtimalidir. Bu İran’ı haksız bir rekabetle güçlendirmekte ve kitleleri bialigned/Bush-Nejad ikilemine yani ikili tarafgirlik seçeneğine mahkum etmektedir.
Arap dahilerinden sayılan Amr Ebni’l As’ın Muaviye Bin Ebi Süfyan’a rol dağılımı teklifini de hatırlatmaktadır. Burada İngiliz askerleri malzeme İslâm alemi ise hedeftir. Yalanın veya propogandanın ipi kısadır ve sonuçta bumerang gibi geri dönüp sahiplerini vurursa da bunun herkese ağır bedelleri var. Kalıcı olmasa da geçici büyük gaileler ve hasar açıyor. Ve bunun kalıcı tortuları da oluyor. Kitlelerin savruldukları bu tarafgirlik politikası İran propogandalarına dönük olarak tedbir alınmasını zorlaştırıyor ve bu da, tehlikeyi büyütüyor. Mart-Nisan 2007’de Mısır’ı ziyaret eden ve daha önce Necdet Sezer’le olduğu gibi Mübarek’le görüşen Hatemi burada El Ahram gazetesine Sünni-Şii meselesiyle ilgili bir değerlendirmede bulunmuş ve iğfal edici nitelikte ifadeler kullanmıştır. Hatemi bütün meselenin ve temel meselenin işgal olduğunu söylemiş. Bunu temel nedenden ziyade başlangıç nedeni olarak görmek daha doğru olur. Burda karşımıza iki temel problem çıkıyor. Birisi işgal diğeri de işgalden yararlanmak isteyenler. İşgalciler ve işgalden yararlanmak isteyenler de bellidir. İşgalden yararlananlar Iraklı Kürtler ile Şiiler olmuştur. İktidarı tekellerine almaları ve paylaşmaya yanaşmamaları da bunu göstermektedir. Bu bile yetmiyor ve kimi işgalcilerin de tasvipleri doğrultusunda Kürt tarafı (onlar önce teorik olarak bağımsızlık hakkı istiyor) ile Şii tarafından Hekim gibi zevat daha da öteye federalizmi savunuyorlar.
***
İngiliz esir krizinden sonra İranlı liderler yeniden propoganda atağına geçmişlerdir. Hiç kimsenin reddedemeyeceği İslâm birliği vizyonunu kendi zaviyelerinden takdim etmeye çalışmaktadırlar. Bu sözler Hazreti Ali’nin ‘kelimetü hakkin üride biha’l batil’ dediği gibidir. Hak sözün manipülatif amaçlar doğrultusunda kullanılmasına girer. İslâm birliği politikası umumi maslahatı esas alır. Hegemonyaya karşı hegemonya yaklaşımını benimsemez. Bu anlamda Rehber Hameney hegemonik cephenin Müslümanlar arasında dini ve ırki uyumsuzluğu ve serkeşliği artırmak istediğini ifade etmektedir. Bu aynen Hatemi’nin sözleri gibidir. Elbette bir yüzü doğrudur ama öteki yüzünde manipülasyon veya istismar vardır. Umumi maslahatı gözönüne almak haddini bilmek ve orada durmaktır. Bu bağlamda, Hamaney 2007’yi milli birlik ve İslâmi dayanışma yılı ilan ettiklerini duyurmuştur. Yanlış anlama, saplantı, yanlış yorumlama ve birbirinin inancına olan yabancılık, husumetin dayanışmanın önündeki engeller olduğunu söylemiştir.
İslam ile müstekbir ve hegemodnik cephe arasındaki cepheleşme Şii-Sünni farkı gözetmez. Bu bağlamda, Müslümlanların etnik ve dini ihtilaflardan sakınmalarını ve düşmanlarını tanımalarını istemiştir. Ama Kardavi’den Fehmi Huveydi’ye kadar bu bağlamda Irak’ta görev İran’a düşmekte ve bu bağlamda iyi niyetini ispata davetlidir.
08.04.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Hangi komşumuzu tanıyoruz ki? |
|
Bulunduğumuz coğrafyada ‘stratejik’ öneme sahip olduğumuz hep söylenir; ancak bunun gereğini yaptığımız pek söylenemez. Son yıllarda kısmen değişmekle beraber, komşularımızla aramız ‘problemli’ olmuştur.
Uzun yıllar ‘bir’ olduğumuz komşularımızla aramıza ‘ihtilâf’lar sokulmuş ve her fırsatta bu ‘yara’lar kaşınmış, kanatılmıştır. Neticede, en yakın komşularımızla aramızda ‘duvar’lar örmüşüz. İran, Irak ve Suriye başta olmak bütün komşularımızla ‘kavga’ etmişiz. Tabiî ki bu ‘hayalî kavga’da en büyük öncü, maalesef medya olmuştur.
Bu gerçeği dile getiren Murat Bardakçı “Türk basını, İran’ı pek bilmez” başlıklı yazısında şöyle demiş: “Önce, açıkça söyleyeyim: Türkiye’de aydın kesimin ve basının, konunun bir-iki uzmanı dışında İran konusunda derinlemesine bir bilgisi yoktur. İran, Türk basınının gözünde sarıklı mollaların hüküm sürdüğü, halkının ortaçağa bile rahmet okutacak cehalet dolu bir karanlıkta yaşadığı baskılar ve sıkıntılar ülkesidir. Basınımızda İran konusundaki boşluğun kanıtlarını burada tek tek sıralamama gerek yok. Zira nükleer faaliyetleriyle ve Birleşik Amerika’nın tehditleriyle gündeme gelen İran hakkında son zamanlarda gazetelerimizde çıkan yazılar bilgi düzeyimizi zaten gösteriyor.” (Sabah, 5 Nisan 2007)
Bu tesbite itirazımız yok, ancak bir ilâve soru ile tartışmayı genişletebiliriz: “Türk aydını ve basını, sadece İran konusunda mı ilgisiz, bilgisiz? Yoksa başka komşu ülkeler olmak üzere diğer bütün İslâm ülkeleri konusunda mı ilgisiz, bilgisiz?”
Bu ilgi ve bilgisizlik o kadar büyüktür ki; Çin’deki, hatta ‘uzay’daki gelişmelerden haberdar oluruz, fakat kapı komşumuz Irak’ta, Suriye’de, İran’da yahut Filistin’de yaşanan hadiseleri duymayız!
Bilmeyiz, duymayız; çünkü haber kanallarımız kapalıdır. Komşularımızla ticaretin arttırılması bile bazılarınca istenmemektedir. Meselâ, son yıllarda ‘sınırda bayramlaşma’ adı altında Türkiye ile Suriye’de yaşayan akrabalar bir araya geliyor ve çok da iyi oluyor. Peki, bu uygulama niçin 20 yıl önce yapıl(a)mıyordu? Bugün yapılıyor da kim zarar gördü? Aynı şekilde, ticarî ve diğer işbirliği faaliyetlerinin de bütün komşu ülkelerle arttırılması lâzım. Bunun için de en büyük görev medyaya düşüyor. Çünkü medya, her fırsatta ‘komşu’ ülkeleri kötüleyip, onları ‘üçüncü dünya ülkesi’ olarak gösteriyor.
Komşu ülkelerimizin sıkıntıları olduğu doğrudur. Ancak bu sıkıntıların kaynağı, bu ülkelerde yaşayan ‘halk’ olmasa gerek. İslâm ülkelerinin umumî problemi olan ‘yönetici-halk uyumsuzluğu’ komşularımızda da sözkonusu. Ama bu problemi aşmak da yine işbirliğini geliştirme ile mümkün.
Meselâ, İran; yıllardan beri ‘yerli otomobil’ üretir ve bu gelişmeden haberimiz olmaz. Tamam, üretilen ‘yerli otomobil’ elbette ‘yabancı desteği’ ile üretilmiştir ama neticede ‘yerli bir marka’ları vardır. İran’da üretilen otomobilin Türkiye’de de piyasaya sunulması gündemde. İran malı otomobili iki yıl önce İstanbul’daki otomobil fuarında görmüştük. Türkiye’de de piyasaya sunulacaktı, ama bu henüz gerçekleşmedi. “Acaba özel bir engel mi sözkonusu?” sorusu da akla geliyor.
İran’ın yerli otomobil yapmış olmasını, ‘Türk halkı’nın bilmemesi normal karşılanabilir. Peki, bu ‘bilgi’yi tüccarların ve ekonomi muhabirlerinin de bilmemesi normal karşılanabilir mi? Kim bilir, başka neleri bilmiyoruz ya da ne kadarını biliyoruz? Endonezya ve Malezya başta olmak üzere ‘uzaktaki İslâm diyarları’nı ne kadar tanıyoruz, ne kadar işbirliği yapıyoruz?
Ah, bu yara çok derindir. İnşallah İslâm ülkeleri arasında ‘müfritane irtibat’ sağlanır. ‘Medya’ya ve bazı ‘aydın’lara rağmen bu irtibatın sağlanacağına inanıyor ve duâ ediyoruz.
08.04.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mehmet KARA |
Darbe ve AB yan yana olmaz |
|
Türkiye iki haftadadır “andıç” ve “darbe girişim”lerini tartışıyor. Ancak bu tartışmalar yapılırken, her şey birbirine girmiş durumda. Tartışma, darbe girişiminden ziyade, bu notların kim tarafından sızdırıldığı yönünde gelişiyor. “Demokrasi ayıbı” olan bu tartışmaları özetlemekte fayda var.
Birincisi “andıç” meselesi… Genelkurmay tarafından hazırlandığı söylenen “Akredite Basın ve Yayın Organları Yeniden Değerlendirmesi” raporu basında yer almıştı. Bu andıca göre, gazeteciler, “TSK karşıtları”, “TSK yandaşları” olarak bir ayrıma tabi tutulmuştu. Askerî savcılığın “notların 12 Ekim’de çalındığını” ve “raporun ABD üzerinden basına sızdığını” açıklamasından sonra raporun doğru olduğu ortaya çıkmış oldu. Genelkurmay Askerî Başsavcısı, yayınlanan andıcın gerçek olduğunu ancak “taslak metin” halinde olduğu söyledi.
Doğruluğu kabul edildi ancak andıcı hazırlayanlar ya da andıcın içeriği değil, sızdıranlar tartışıldı, tartışılıyor. Şimdi soru şu: Soruşturma bu andıcı hazırlayanlar için niçin yapılmıyor?
İkinci “demokrasi ayıbı” ise, “darbe girişimleri…”
“2004’te iki darbe atlatmışız” başlıklı dosyayı kapak yapan Nokta, 24 Nisan 2004’te Kıbrıs’ta Annan planı için yapılan referandum öncesinde bazı komutanların darbe planı yaptıkları yolundaki notları yayımladı. Örnek’in daha sonra yalanlandığı günlüklere dayandırılan habere göre, o tarihte dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Aytaç Yalman, Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Özden Örnek, Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral İbrahim Fırtına ve Jandarma Genel Komutanı Şener Eruygur’un dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök’e rağmen “Sarıkız” adı verilen bir askerî müdahale planı oluşturduğu iddiası yer aldı. Sonrasında plânlanan “Ayışığı” kod adlı başka bir darbe girişimi de Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök’ün karşı çıkmasıyla akim kalmış!
Bu plânların basına sızmasından sonra Org. Örnek bunların hepsinin senaryo olduğunu iddia ederken şu ilginç açıklamayı yaptı: “Komutanlığım döneminde hiçbir zaman günlük tutmadım. Böyle bir günlüğüm mevcut değildir. Haberler tamamen uydurmadır. Karargâhta günlük programlarım düzenli olarak kayıt edilmekteydi. Günlük programlar ve ziyaretler üzerinden tamamen senaryo yazılmış.”
***
Gelinen noktada Başbakan Erdoğan Şam yolunda uçağına aldığı gazetecilere açıklama yaparken, “Burada hiçbir şey olmasa dahi, savcılıklara ciddî manada bir görev düşüyor. Ama onlardan hiç ses yok. Birinci derecede malum dergiden başlaması lazım. O dergiden ‘Sen böyle bir başlığı attın’ Bunu bir ihbar kabul edip o dergiyi çağırması lâzım. Şu anda yargı görevini yapmıyor. Çünkü çağırıp ona soracak. Kaynaklarını söyle bakalım. Delillendir. Belgelendir…” demişti.
Ortaya çıktı ki, Başbakan bu sözleri söylediğinde zaten soruşturma başlatılmış. Fakat Bakırköy Cumhuriyet Başsavcılığı soruşturmayı “darbe iddialarının araştırılmasına” yönelik değil “derginin aleyhine” başlatılması geliştirilirken, günlükle ilgili olarak Örnek ve Eruygur hakkında da inceleme başlatıldığı haberi geldi.
***
İnceleme başlatılması gerekiyordu ve başladı. Ancak, “ Savcılar görevlerini yapsınlar” demekle iş bitiyor mu göreceğiz… Çünkü Kenan Evren hakkında dava açan savcı Sacit Kayasu ve Şemdinli Savcısı Ferhat Sarıkaya örnekleri önümüzde duruyor.
Avrupa Birliği yolundaki bir Türkiye’de hâlâ “darbe” tartışmalarının yapılması demokrasi adına utanç vericidir. Demokrasiye inananlar bu utanç verici tartışmalara “sessiz” kalmamalıdır. Demokrasi adına, temel haklar ve özgürlükler adına susmamak gerekir. Artık hep bir ağızdan demokratik tepki gösterilip “darbe istemiyoruz” denilmelidir.
Andıçların, darbe girişimlerinin konuşulduğu bir ortamda, AB’nin 50. kuruluş yıldönümüne Türkiye’nin çağrılmadığından şikâyet etmek gerçekçi olmaz. Askerî darbelerin Türkiye’yi yıllarca geriye götürdüğünü görerek darbenin konuşulduğu bir ortamda AB’nin Türkiye’ye bakışının olumlu olması beklenemez. Mehmet Ali Birand’ın dediği gibi “Askerî darbe, AB ile ilişkilerin tümüyle dondurulmasına yol açacaktır.” Bu görüşe biz de kadar katılıyoruz. Onun için 21. yüzyılda darbenin artık ağızlara bile alınmaması gerekir. Demokrasi projesi olan AB’ye girmek istiyorsak —ki istiyoruz— o zaman artık hiç kimse “darbe” sözcüğünü uykusunda dahi sayıklamamalı.
Türkiye’nin bütün bu demokrasi dışı konuları aşması gerekiyor. Eğer ortada bir suç ve suçlu varsa, kim olursa olsun ortaya çıkarılmalı… Demokrat Türkiye’ye de yakışan bu olur.
08.04.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|