Mısralara sığınmak
istiyorum
Her cumhurbaşkanlığı seçimi öncesi gerilimli olmuş 82 yıl boyunca… Hele son 3 seçim öncesinde yaşananlar, karbon kâğıdıyla kopyalanmış gibi… Ama aynı sözleri söylemeyi, aynı tavırları sergilemeyi “siyaset” sananlar var önümüzde… Onları oyun/cak/larıyla baş başa bırakalım… Nasıl olsa siyaset ırmağı aka aka yatağını buluyor… Sonunda değişen bir şey de pek olmuyor!
Sapla samanın el birliğiyle birbirine karıştırıldığı şu günlerde, elmalarla armutları toplayarak ülkenin geleceği üzerine ahkâm kesenlere inat, biraz gönlümü/zü yıkamak istiyorum izninizle…
Sun’î gerilimlere ve inatlara inat, tasavvuf deryamızdan birkaç mısrayı hatırlayıp hatırlatmayı, nasibimizce nasiplenmeyi tercih ettim. Olabildiğince farklı isimden seçmeye çalıştım mısraları…
Koca Türkmen eri Yunus’umuz “Bana Seni gerek, Seni” diyordu ya… Bakın 1400’lü yılların ortalarında yaşamış Yunus yolcularından Eşrefoğlu Rûmî neler diyor:
“Ben dost havasına düştüm özge hevâ neme gerek/Başımda dost sevdâsı var dahı sevdâ neme gerek,
Ey zâhid-i dünya-perest var zühdünü arz eyleme/Ben âşık-ı şûrîdeyem zerk u riyâ neme gerek
Ben dost yolunda varımı oynayıban utulmuşam/Çün gitti cümle varlığım havf u recâ neme gerek
Ben lâubali giderem iki cihanı n’iderem/Meylim yok sekiz uçmağa pes mâsivâ neme gerek
Ben uykuma fikretmezem düş görüp ta’bir etmezem/Ben gelmezem, ben gitmezem zühd-ü takvâ neme gerek
Ben dost ile peymânımı Elest’ten ön berkitmişem/Ben dostu ıyan görmüşem hayâl ruya neme gerek
Gerçi surette insanam ben sultan-ı ins-ü cânam/ Ben fârığ-ı dû cihanam işbu gavga neme gerek
Ben Eşrefoğlu Rûmî’yem ben bâkiyem ben kadîmem/ Ben ol murg-ı lâhûtîyem arz u semâ neme gerek”
Elbette, tasavvuf denizinde yol alanların kimi sözlerinin söylendiği gibi anlaşılmaması gerek…
Okunduğu gibi sanılmaması gerek… Üzerinde düşünmek, asıl söylenileni anlamaya çalışmak gerek…
Tıpkı; Seyfi, Seyyid Seyfi, Seyfullah, Seyyid Nizamoğlu ve Nizamoğlu mahlaslarıyla şiirler söyleyen tasavvuf erenimizin, Seyyid Seyfullah mahlasıyla1500’lü yıllardan günümüze, kendi yolculuğunu anlatışında olduğu gibi:
“Ben ezelden dost yüzünü/ Gördüm de geldim bu ile/ Âdem’le cennet zevklerin/ Sürdüm de geldim bu ile
Münâfıklar gelmez yola/ Kâfirlere mihnet gele/ Nuh kavmini cümle sele/ Verdim de geldim bu ile
Kalmazam can ile başa/ Dosttan dönmek yoktur hâşâ/ İbrahim ile ateşe/ Girdim de geldim bu ile
Mûsâ ile çıktım Tûr’a/ Gözlerim Hak yüzün göre/ Tecellî olunan nûra/ Erdim de geldim bu ile
Âşık olan vere ser’in/ Göre yarın Hak dîdârın/ Dâvud’la Câlut askerin/ Kırdım da geldim bu ile
Meşhur olmuştur illerde/ Söylenen cümle dillerde/ Süleyman tahtın yellerde/ Kurdum da geldim bu ile
Eyyûb ile düştüm derde/ Nice yıllar âh-u zarda/ Hep gövdemin etin kurda/ Verdim de geldim bu ile
Zekeriyya’yla ağaca/ Girdim gizlendim ey hoca/Destere ile biçince/ Durdum da geldim bu ile
Ya’kub’la başladım zâra/ Gözümde ak oldu kara/ Yüreğimi yüzbin pâre/ yardım da geldim bu ile
Âhir budur benim sözüm/ Muhammed’dir iki gözüm/Ayağı tozuna yüzüm/ Sürdüm de geldim bu ile
Tanrı arslanı Veli’yle/ Bir kez yetiştim eliyle/ Hayber kal’asın Alî’yle/ Kırdım da geldim bu ile
Seyyid Seyfullah adını/ Komuştur koyan bu dîni/ Yerin göğün bünyâdını/ Urdum da geldim bu ile”
İnsan hâb-ı gaflete düşmeye görsün… Uyandırması zordur… İlâhi bahaneler bile gerekebilir…Onun için erken uyarmak gerek insanları… Sadece hâb-ı gaflete düşüp düşüp düşmemek de değil mesele…
“Hayat” denilen yolculukta daha neler olduğunu da 1600’lü yıllardan günümüze seslenen Himmet’in şiirinden öğrenelim:
“Uyan be hey gâfil hâb-ı gafletten/ Ömrün geldi geçti haberin var mı/ Bir haber aldın mı sırr-ı vahdetten/ Murg-ı cânın uçtu haberin var mı?
Bu dâr-ı rıhlettir bunda kalınmaz/ Hem sonu fenadır murad alınmaz/ Kafile kalkıcak geri dönülmez/ Kervanbaşı göçtü haberin var mı?
Azığın var mıdır yola gitmeğe/ Döşeğin hazır mı varıp yatmağa/ Ejderler gibi dem çekip yutmağa/ Yerler ağzın açtı haberin var mı?
Ma’sıyet yükünü aldın boynuna/ Hiç ölüm korkusu gelmez aynına/ Felek birkaç arşın bezi eğnine/ Yakasız don biçti haberin var mı?
Derviş Himmet senden evvel gelenler/ Kimisi kul kimi sultan olanlar/ Dünya benim mülküm deyip yelenler/ Ecel câmın içti haberin var mı?”
Yukarıda dedik ya; tasavvuf denizinde yol alanların kimi sözlerinin söylendiği gibi anlaşılmaması gerek… Okunduğu gibi sanılmaması gerek… Üzerinde düşünmek, asıl söylenileni anlamaya çalışmak gerek, diye… Bu uyarıya fazlasıyla uyan örneklerden birinde sıra… Yine 1600’lü yılların başlarından günümüze seslenen Muhyî’ye kulak verelim şimdi de: “ Zâhid bizi tan’eyleme/ Hak ismin okur dilimiz/ Sakın efsane söyleme/ Hazret’e varır yolumuz
Sayılmayız parmağ ile/ Tükenmeyiz kırmağ ile/ Taşramızdan sormağ ile/ Kimse bilmez ahvâlimiz
Erenler yolun güderiz/ Çekilip Hakk’a gideriz/ Gâzâ’yı ekber ederiz/ İmam Ali’dir ulumuz
Erenlerin çoktur yolu/ Cümlesine dedik belî/ Görenler bizi sanır deli/ Usludan yeğdir delimiz
Tevhîd eden deli olmaz/ Allah deyen mahrum kalmaz/ Her seher açılır solmaz/ Bahâra erer gülümüz
Muhyî sana olan himmet/ Âşık isen cana minnet/ Elif Allah Mim Muhammed/ Kisvemizdedir dalımız”
İzninizle burada küçük bir hatırlatmada bulunayım… Son iki mısradaki Elif-Mim ve dal harflerini yazınca, ortaya “âdem” çıktığını görüyoruz ya… Tasavvufta da “Elif” harfi “Allah”ı işaret ediyor ya… “Âdem”den “elif”i çıkardığınızda, yani “Âdem” kendisini “Elif”ten uzaklaştırdığında geriye sadece “dem” kalıyor… Lügatler ve tasavvuf dili ”dem”i bizlere “kan, pislik” olarak açıklıyor…
Bu bölümü bir saatlik ders süresince zengin örneklerle bizlere anlatan, açıklayan merhum Mehmet Çavuşoğlu hocamı da bu vesîleyle rahmetle anıyorum izninizle.
08.04.2007
E-Posta:
[email protected]
|