|
|
Şaban DÖĞEN |
Onu nasıl tanırsınız? |
|
İmam Efendi insanın dünyadaki son durağı musalladaki mevtâ için sorar, “Merhumu nasıl bilirsiniz?” diye.
Bu soruyu İsmail Tezer kardeşimiz merhum ağabeyimiz Mehmet Emin Birinci’nin cenazesine katılanlardan bazılarına sormuş. Cevaplar hep hüsn-ü şehadetle dolu.
Mustafa Sungur Ağabemizin değerlendirmesi şöyle: “Bu kardeşimiz, Risâle-i Nur’da idealini buldu. Elhamdülillah o şekilde bir hayat yaşadı. Dünya kirlerinden uzak olarak rahmet-i Rahman’a kavuştu inşaallah.”
“Biz onu Tahir Ağabeyin vekili gibi kabul ederdik. Üstadı hüve hüvesine yaşamak isterdi” değerlendirmesi de Mehmet Fırıncı Ağabeye ait.
Mehmet Kutlular Ağabey ise onun Tahir Ağabey gibi farz ve sünnetlere uyma hususunda çok hassas olduğunu söylüyor.
Ortak kanaat onun takva sahibi; ibadete, özellikle namaza düşkün oluşu. Son anda ezan sesini duyduğunda teyemmüm yapar, namaza durur gibi hareketler yaptığını ve böylece ruhunu Rahman’a teslim ettiğini yanındakiler müşahede etmişler.
Bu takva sahibi, iman ve Kur’ân’a hizmette gayretli insan, masumların müdafaası için şehir kasaba demeden ülkenin dört bir yanına koşan Merhum Bekir Berk’in de sekreterliğini yapmış, onun yokluğunda işlerini takip etmişti. Nefis Risâle okuyuşuyla da tanınan Birinci Ağabey çarkları çalıştıran makinenin ana mili gibi Risâle-i Nur’u okumaya ve anlamaya teşvik eder, hep Nurlardaki ince noktaları nazara verirdi. Birgün Şuâlar’ın sonundaki elhamdüllih bahsiyle ilgili çarpıcı şu satırları açıp okumuştu: “Mü’min olan bir insanın dünyanın kuruluşundan sonuna kadar uzanan manevî bir ömrü vardır. Ve insanın bu manevî ömrü ezelden ebede uzanan bir hayat nurundan meded ve yardım alır.”
Onun birgün Yeni Asya Temsilciler Toplantısında Düzceli Necdet Pehlivan kardeşimizin gördüğü bir rüyayı anlattırışında da aynı teşvik vardı. Necdet kardeşimiz bir gece rüyasında evlerinin avlusunda bir gürültü duyar ve hemen dışarı fırlar. Millet toplanmış, mahşerî bir kalabalık var. Bakar ki Üstad gelmiş. Hemen koşup Üstadın elini öper ve kucaklaşırlar. Üstad Necdet’e der ki: “Sen sınıfta kalan talebe olma.”
Uyanır Necdet kardeşimiz ve düşünmeye başlar: “Üstad acaba bununla neyi kastetti?” Hemen aklına gelir. Talebe senede bir defa sınıf geçer. Külliyat da yaklaşık altı bin sayfadan ibaret. Günde yirmi sayfa okunduğunda bir senede bitirilmiş olur. Öyleyse sınıfta kalmamak için Külliyat senede bir defa mutlaka okunmalı” diye kendi kendine yirmi sayfa okumaya karar verir.
Evet, Mehmet Birinci Ağabey lisan-ı hâliyle olduğu gibi sözleriyle de bir şevk ve teşvik adamıydı.
Allah rahmet ve makamını âlî eylesin. Âmin.
09.04.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Cehennem'den çıkmak rahmettir. |
|
Van’dan Şehabettin Öztürkçü: “Bir kısım ehl-i imanın Cehenneme girdikten bir süre sonra çıkarılacakları ile ilgili âyet veya hadis var mıdır?”
Güvenilir hadis kaynaklarından Müslim’in Sahih’inde, mahşerden sonra Cehennem’e gidenlerden, Cenâb-ı Allah’ın sonsuz rahmeti, şefkati ve şefaati neticesinde kurtulanlar arasında, en son, hiçbir hayır işlememiş olanların da bulunduğunu müjdeleyen uzun bir hadis-i şerif vardır.
İlgili hadis-i şerifin müjde kısmını buraya alıyoruz:
“Bundan sonra Aziz ve Celil olan Allah: ‘-Melekler şefaat ettiler. Peygamberler şefaat ettiler, mü’minler de şefaat ettiler. Şefaat etmedik bir Erhamü’r-Râhimîn kaldı!’ buyurur.
“Bundan sonra ateşten bir topluluğu toplar ve dünyada iken hiçbir hayır işlemeyip de Cehennemde kömüre dönmüş birçok kimseleri çıkarır. Ve Cennetin yolları üzerinde olup hayat nehri adı verilen bir nehre onları daldırır. Bunlar selde çıkan yabanî reyhan tohumları gibi birden gürbüzleşirler… Artık hayat nehrinden boyunlarında halkalar olduğu halde inci gibi güzel olarak çıkarlar. Cennet ahalisi onları o alâmetle tanırlar. İşlenmiş hiçbir amelleri, önden gönderdikleri hiçbir hayırları olmadığı halde Allah’ın Cennete aldığı azatlıkları işte bunlardır.”
Sonra Hak Teâlâ onlara: “Cennete giriniz! Gözünüzün görebildiği her ne varsa sizindir!” buyurur.
Onlar: “Ey Rabb’imiz! Sen âlemlerden hiçbir kimseye vermediğini bize ihsan ettin!” derler.
Kendilerine: “Size bundan efdal bir hediyem var!” buyurulur.
Onlar: “Ey Rabb’imiz! Bundan efdal ne vardır ki?” derler.
Allah Teâlâ: “Benim rızam! Artık bundan sonra ebediyen size gazap etmem!” buyurur.1
Bu hadiste geçen, “işlenmiş hiçbir iyi amelleri ve önden gönderdikleri hiçbir hayırları olmadığı halde Allah’ın Cennete aldığı azatlıkların” kimler olduğu meselesine gelince:
1- Cenâb-ı Hak, şirk, küfür ve inkâr bataklığına bulaşmamış, fakat kalbinde zerre kadar iman ve hayır da bulunmayan kimselerden dilediklerini affeder.
İşte âyetler:
* “De ki: Ey kendi nefisleri aleyhine haddi aşan kullarım! Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyin! Çünkü Allah bütün günahları bağışlar. Şüphesiz ki O, çok bağışlayan, çok esirgeyendir.2
* “Allah, kendisine şirk koşulmasını asla bağışlamaz; ondan başka günahları dilediği kimse için bağışlar. Kim Allah’a ortak koşarsa büsbütün sapıtmıştır.”3
Öyleyse, Cenâb-ı Allah’ın, her zaman yegâne ümit kapısı olduğunu; her zaman, her yerde, her darlıkta ve her olumsuzlukta mahlûkatının ve kullarının mutlak ümidi bulunduğunu; bütün ümitlerin tükendiği her kör noktada O’nun rahmet kapısının hep açık olduğunu ve Kendisine iltica edenlere şefkatle ve merhametle hep yardım ettiğini asla unutmamalıyız.
Üstad Saîd Nursî Hazretlerine göre, Allah’ın emrine muhatap olan insanlar her zaman korku ve ümit ortasında bulunurlar ve Allah’ın azabından kurtulmayı umarak Rab’lerine yönelmeyi hiçbir zaman ihmal etmezler.4
2- Cenâb-ı Hak, Peygamber göndermediği kavimleri veya kendisine Peygamber tebliği ulaşmamış kimseleri kalbinde zerre kadar iman ve hayır bulunmasa da affeder, azapta bırakmaz. Kendisine Peygamber tebliği ulaştığı halde inanmamış, Allah’ın âyetleri ve daveti kendisine bildirildiği halde yalanlamış ve inkâr etmiş kimseleri ise Cenab-ı Allah azaplandırır. Şu âyetleri inceleyelim:
* “Kendisi için doğru yol belli olduktan sonra, kim Peygamber’e karşı çıkar ve mü’minlerin yolundan başka bir yola giderse, onu o yönde bırakırız ve cehenneme sokarız; o ne kötü bir yerdir.5
* “Kendisine Rabbinin âyetleri hatırlatıldıktan sonra onlardan yüz çevirenden daha zalim kim olabilir! Muhakkak ki biz, günahkârlara, lâyık oldukları cezayı veririz.”6
* “Biz, bir Peygamber göndermedikçe kimseye azap edici değiliz.”7
Üstad Bedîüzzaman Hazretleri, semâvî âfetlerden ve beşerin zâlim kısmının cinâyetlerinin neticesi olarak gelen felâketlerden ölen veya perişan kalanlardan on beş yaşına kadar olanların hangi dinde olurlarsa olsunlar şehid hükmünde olduklarını; on beş yaşından yukarıda olanlardan “mâsum ve mazlum” olanların ise mükâfâtlarının büyük olduğunu ve bu âfet ve musîbetlerle Cehennem’den kurtulabileceklerini kaydeder. Üstad Bedîüzzaman’a göre, Hazret-i Muhammed Aleyhiselâtü Vesselâm’ın dîni bütün zamanlarda hâkim olduğu halde bir karanlık ve fetret devri olan âhir zamanın getirdiği genel lâkâytlık perdesi altında mazlumların, ihtiyarların, musîbetzedelerin, fakirlerin, zayıfların ve müstebit büyük zâlimlerin cebir ve baskıları altında şiddetli musîbet çekenlerin yaşadıkları âfetler ve çektikleri musîbetler, medeniyetin ve felsefenin sefâhetinden, dalâletinden ve küfründen gelen günahlarına kefâret hükmüne geçer ve Cehennem’den kurtulmalarına vesîle teşkil eder.8
Demek fetret devirlerinde kendilerine Peygamber daveti ulaşmadığı için makbul bir îmân getirmemiş olan, semâvî musîbetlerle günahlarından da arınan mazlumlar ve masumlar, hangi dinde olurlarsa olsunlar, “Biz, bir Peygamber göndermedikçe kimseye azap edici değiliz”9 âyetinin şemsiyesi altına girmeye ve Cenâb-ı Hakk’ın şefkat ve merhametiyle Cehennem’den kurtulmaya namzettirler. Doğrusunu Allah bilir.
Dipnotlar:
1- Müslim, Îmân, 301; 2- Zümer Sûresi: 53; 3- Nisâ Sûresi: 116; 4- İşârâtü’l-İ’câz, s. 154; 5- Nisa Sûresi: 115; 6- Secde Sûresi: 12-22; 7- İsrâ Sûresi: 15; 8- Kastamonu Lâhikası, s. 79; 9- İsrâ Sûresi: 15
09.04.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Nimetullah AKAY |
Bizim için değerli olanlar |
|
Yakınlarımızın ve yakınımızda bulunan insanların nezdimizdeki itibarları farklı farklı olabilmektedir. Bazı insanları çok sever, hep onlarla beraber olmayı arzu ederiz. Bazılarına da olabildiğince uzak kalmak isteriz. İnsanlarla olan münasebetlerimizi düzenleyen bir çok sebep bulunmaktadır. Bu sebeplerin oluş nedenleri üzerinde düşünürsek, bazı sebeplerin dünya menşeli olduğunu, bazılarının ise dünyadan ziyade İlâhî rızadan kaynaklandığını anlayacağız.
Gerçekten, eşimizi, evlatlarımızı, babamızı, annemizi, kardeşlerimizi veya birlikte yaşadığımız insanları niçin seviyoruz? Bu yakınlarımızın veya diğer insanların hangi davranışları bizlerin onlara karşı olan sevgimizi arttırmaktadır? Meselâ, bizim ile olan ilgilerinin fazlalığı mı, onların bizlere dünyevî menfaat sağlamaları mı, onların önemli makam ve mevkilerde oluşları mı onları bizim gözümüzde büyütmekte, onlara karşı olan meyillerimizi arttırmaktadır? Yoksa inançlı bir yaşayış bizim için bütün dünyevî değerlerin önünde mi yer almaktadır?
Ne yazık ki, dünya hayatımızın seyrine şöyle sorgulamalı bir tarzda bakarsak, sevgilerimizin, ilgilerimizin çoğunun dünya hayatıyla ilgili olduğunu göreceğiz. Oysa gerçekte böyle olmamalıdır. İster akrabalarımız olsun, isterse başka insanlar olsun, onların bizi cezb eden yönleri, onların bir kul hassasiyetiyle ve samîmîbir şekilde yaşadıkları hayatları olmalıdır.
Bir insan ne kadar Allah’a yakınsa, ne kadar Resûlüllah’ın hayat tarzını kendine rehber edinmişse, onların o hayat tarzları o kadar bizi sevindirmeli, o nisbette de onlara karşı olan yakınlığımız ve sevgimiz artmalıdır. Yani sevgilerimiz Allah için olduğu gibi, buğzlarımız, kızgınlıklarımız da Allah namına olmalıdır. Böyle olduğu takdirde sevme ve buğz etme duygularımız yerli yerinde kullanılmış olacaktır.
Ama bugün çoğu insanın yaşantısının iman çerçeveli ideal bir hayatla uyumlu olduğunu söylemek oldukça zor görünmektedir. Bu konuda kendimizi de teste tâbi tutarsak, olabildiğince dünyevîleşmenin etkisi altında olduğumuzu anlayacağız. Belki farkında değiliz, ama bu yaklaşım tarzı bizim için önemli bir handikap oluşturmaktadır.
İsterseniz kendi oğlumuz veya kızımız için sahip olduğumuz bazı düşüncelerle kendi duygularımızı tartalım. Meselâ, evladımızın namaz kılan sıradan bir insan olması mı bizi daha çok sevindirmekte, yoksa namaz kılmayıp fakat iyi ve itibarlı bir mesleğe sahip olması mı bizi daha fazla sevindirmektedir? Bu sorunun cevabını vicdanımızdan öğrenebiliriz. Eğer dünyevî makam ve mevkilerin bizi daha fazla sevindirdiğini, bu durumda olan yakınlarımızın göğsümüzü kabarttığını görürsek, böyle bir yaklaşımın kâmil bir insan portresi ile bir araya gelemeyeceğini bilmeliyiz.
Bizler biliyoruz ki, namaz kılmak bir Müslüman için, olmazsa olmaz bir ibadettir. Yine biliyoruz ki, namaz konusunda hassas olan ve diğer dinî vecibelerini de ihmal etmeyen insanların Allah’ın nezdinde, namaz kılmayan ama dünyanın en itibarlı makamlarında olan insanlardan çok daha değerli bir mevkileri bulunmaktadır...
Allah, elbette ki, emirlerini yerine getiren, nehiylerinden kaçınan insanları daha fazla sevecektir. O zaman bizler de Rabbimizin sevdiği insanları sevmek mecburiyetindeyiz. Bu böyle değilse, demek ki büyük bir yanlış içinde bulunmaktayız. Demek nefsimiz ve şeytan bizim duygularımızı yanlış yönlere çekmektedirler.
Eğer Allah’ın rızası dairesinde bir sevgi halesi oluşturmak istiyorsak, yakınlarımızın öncelikle samîmî birer Müslüman olmaları bizi her şeyden daha fazla sevindirmeli. Ayrıca yavrularımızın her şeyden önce kulluk vazifelerini tam yapmaları bizi her şeyden çok ilgilendirmelidir. Dünyanın cazibeli makam ve mevkileri için inanan insanların evlâtlarını fedâ etmesinin akıl ve iz’anla bağdaşır bir tarafı bulunmamaktadır şüphesiz.
Yavrularımızın ve yakınlarımızın dünyevî geleceklerini birinci plana alıp, uhrevî ihtiyaçlarını geri planlara atarsak, altından kalkılması zor neticelerin bizi beklediğini de unutmamamız gerekir. Yüce dinimiz bizden samîmî bir inanç beklemektedir.
09.04.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Gelecek yıl bugünler |
|
Anormal yeni bir siyasî gelişme yaşanmadığı takdirde, 2008 yılı baharında daha güzel bir Türkiye ve barış esintilerinin hızlandığı daha huzurlu bir dünya bizi bekliyor olacak.
Gerek AB ve ABD'de, gerekse Türkiye'nin iç siyasî tablosunda, müsbet mânâda önemli gelişmelerin, hatta değişimlerin yaşanacağı kuvvetle muhtemeldir.
Dünya, bir taraftan ısınma, kuraklık, çevre kirliliği, terör ve işgal gibi tehdit ve sıkıntılarla pençeleşirken, bir yandan da sosyal ve siyasî hayatı daha yaşanılır bir hale getirmenin mücadelesini veriyor. Zira, buna mecbur ve hatta mahkûmdur. Aksi halde, şu global dünyada hayat herkes için çekilmez, dayanılmaz bir azâba dönüşecek.
* * *
Şimdi, fikrî seyahatimize geniş dünyadan başlayalım ve muhitten merkeze doğru adım adım yol almaya çalışalım...
Amerikan Senatosu, geçtiğimiz Mart ayında sevindirici bir karara imza attı. Bu karara göre, en geç 2008 Nisan'ına kadar muharip Amerikan askerlerinin tamamı Irak topraklarını terk etmesi gerekecek.
Gerçi Başkan Bush, bir şekilde bu kararı veto etme cihetine gidebilir. Ancak, adeta bir kördüğüm halini alan ve Allah'ın her günü can kaybına yol açan "Irak savaşı"nı sürdürmenin, yahut şiddetlendirmenin kendisine, partisine ve ülkesine hiçbir fayda sağlayamayacağını herhalde anlamış olmalı.
Anlamış olmalı ki, artık eskisi kadar şahin kesilmiyor ve savaş karşıtı cephenin sözlerine kulak verme gereğini duyuyor: "Amerikan halkı savaştan bunaldı" anlamında sözler sarf ediyor.
Kaldı ki, 5+5 sistemine göre Bush'un bir kez daha seçilme şansı da yok. Bundan dolayı, savaşı daha da şiddetlendirerek bir şeref elde edemeyeceğini muhtemelen hesap etmiş olmalı.
Öte yandan, önümüzdeki yıl sonu yapılacak olan başkanlık seçiminde, Bush'un partisi Cumhuriyetçiler değil, Demokratların daha avantajlı bir durumda olduğu şimdiden anlaşılmış bulunuyor.
Senato'da olduğu gibi Temsilciler Meclisi'nde de üstünlüğü elde eden Demokratların, genel seçimlere kadar daha da güçleneceklerine kesin gözüyle bakılıyor. Zira onlar, dış dünyada savaş istemedikleri gibi, devletin gücünü işgal operasyonlarında değil, daha ziyade iç dinamiklerde ve bilhassa iktisadî kalkınma yönünde kullanma taraftarıdırlar. Bu tutum, onların siyasî misyonlarının da bir ifadesidir. Nitekim, geçmiş Demokrat iktidarları döneminde de ekseriyetle böyle olmuştur.
* * *
Türkiye, Ortadoğu ve muhtelif derecelerde bütün dünyayı etkilemesi beklenen Amerika'daki siyasî değişimin yanı sıra, özellikle Türkiye lehinde olması beklenen bir diğer değişimin ise AB cephesinde belirginlik kazanacağı tahmin ediliyor.
Şüphesiz, AB'nin Türkiye gibi farklı ve büyük bir ülkeyi "tam üyelik sıfatıyla" kabul ve hazmetmesi kolay görünmüyor.
Ne var ki, onlar açısından Türkiye reddedilecek bir ülke konumunda da değil.
O halde, rijid değil de, dengeli bir politikanın takip edileceğini söylemek mümkün. Olsun. Yeter ki, aleyhte ve dışlayıcı bir gelişme yaşanmasın.
* * *
Gelelim dar dairedeki Türkiye'nin genel durumuna...
Gelecek yıl bu zamanlara kadar seçimler olmuş bitmiş, parlamento yenilenmiş ve yeni bir hükümet işbaşına gelmiş olacak.
Türkiye, yeni bir cumhurbaşkanı ve yeni bir başbakanla yoluna devam ediyor olacak.
Ülkenin siyasî mukadderatına hükmeden yeni idarecilerin, bilhassa AB kriterlerinin öncelikleri arasında yer alan hürriyet ve demokrasi sahasında, seleflerinden daha istekli, daha ciddî ve daha gayretli olacaklarını umuyor ve bekliyoruz.
Türkiye, medeniyet projesinde geriye doğru gitmeyi kabul etmeyeceğine göre, ister istemez ilerleme kaydetme yolunu seçecektir.
Hâsılı, gelecek yıl bugünlerde, Türkiye'nin bir takım ayakbağlarından kurtularak, kendi içinde, AB nezdinde ve ABD karşısında daha güçlü, daha dinamik ve daha demokratik bir yapıyla, ileri ve medenî ülkeler arasındaki yerini sağlama almış olmasını Rahmet–i İlâhî'den ümit ve temenni ediyoruz.
Ayılar ve arılar...
Bir bal yapmayı, diğeri ise bal yemeyi çok seviyor.
Uzmanların açıklamasına göre, şimdi her iki cinsin de hayatı tehdit ve tehlike altında.
Dünyadaki ısınma, kuraklık, fizikî ve ekolojik dengenin bozulmaya yüz tutması gibi (gayr–i) insanî sebepler yüzünden, sadece bu iki hayvan türünün değil, sayısız canlının hayatı da ciddî tehdit ve tehlike altında bulunuyor.
GÜNÜN TARİHİ 9 Nisan 1588
Sinan olmak, yahut 'Hesap Günü'nü
düşünerek taşları dizmek
Sadece Osmanlı'nın değil, belki de insanlık tarihinin bilinen en büyük mimarı olan Mimar Sinan, Hakk'ın rahmetine kavuştu.
Seksen bir yıllık hayatında inşa ettiği eserleri tek tek sayılamayacak kadar çoktur.
Şimdiye kadar rakamlarla tesbit edildiği kadarıyla, Mimar Sinan'ın 84 cami, 52 mescid, 57 medrese, 70 darülkurra, 12 türbe, 94 imaret, 122 darüşşifa, 222 suyolu kemeri, 9 köprü, 59 kervansaray, 433 ev, 48 hamamdan müteşekkil eseri var.
Ayrıca, Kâbe'nin revak kubbelerini tamir etmiş, Ayasofya'yı elden geçirmiş ve iki minaresini inşa etmiştir.
Sayı çokluğu yanında, kalite ve mükemmellik yönünden de erişilmez bir noktada olan Mimar Sinan'a, hayatta iken zaman zaman "Bu kadar güzel, düzgün ve sağlam eserleri inşa etmeyi nasıl düşündüğü ve nasıl başardığı" yolunda sorular sorulmuş, o da hülâsaten şu cevabı vermiştir: "Tasarladığım her sütun ve duvarı ve o duvara yerleştirdiğim her taşı, Hesap Günü'nü düşünerek, yani huzur–i İlâhi'de hesap verir gibi düşünerek koyup yerleştiriyorum. Eserlerdeki düzgünlüğün, sağlamlığın en büyük sırrı budur."
Şehzadebaşı Camiini çıraklık, Süleymaniye'yi kalfalık ve Selimiye Camii'ni de ustalık dönemi eserleri arasında zikreden Mimar Sinan'ın, ayrıca Ayasofya ile bağlantılı şöyle bir değerlendirme yaptığı da rivâyet edilir: "İşittim ki, leşker–i kuffarın mimarları 'Ayasofya gibi bir kubbe yapılamaz' demişler. Anun içun, Selimiye'yi dört zira' (karış) ziyade eyledim."
Mimar Sinan'ın mimarlık yönüyle olduğu kadar şahşî fazileti itibariyle de "büyük insan" olduğunun en bâriz bir alâmeti, onun "mütevazi" oluşudur.
Hayatta iken kendi eliyle Süleymaniye Camiinin dışında bir köşecikte yaptırmış olduğu türbesinin mütevazi yapısı, onun bu yönünü açıkça izah ve ifade ediyor.
Evet, "tevazu" büyüklüğün şanındandır.
Büyük mimar, büyük insan Mimar Sinan'a Cenâb–ı Hak'tan binler rahmet ve mağfiret niyazıyla...
09.04.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Yeni Asyadan Size |
Bediüzzaman Haftası gönülleri fethetti |
|
Bediüzzaman Haftası mânâsına uygun bir atmosfer içinde idrak edildi. Etkinliklerin Türkiye çapında estirdiği heyecan fırtınası yurt dışına da taştı. Konusu ‘toplumsal barış için sevgi’ olarak belirlenen bu seneki faaliyetlerde konuşmacılar, sevgisizliğin yansıması olarak ortaya çıkan şiddete, çatışmalara, manevî bunalımlara, aile içi iletişimsizliğe Kur’ân’dan, Peygamberimizin örnek ahlâkından ve Risale-i Nur’dan alıntılar yaparak çözümler sundular.
Muhtelif bölgelerde gerçekleştirilen etkinlikler, gazetemizde de haberleştirilerek okuyucularımıza duyuruldu.
Bizim Radyo’nun canlı yayınladığı İstanbul ve Bursa’daki panellere Bediüzzaman Hazretlerinin hizmetinde bulunmuş talebelerinden Mustafa Sungur ve Mehmet Fırıncı da katılarak, yaşanan duygusal sahnelere hoş bir renk kattılar. Meclis Başkanı, Başbakan, bakanlar, siyasî parti liderleri başta olmak üzere mahallî ve mülkî erkânca gönderilen yüzlerce kutlama telgrafı da toplantıların dikkatle izlendiğini ve önemsendiğini ortaya koydu.
Bediüzzaman Said Nursî’nin vefat tarihini içine alan günlerde yoğunluk kazanan etkinliklerde konuşmalar, Said Nursî’nin dile getirdiği “Muhabbet şu kâinatın bir sebeb-i vücududur,” “Biz muhabbet fedaileriyiz, husumete vaktimiz yoktur” gibi; derin, kapsamlı ve kucaklayıcı bir sevgi felsefesinin çarpıcı ve vurucu ifadesi olan sözleri etrafında şekillendi.
Risale-i Nur Ensitüsü tarfından gerçekleşen etkinliklerin hafta mânâsını pekiştirecek bir şekilde önümüzdeki yıllara da taşınması hedefleniyor.
***
Mehmet Emin Birinci’yi ahirete uğurladık
Ömrünü, genç yaşta tanıma bahtiyarlığına eriştiği Bediüzzaman’a ve Risale-i Nur’a hizmetle geçiren Mehmet Emin Birinci’yi bekâ âlemine yolcu ettik. Risale-i Nur’un ilk defa matbaa ile neşrini gerçekleştirenler arasında yer alan Birinci, hayatının sonuna kadar yurt içi ve dışında bu eserlerin tanınması, okunması ve yaşanması için çalıştı. Cenazesi, on binleri bulan muhteşem bir cemaatin katılımıyla Eyüpsultan Kabristanına defnedilen Birinci, vefatıyla Risale-i Nur müntesiplerinin buluşma ve kucaklaşmasına da vesile oldu.
Yeni Asya ve Bizim Radyo vefat öncesi ve sonrası yaptığı yayınlarla Birinci Ağabeyin hizmet hayatını hatırlatmaya yardımcı oldu. Allah mekânını Cennet etsin.
***
Hanımlar Rehberi yeni tanzimle yayınlandı
Büyük boy külliyatın yeni tarzıyla neşrini tamamlayan Yeni Asya Neşriyat, cep boy risalelerin dipnotlu, lügatçeli ve indeksli olarak yeni tanzimle yayınını sürdürüyor. Bu çerçevede Hanımlar Rehberi yeni tanzimle satışa sunuldu.
Hanımları “şefkat kahramanı” olarak gören Bediüzzaman Hazretleri, tıpkı gençler için Gençlik Rehberi yazdığı gibi, hanımlar için de bir Hanımlar Rehberi yazmanın gerekliliğini şu sözleriyle dile getirir:
“..bu gece şiddetli bir ihtarla kalbime geldi ki: Madem on beş sene evvel gençlerin istemeleriyle Gençlik Rehberi’ni onlar için yazdın ve pek çok istifade edildi. Halbuki hanımlar taifesi, gençlerden daha ziyade bu zamanda öyle bir rehbere muhtaçtırlar.” (Lem’alar, s. 201)
Hanımlar Rehberi’nin ihtiva ettiği konuların başlıcalarını şöyle sıralayabiliriz: Kadınların ahiret mutlulukları gibi dünya mutluluklarının da İslâm dairesinde olduğu, evlilikte dikkat edilecek hususlar, kadınlardaki yüksek şefkat duygusunun ahirzamanda önemli bir esas olması, imanın ihtiyar kadınlara verdiği teselli, tesettür, taaddüd-ü zevcat meselesi, büluğ çağına ermeden vefat eden çocukların durumu, vs...
Eserde ayrıca Risâle-i Nur hizmetinde bulunan hanımlara ait mektuplar da yer almaktadır.
***
“Nur’un Sadık Kahramanı: Zübeyir Gündüzalp”
Bediüzzaman’ın “Kâinata değişmem” dediği sadık talebesi Zübeyir Gündüzalp’in hayatı kitaplaşıyor. Eğitimci-yazar İbrahim Kaygusuz’un, yaşadığı mahalleri dolaşıp, çocukluğundan itibaren ebedî âleme göçene kadar bire bir Zübeyir Gündüzalp’le hayatı kesişenlerle görüşerek kaleme aldığı eser, önümüzdeki günlerde “Nur’un Sadık Kahramanı: Zübeyir Gündüzalp” ismiyle piyasaya sunulacak.
Lahika sayfamızda geniş bir özetini yayınlamaya devam ettiğimiz eser, Zübeyir Gündüzalp’in hayat hikâyesi ve örnek hizmetlerini akıcı ve sade bir dille ele alıyor.
***
Dergilerimiz seçkin mağazalard
Yeni Asya Medya Grup tarafından yayınlanmakta olan Köprü, Bizim Aile, Genç Yaklaşım ve Can Kardeş dergileri, NT mağazalar zincirinin ülke genelindeki 73 şubesinde satışa sunuldu. Prestij marketleri ile Diyanet Yayınevinin Ankara ve İstanbul’daki kitap mağazalarında da sergilenecek olan dergilerimize bundan böyle daha kolay ulaşılabilecek.
Hepinize hayırlı haftalar diliyoruz...
09.04.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Hakan YALMAN |
Rakamlarla tefekkür |
|
Varlık âlemi yaratılışında hikmetlerle dolu ve insan aklına algılarına hitap eden mükemmellik mesajları ile yüklü. Varlığın işleyişi ve insan idraki arasındaki idealize bağlantı şekli, insanın varlığın işleyişini kendi algı ve mantık kuralları çerçevesinde anlayabilme vasıtası matematik ve rakamlar olmalı. Günlük yaşantımızda her şey, büyüklük ve küçüklük ölçüleri, alış-verişler, zaman ve yer oryantasyonları hep rakamlarla şekillendirilmiş. Rakamlar adeta dünyanın yani mülk âleminin en önemli merkezi konumundaki kavramları.
Varlıkla irtibatımız noktasında hayati önemleri var. O yüzden az düzeyde de olsa matematik bilmeden sosyal hayatın idamesi mümkün olmuyor. Bu yüzden olsa gerek Âlemlerin Rabbi zaman zaman isimlerinin güzelliklerini matematik ölçülerle ifade edilen ve rakamların dili ile mükemmelliğin anlaşılabileceği bir tarzda ortaya koyuyor.
Bu konuyla irtibatlı olarak tarih boyunca ve özellikle matematiğin çok revaçta olduğu Eski Yunan Medeniyeti’nde varlık âleminde en ideal oranın ne olduğu sorusuna cevap aranmıştır. Yani bir doğruyu en ideal anlamda, iki parçanın birbirine oranı en iyi ya da en ergonomik, en optimum olacak şekilde nasıl bölünebilir? Eski Yunan’da bu sorunun cevabı için bulunan sonuç şu olmuş: Küçük parçanın büyük parçaya oranı büyük parçanın doğrunun bütününe oranına eşit olduğunda ideal oran bulunmaktadır. Bunun için boyu 1 birim olan bir doğru ele alalım ve bu doğru üzerinde söylediklerimizi matematik lisanı ile yani formül şeklinde ifade edelim.
A—————————————————————B——————————————————-C x 1-x
Yukarıdaki sözlü ifademizin karşılığında 1-x küçük parça, x de büyük parça olarak kabul edilirse, formülümüz:
1-x x————- = ————x1
Bu denklemin çözümünde ortaya çıkan sonuç:
x=1.6180339887498948482045868343653811772030917980576… olacaktır. Bu rakam altın oran adını almaktadır. Bu yukarıda bahsettiğimiz bir bütünün ikiye ayrılmasında en ideal rakam olarak bulunmuştur. Bu oran aynı zamanda Rabb’ül Âlemin’in bu âlemi bizlere hitap eder tarzda dizayn ederken kullandığı ve mutlak kemalini ve sonsuz cemalini matematik lisanı ile ifade ettiği bir vasıta olmuştur.
İnsanlarda, bitkilerde, hayvanlarda ve dünyada pek çok şeyin yaratılmasında bu oranın kullanıldığı gözlenmiş. Bu oran göze en hoş gelen şekillerin ortaya çıkması neticesini doğurduğu için “göz nizamının oranı diye de adlandırılmaktadır. Ay çiçeğinin merkezden dışarıya ya da soldan sağa doğru tane sayılarının birbirine oranı vermekte yine papatyada altın oran gözlenmektedir. İnsanın kafasındaki saçlar spiral şeklinde çıkmakta bu spiralin eğrilik oranı ya da eğrinin tanjantı altın oranını vermektedir. İnsan kolunda omuzdan dirseğe ve dirsekten bileğe olan mesafelerde, parmakların üst boğumunun alt boğuma olan mesafesinde, parmağın tamamının üst boğuma kadar olan mesafeye oranında yine altın oranın kullanıldığı gözlenmektedir. Mısır piramitleri gibi insanlık tarihinin önemli eserlerinde de meselâ tabanın yüksekliğine oranında altın oran gözlenmektedir. Mona Lisa, Aziz Jerome gibi tablolarda boyun ene oranı altın oranı vermektedir. Picasso’nun da Leonardo de Vinci gibi resimlerinde bu oranı kullandığı ifade edilmektedir. Çam kozalağının spirallerinde deniz kabuğunun eğriliklerinde, tütün bitkisinin yapraklarının dizilişindeki eğrilikte, eğrelti otunda bu altın oranın varlığı tesbit edilmiştir. Kısacası fıtri olan şekillerde sanki altın oran bir kural gibidir.
Fizikte de belirli sayıda dirençten maksimum verim elde etmek için eşdeğer direnci bulmak için yapılan hesabın sonucu 1.618 yani altın orandır. Salyangozun kabuğu bir düzleme aktarılırsa bu düzlem bir dikdörtgen oluşturur, bu dikdörtgen altın dikdörtgen olarak adlandırılmaktadır ve boyun ene oranı altın oranı vermektedir. Mazda, Toyota gibi araba markalarının dizaynlarında bu oranı kullandıkları ve eğimleri bu orana uygun şekilde verdikleri ifade edilmektedir. Yine Mimar Sinan’ın da eserlerinde bu oranı kullandığı ifade edilmektedir.
Bu oran Fi sayısı olarak bilinmektedir. İlk olarak kimin tanımladığı net değildir. Pisagor altın oranla ilgili olarak şunları söylemektedir: “Bir insanın tüm vücudu ile göbeğine kadar olan yüksekliğinin oranı, bir pentagramın uzun ve kısa kenarlarının oranı, hepsi aynıdır. Bunun sebebi nedir? Çünkü tüm parçanın büyük parçaya oranı, büyük parçanın küçük parçaya oranına eşittir.
Üzerine 1 eklendiğinde karesine eşit olan iki sayıdan biri 1.618033... yani altın orandır. Diğer sayı ise -0.618033 sayısıdır ve iki sayının virgülden sonraki kısımları aynıdır. Matematikte 1.618033... sayısına Fi 0.618033 sayısına fi denmektedir. Bu iki sayı arasında şöyle lâtif bir ilişki bulunmuştur:
Fi x fi = 1
Fi – fi = 1
Bu lâtif ilişkiler bu rakamların bire ya da vahdete, tevhide işaretinin matematik lisanı olarak dile getirilmesi şeklinde kabul edilebilir ve bu şekilde rakamları tefekkür ufkumuza taşıyacaklardır. Valığın genelinde gözlenen bu oran aynı elden çıkmışlığa ve aynı kudretin esrleri olduklarına sağlam ve matematik bilimi bir delil şeklinde kabul edilmelidir. Bu rakamları hayatı ve varlığı anlayabilip ilişkilerimizi düzenleyebilelim diye ihsan eden İlâhî kudretin aynı rakamlarla kendine işaret edişinin hoş bir örneği olmalıdır. Sir James Jane adlı bir fizikçi bu durumu şu cümleyle dile getirmektedir: “Yaratıcı, en büyük matematikçidir...” Şimdi Rabbimizin rakamlarla yazdığı şu şiire bir bakalım ve eğer gözlerimize inanamıyorsak hesap makinesi ile kontrol edelim:
12345679 x 9 = 111 111 111
12345679 x 18 = 222 222 222
12345679 x 27= 333 333 333
12345679 x 36= 444 444 444
12345679 x 45 = 555 555 555
12345679 x 54= 666 666 666
12345679 x 63 = 777 777 777
12345679 x 72= 888 888 888
12345679 x 81= 999 999 999
12345679 x 999 999 999= 12345678987654321
09.04.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kaybolan bütün arıların peşine düşmeliyiz.
Kendisinden bal alınan çiçeklere sorarak başlamalıyız işe.
Arşivlerimizdeki arı fotoğraflarını göstererek, görüp görmediklerini sormalıyız sineklere.
Tüm telefon görüşmelerinin peşine düşüp, arka planda bir arı vızıldaması var mı, bakmalıyız. Gerekirse telefondakini meşgul edip, yerini tesbit etmeli, tesbit edip oraya ekipler göndermeliyiz.
Robot resimlerini çıkarıp sağa sola dağıtmalıyız. Duvarlara, bilbordlara yapıştırmalıyız.
Televizyonların ana haberlerine çıkıp feryat etmeliyiz. Kadın programlarında, “Eve dön” çağrısı yapmalıyız.
Gördüğümüz her bal kavanozunu, parmak izi bulaştırmama hassasiyetiyle eldivenle tutup, içindeki balı laboratuvarda inceleterek, o balı yapan arıya ulaşmaya çalışmalıyız.
Kendisini arı sokanlarla görüşüp, derilerindeki iğneyi incelemeli, delilden arıya gitme yöntemi üzerinde çalışmalıyız.
Her bir arı kovanının başına bir nöbetçi dikmeli, eğer kovanına dönen bir arı olursa, arkadaşları hakkında sorular sormalıyız.
Arılarla ilgili belgeselleri tekrar izlemeli, neyi yanlış yaptığımızı tartışmalıyız.
“Kurtlar Vadisi-Arılar” dizisi çekmeli, Polat’a kaybolan arıları buldurmalıyız.
Amerikalılar “CSI-Bee” çekip, bu iş için görevli özel bir ekibin çalışmalarını ekrana taşımalı.
Cem Uzan, reklâm kampanyalarına bir cümle daha ekleyip, “Kayıp arılar bulunacak” demeli.
YÖK, kaybolan arıların bir gün toplanıp irtica getirmek üzere yer altına çekildiğini iddia etmeli.
Cumhurbaşkanı Sezer, hiçbir şey söylememeli.
Baykal, arıların kaçmasını hükümetin beceriksizliğine bağlamalı.
Erdoğan, iddiaları “çirkin” bulmalı.
Yazarlar, kaybolan arılarla Cumhurbaşkanlığı seçimi arasında bağlantı kurmaya çalışmalı.
Bush tam Irak’tan çekilmeye niyetlerinin olmadığını söylerken, dilini bir arı sokmalı.
Bush’un dilini sokan arı, kendisi hakkında yapılan “eşek” yorumlarını sert bir dille yalanlamalı.
Bush hiçbir şey söyleyememeli.
Bunun üzerine kayıp arılar ortaya çıkarak, gökyüzünde çizdikleri bir takım şekillerle insanlığa mesajlar vermeli.
Ve biz Cumhurbaşkanlığını tartışmaya kaldığımız yerden devam etmeliyiz.
09.04.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Gözlerimizi koruyalım |
|
“Genç kalma, sağlıklı yaşama” gibi kavramlar, adeta çağımızın sembolleri haline geldi. Hemen her gün, konu ile ilgili ‘uzman’ların beyanları, teklifleri ve ‘liste’leri medyada yer alıyor.
Tempo dergisi de, uzmanların beyanlarına dayanarak “Genç kalmanın 20 yolu”nu sıralamış. Tabiî ki farklı sıralamalar yapılabilir, ama ortada bir gerçek var: Bütün bu ‘liste’ler, genel anmalıyla “İslâmın emirleri”yle örtüşebilen tavsiyelerden oluşuyor. Ya da şöyle diyebiliriz: “Gerçek uzman”ların tavsiye ettiği ‘sağlıklı yaşama’ sırları, İslâmın emirleriyle çelişmez!
“Genç kalmanın 20 yolu”ndan bazıları şöyle sıralanmış:
*Sigarayı bırakın, *Kilolardan uzak durun, *Beyin ‘egzersizi’ yapın, *Gözlerinizi koruyun, *Güneşten korunun, *Dostlarınızı unutmayın, *Pozitif olun, gülün, *Haplardan uzak durun. (Tempo, 5 Nisan 2007)
Uzmanların sıraladığı her bir madde, farklı şekilde yorumlanabilir. Bilhassa “gözleri” korumak ve “güneşten korunmak” konusunda farklı bir yaklaşım yapmak da mümkün. Düne kadar müstehcenliği teşvik ederek insanları plajlara sürükleyenler, bugün bu tavrın bir şekilde yanlış olduğunu itiraf etmiş olmuyorlar mı? Meselâ, hem saatlerce güneş altında yatıp, hem de güneşten korunmak mümkün müdür? Sağlık için güneşten korunmak gerekiyorsa, o halde uygulamadaki ‘plaj anlayışı’nda bir yanlışlık yok mu?
Gözlerin korunmasıyla ilgili tavsiyede de işin ‘gıda’ yönü dikkate sunluyor. Ancak bir nokta unutuluyor: Gözler, asıl ‘namahrem’den, ‘harama bakmak’tan korunmalıdır. Bugün itibarıyla ‘uzman’lar bu noktaya dikkat çekmiyor olabilirler. Ama madem akıl için yol bir ve ‘sağlık tavsiyeleri’ git gide ‘Sünnet-i Seniyye çizgisi’ne yaklaşıyor; yakın bir zamanda bu şekildeki tavsiyeleri de duyabiliriz.
“Beyin egzersizleri” konusunda da en iyi yolun ‘okuma’ olduğunu ve İslâmın ilk emrinin de ‘İkra/oku’ olduğunu hatırlayalım. Uzmanlar, tavsiyelerinde şöyle demiş: “Bunun için sürekli yeni şeyler öğrenmek, (...) sinir hücrelerini çalıştırmak gerekiyor. Ayrıca görme, duyma, dokunma, tatma, hissetme gibi duyular da hareket halinde olmalı.” (agd.)
Demek ki, ceddimizin her fırsatta Kur’ân okuması, hatimler indirmesi ve Kur’ân tefsirleri okuması boşuna değil. O halde bize düşen, Sünnet-i Seniyyeye göre yaşamak olmalı. Sünnet-i seniyyeye uygun bir hayat tarzı, ‘sağlık ve sıhhat’ için de gerekli.
Hal ve gidiş bunu gösteriyor...
*
Unutulmasın diye
Bir derginin, ‘geçen yıllarda bu hafta’ anlamındaki olayların hatırlatıldığı ‘Unutulmasın diye’ adlı köşesinde şu bilgi yer alıyordu: “8 Nisan 1949: Piyanist Feyzi Aslangil konyak içti, beğenmedi. Konyakla ilgili olarak Tekel hakkında konuşunca, ‘hükümetin manevî şahsiyetini tahkir’ iddiasıyla tutuklandı. Aslangil, 52 yıl önce bugün beraat etti.” (Tempo, sayfa: 12, sayı: 1009, 5 Nisan 2007)
Tabiî ki ‘konyak’ içip ‘Tekel’i eleştiren Aslangil’in ne dediğini tam olarak bilemiyoruz. Ancak bu uygulama “Tek parti iktidarı”nın icraat denizinden bir katredir ve iyi bir gösterge olarak kabul edilmelidir.
Bilinsin diye aktardık...
09.04.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Suret-i haktan görünmek |
|
Karadavi ile Cezire’deki konuşmasında teşeyyüü, yani Şiîlileştirmeyi ve tabir caizse Şiî daîliğini amel-i salih olarak değerlendiren Rafsancani, İngiliz esir krizinden sonra Şiî-Sünnî ihtilâfını körüklemenin Batı’nın politikalarından biri olduğunu söylemiştir. Hamaney ile aynı zamanlama ile Şiî ve Sünnîleri birbirine karşı yabancılaştırma çabalarına atıfta bulunmuştur. Bunu esasen bilmeyen yoktur. Tesbiti ne bir eksik, ne bir fazladır, yani yanlış da değildir. Ama bu doğrunun ötesinde doğrular vardır. Burada sadece Batılıların değil, buna alet olan tarafların da deşifre edilmesi gerekmektedir. Asıl sorun da budur. Yemen’deki Şiî-Sünnî kavgasının arkasında Amerikalılar yok, tamamen yerel veya bölgesel saikler var. Yani ihtilâfın temelinde tarihî kavga var. Yemen’i de mi Amerikalılar karıştırdı? Onlara göre, Yemen’i de Ali Abdullah Salih karıştırmıştır? İşgalden yararlanan ve Pasdaran’la bağlantılı olan Malikî (El Ahram el Arabî, 31/3/2007-Vesaik tüfdihu alalaka el Malikî bil’hares el sevri el İranî) gibiler, Irak’ı karıştırmıyor da, Yemen’i Salih karıştırıyor? 20’inci Uluslararası İslâmî Birlik Konferansı’nda konuşan Rafsancani, bir güzel söz daha etmiş ve şöyle demiş: “Tarihte ne zaman Müslümanlar düşman tarafından vurulmuşsa, mutlaka ihtilâf içinde olmuşlardır ve açılan gedikten düşmanlar hedeflerine ulaşmışlardır...” Bu herkesin kabul edebileceği bir doğrudur, tarihî hakikattir, ama bunun tarihî mahiyetini hiç düşünmüş müdür? Onun şuuraltına göre, bu gediği Şiîler gibi azınlıklar değil de Sünnî çoğunluk üretmiş olmalıdır! Ya da kendisini tarihiyle yüzleşmeye davet etmeliyiz. Hepimiz açısından asıl yüzleşilmesi gereken problem budur. Meseleleri çözmek için Şiî ve Sünnîleri felsefî ve ilmî temelde ve düzeyde konuşmaya davet eden Rafsancani, Irak’taki Şiî-Sünnî ihtilafından da ABD’yi sorumlu tutmaktadır. Elbette sorumlu olan sadece işgal değildir. El Kaide de olmak üzere, dışarıdan işgalle birlikte gelenler Irak’taki çok yönlü kargaşanın nedenleri arasındadır. Elbette bu Kaide’nin Iraklılara yardıma koşma iddiasıyla değil, zihniyetiyle alâkalı bir tespittir. Rafsancani, düşmanın ihtilafları kaşıyarak bölgenin kaynaklarına el koyma planını yürüttüğünü nazara vermektedir. (West seeking to foment Shia-Sünnî discord: Rafsancani, Tehran Times, 7 Nisan 2007) İyi de, Hamaney’in adamı olan Hekim gibilerin de federasyon üzerinden petrol kaynaklarına kendi gruplarıyla tek başlarına (Iraklıların bütünü olmadan) el koyma hesapları yapmıyorlar mı? Maalesef, bunlara temas etmiyor. Sadece düşman suçlu! Ya bizim zafiyetlerimiz ve ihtiraslarımız ve diğer iç ve dış hastalıklarımız? Düşmanın emellerine değinmek caizse de kendilerinin veya müttefiklerinin emellerine değinmek tabudur. Bu birlik değil, ancak birlik adına manipülasyon olur. İşte bu samimiyetsiz ortam Şiî-Sünnî iltiyamına müsaade etmiyor. Pragmatizm, sadece çifte standart üretmekle kalmıyor, aynı zamanda dublenin ve çiftenin ötesinde multiple (çok) standartların üremesine sebep oluyor. Sünnîlere başka, Amerikalılara başka, sınır ötesindeki Şiîlere karşı başka ve ulusal çıkarlar karşısında başka tavırlar alabiliyor. Ve bütün bu standartları, İslâm birliği politikası içine gizleyebiliyor.
Meclis-i Hubrigan’ın Başkanı Ayetullah Cenneti de bu koro halindeki devlet propagandasının uzantısı sonucu olarak şöyle demiş: “Düşman, Şia’yı bir tehdit ve tehlike olarak takdim ve tasvir ederek İran İslâm Cumhuriyetine karşı psikolojik bir savaş veriyor. Yalnızlaştırmaya çalışıyor. Bu savaş başarılı olamayacak ve İsrail ve ABD’nin gücü şimdiden yerlerde sürünmektedir.(Eş-Şarku’l Avsat gazetesi, 7 Nisan 2007) Nejad’ın yaklaşımı da budur. İran ise, yalnızlığını Sünnî ortaklarıyla değil, mezhep bendeleriyle gidermeye ve paylaşmaya çalışmıyor mu? Bu konuda değindiğimiz çok yönlü standartları uyguluyor.
‘İslâm’ adına yürüttükleri kendi çıkarlarıyla bütünleşmiş propagandaları müsellem bir kaziyye kabul ederek ve ettirerek muhalifleri iskat etmeye çalışıyor ve eleştirileri püskürtmek istiyorlar. Bence derin tehlike budur. Bütün bunların doğru olmadığı ve İran’ın duble bile değil, multiple bir siyaset izlediğini Raşid Gannuşi’nin İran devrimiyle 28 yıllık ilişkileri ve tecrübesi ortaya koymakta ve ispat etmektedir. Devrimin ilk günlerinde Sazman-ı Tebligat-ı İslâmî Dış İlişkiler tarafından tarafından yayınlanan ve bugün Rehber Hamaney ve Rafsancani’nin konuşmalarının o günkü atmosferini aksettiren ‘Es-Sünne ve’ş Şia: ed Daccetü’l müfteala’ kitapçığına göre, Raşid Gannuşi, Şiî-Sünnî ihtilafını körükleme girişimlerinin bir kaşık suda fırtına çıkarmak olduğunu ve bunun temellerinin olmadığını söylemiş. Hatta toptan İslâm dünyasının Ayetullah Humeyni’ye biat etmesini istemiş ve bu yüzden de Burgiba idaresinin çıkardığı Marife dergisini kapatmıştır. ( Bak, S: 29) Pekalâ 28 yıl sonra ne demiş? Tam tersini. İranlılar pekalâ bu noktada kendilerini değil, Gannuşi’yi suçlayabilirler. 28 yıl sonra El Cezire Kanalı’na (11/1/2007) yaptığı açıklamada tam tersine Şiîliği yayma pahasına ve karşılığında Tunus rejiminin mezalimine ve gayr-i İslâmî politikalarına göz yumduklarını belirtmekte. İran Şiîlik propagandası karşılığında Tunus rejimiyle dost olurken, Tunus rejimi de İran’ın muhaliflerini desteklememesi karşılığında toprakları üzerinde Şiîlik propagandasına müsaade vermektedir. Ne güzel ticaret. Bu pragmatizm ve duble standart ve onun da ötesi değildir de nedir peki? Devrimin ilk günlerinde Tahran Gannuşi’yi destekliyordu ve Gannuşi bunun için bedel ödüyordu. Yıllar sonra ise devrim başörtüsü yasağıyla anılan Tunus rejimiyle maslahat beraberliği yürütüyor. Yani ilişkiler ilkeler üzerine kaim değil. Öyle ise hangi ilke üzerine mücadele veriliyor? Lütfen birbirimizi kandırmayalım. Biz de ferec istiyoruz, ama işgalcilerle işbirliğinin üzerinden değil. Biz de birlik istiyoruz, ama çok standardı olmayan bir birlik istiyoruz. Birbirimize karşı farklı standartlar geliştirmeden ve kullanmadan birlik istiyoruz.
Burada Bediüzzaman’ın ‘Ben de Şeriat istiyorum, ama ihtilâlcilerinki gibi değil’ sözlerini hatırlayarak ve hatırlatarak konumuzu noktalamak istiyorum: “Bidayetlerde herkesten sual olunduğu gibi, Divan-ı Harpte bana da sual ettiler: “Sen de şeriatı istemişsin.” Dedim: “Şeriatın bir hakikatine bin ruhum olsa feda etmeye hazırım. Zira, şeriat, sebeb-i saadet ve adalet-i mahz ve fazilettir. Fakat ihtilâlcilerin (devrimcilerin) isteyişi gibi değil. Hem de dediler: “İttihad-ı Muhammediyeye (a.s.m.) dahil misin?” Dedim: “Maaliftihar! En küçük efradındanım. Fakat, benim târif ettiğim vecihle... Ve o ittihaddan olmayan, dinsizlerden başka kimdir, bana gösterin. (Divan-ı Harb-i Örfi, s. 20)...”
Evet biz de birlik istiyoruz, ama kimseyi kandırmadan… Ve herkesin hesabına… Evet, biz de ferec istiyoruz, ama işgalle işbirliği veya onun düşmanlığını istismar etmeden ve propaganda ve kandırma malzemesi yapmadan… Onların hesabına geçmeden….
Evet Bediüzzaman da şeriat isteğinin devrimcileri veya müzayedeciler gibi olmadığını söylüyor. Birliğin önündeki en büyük engel, yabancılar olduğu kadar, kendi yanlışlarımızdır da. Suret-i haktan görünmemizdir. Bu güveni, güvensizlik de ilişkileri yıkar. Ondan sonra da suçu sadece Batılıların üzerine atmak, yine bir manipülasyon olur. Pragmatizm ve popülizm dediğimiz şeyin bir parçası da suret-i haktan görünmektir.
09.04.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Serdar MURAT |
Günlükçülere ödül, Nokta’ya infaz |
|
Ayışığı… Sarıkız… Andıç… Bir şarkı sözü ya da romantik bir film adı değil. Hele hele hayvanlar âleminden ya da bitkiler dünyasından bir familyanın veya cinsin adı hiç değil.
İşaret, ihtilal, parola, darbe gibi bir şey. Düpedüz ihtilal hazırlığının resmi… Çerçeveletip, duvara asın. Önünden gelip geçtikçe bakarsınız. Çünkü dünyada pek bir örneği kalmadı bu zihniyetin.
Yakında soykırım müzeleri, utanç duvarları gibi, “ihtilal mahzenleri” kurulacak. Türkiye’den çok orijinal malzemelerin bu mahzende sergileneceğini düşünüyorum. Günlükler, notlar, buluşmalar, görüşmeler yayınlanıyor. Dikkatinizi çekti mi bilmem ama her günleri dolu dolu. Ama hiçbir günde askerlik mesleğiyle ilgili bir şey yok.
Dedikodular, toplantılar, birbirinin arkasından konuşmalar, birbirinin ayağını kaydırmalar. Eğer o yazılanlar doğruysa, bu mu benim göğsümü kabartanlar? Komutanların neredeyse hepsi bir diğerinin kuyusunu kazıyor. Peki bu komutanlar ne zaman fırsat bulup da askerlik yapmışlar? Eğer her günleri, günlüklerindeki gibiyse, vay halimize demektir.
Millî iradenin temsilcisi olan Meclis’in başkanlığını yapmış bir şahıs, “Yapacaksanız biran önce yapın. Seçimden sonraya kalmasın” diyor.
Yapacakları seçim değil elbette ki. “İhtilal yapın, demokrasinin mabedi olan parlamentoyu kapatın” diyor. Eskiyince Meclis Başkanları böyle mi oluyor bilmem. Yılların demokrat Hüsamettin Cindoruk’u da yıllar sonra çıkıp, yasaklardan medet ummadı mı? 28 Şubat sürecinde Meclis Başkanı Mustafa Kalemli ara rejimin başbakanlığına oynamadı mı?
Ne yapalım? “Eskiyen Meclis başkanlarınızı atın” diye kampanya mı açalım? Millî iradenin temsilcileri böyle yaparsa, başkasına ne diyelim? Gorbaçov’a karşı askerî darbe girişimi olduğunda Yeltsin tankların üzerine çıkmıştı. Tarihe sarhoş olarak geçen Yeltsin gibi biri çıkmadı bu topraklardan, ama bu kadarı da artık fazla. Eski Meclis Başkanı Ömer İzgi komutanlarla bir araya gelip “Elinizi çabuk tutun” diyesiymiş. İzgi’ye ulaşmak mümkün olmuyor. Eşi, kocasının böyle bir buluşmayı doğrulamadığını söylüyor. “Görev süremde olanları tanıyordum, ama bu komutanları tanımıyorum” demişmiş.
Bir Meclis Başkanına adı darbeyle birlikte anıldığı zaman feveran etmek yakışırdı. Ne o öyle. Sesin çıkarma, eşin aracılığıyla görüşmedim dedi. Peki diğer komutanların randevu defterinde o günkü görüşme varsa ne olacak? Onun yerine, “İktidar da benimsemediğimiz bir parti de olsa, nihayetinde millî irade böyle tecelli etmiştir. Bunu tasvip etmiyorum” dese, buyur o zaman… Askerin müdahalesi sonucunda doğacak boşluktan bir koltuk kapma gibi derdi de olmaz. Bu millet baş tacı yapar onu… Yolu Yassıada’dan, Zincirbozan’dan, Pınarhisar’dan geçen kim olursa olsun, bu millet onları en büyük koltuklara taşımadı mı? Buna rağmen yetkiyi milletten almak yerine, hâlâ askerden medet ummak niye?
Süleyman Nazif, tâ meşrutiyet de yapmış şu güzel tespiti: “Ordu Meşrutiyetin değil, yalnız vatanın bekçisidir. Ve onun çalışma sahası serhadlerin berisi değil, ötesidir. Asker yalnız top sesine koşar. Siyasetçilerin hitabet sadakaları ile muharrirlerin kalem hışırtısı o mesami-i besâletin vazife haremine girmek imkânını bulmamalıdır.”
Sanki bu sözler yüz yıl önce söylenmemiş gibi… Yıllar sonra ilk kez ihtilal hazırlığı yapanların yargılanması gibi bir umut ışığı doğdu. Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı dosyayı kapatıp, bir de darbecilerin yargılanması için kendisine başvuranlar hakkında dâvâ açar mı? Olur mu olur. Nokta Dergisi soruşturmasında öyle olmadı mı? İhtilal hazırlığı yapanlar değil, ihtilal günlüklerini yayınlayarak demokrasiye büyük hizmet eden Nokta Dergisi hakkında, “Halkın askerlikten soğutma” gerekçesiyle soruşturma açılmadı mı?
Oldu olacak bir önerim var. Önümüzdeki yıl Meclis’in vereceği Üstün Hizmet Ödüllerini ihtilal hazırlığı yapan paşalarımıza verelim, Nokta Dergisi’nden Alper Görmüş’ü de Talat Aydemir gibi ipe çekelim. Evren Paşa “12 Eylül’de adalet olsun diye bir sağdan bir soldan asmıştık” demişti ya. Başarısız ihtilal girişiminde bulunduğu için idam edilen Talat Aydemir’in karşısında bu kez ihtilal girişimini yazdığı için Nokta’yı asalım.
Ne yapalım yani, asmayıp da besleyecek miydik?
09.04.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
İsmail BERK |
Çankaya savaşları |
|
Çankaya, 11. “savaşı”na hazırlanıyor. Cepheler tutulmuş. “Tersaneler” hazırlanmış. Siyasî viyadükler ise uçurumun habercisi ve korkulukların kaldırılacağı bir tezgâhın izlerini taşıyor.
87 yıllık Cumhuriyetin hiçbir Cumhurbaşkanı maalesef halk tarafından doğrudan seçilmedi. “Çantada keklik” Meclis üzerinden dizayn edildi hep.
Bugüne kadar üç farklı isim o koltuğa oturdu: Celal Bayar, Turgut Özal ve Süleyman Demirel. Diğer sekizi ya asker, ya da askerin onayladığı adaylar oldu. Bir kısmı darbe ile bir kısmı ise görünürde “uzlaşma” ile parlamento tarafından seçilmiş oldu.
Celal Bayar, Cumhurbaşkanlığını tamamlayamadan darbeyle al aşağı edildi. Yassıada’da, partisinin bütün seçilmişleri yargılandı. İdam cezasına çarptırıldı. Sonra müebbede çevrildi. Bilâhare siyasî af çıktı. Bir daha da siyasi hayata aktif olarak dönemedi.
Özal da Çankaya’daki süresini tamamlayamadı. Hâlâ üzerinde spekülasyon yapılan ölümüyle birlikte ömrünü noktaladı.
Demirel, koalisyon ortağı SHP’nin desteğinde DYP ile birlikte kendini daha uzlaşılı bir tabanla Cumhurbaşkanlığına taşıdı. Gelin görün ki, bu dönemde de post modern darbe yapıldı. 28 Şubat süreci yaşandı.
Velhasıl, üç sivil ve siyasî Cumhurbaşkanından biri darbeyle, biri ölümle, diğeri de dönemindeki bir darbeyle sivil ve demokratik süreci koruma şansını ve normalleşmeyi yaşayamadı.
Şu anda Tayyip Erdoğan için bir bardak suda koparılan fırtınanın daha ilerisi ve katmerlisi, rahmetli Menderes’e, sonrasında Demirel’in başbakanlığına gösterilmiştir.
Eğri oturalım doğru konuşalım: Yakın siyasî hafızayı gözden kaçırmak isteyenlere karşı dikkatli olalım. Ortada millî iradeyi hazmedemeyen ve her dönem bulanık suda avlanan bir anlayış ve totaliter yaklaşım var.
Kişiler, olaylar, partiler ve argümanlar değişse de, bir noktanın değişmediğinin özellikle altını çizmekte fayda var. Halkın iradesine ve demokratik tercihine, anayasada olmayan ve yetki gaspına dayalı müdahaleci bir tavırla engel olmak isteyen farklı zümrelerin, devleti bir aile ve krallık gibi yönetme hevesinin topluma kasteden tahakkümü var.
Baksanıza, meşrû bir hükümeti devirmek için iki defa operasyon düzenlemek için hazırlık yaptığı ileri sürülen şu anda emekli komutanların günlüğünü/hatıratını esefle okuyoruz.
Bir an için kendinizi derebeylikle idare edilen bir ülkede zannediyorsunuz. Ne acıdır ki, bu müessif günlüklerin aktörleri gayet rahat, bir şey olmamış gibi durabiliyorlar. Neden yargı hemen soruşturma açmadı? Demokrasiyi tahrip edenlerin yaptıkları yanlarına kâr kaldıkça, istikrar ve demokrasiyi nasıl tesis edebiliriz?
Bu yüzden, iktidar, Cumhurbaşkanlığı için sivil temsilcisini tavizkâr davranmadan seçmeli ve meşruiyet zeminine gölge düşürmeden dik durmayı başarmalıdır. Bir azınlığın, aydın-medya-emekli asker ve bir kısım iş çevreleri karması tezgâhına karşı geri adım atmamalı. Sivil siyaset, vesayetsiz ve nezaretsiz bir cesareti ortaya koymalı ve bu yaygarayı aşmalı.
Azınlığın çoğunluğa tahakküm aracı olan Cumhurbaşkanlığı makamı, bundan böyle halkoyuyla seçilecek yeni adımlar atılarak sivilleşme tabana yayılmalıdır.
09.04.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|