Karadavi ile Cezire’deki konuşmasında teşeyyüü, yani Şiîlileştirmeyi ve tabir caizse Şiî daîliğini amel-i salih olarak değerlendiren Rafsancani, İngiliz esir krizinden sonra Şiî-Sünnî ihtilâfını körüklemenin Batı’nın politikalarından biri olduğunu söylemiştir. Hamaney ile aynı zamanlama ile Şiî ve Sünnîleri birbirine karşı yabancılaştırma çabalarına atıfta bulunmuştur. Bunu esasen bilmeyen yoktur. Tesbiti ne bir eksik, ne bir fazladır, yani yanlış da değildir. Ama bu doğrunun ötesinde doğrular vardır. Burada sadece Batılıların değil, buna alet olan tarafların da deşifre edilmesi gerekmektedir. Asıl sorun da budur. Yemen’deki Şiî-Sünnî kavgasının arkasında Amerikalılar yok, tamamen yerel veya bölgesel saikler var. Yani ihtilâfın temelinde tarihî kavga var. Yemen’i de mi Amerikalılar karıştırdı? Onlara göre, Yemen’i de Ali Abdullah Salih karıştırmıştır? İşgalden yararlanan ve Pasdaran’la bağlantılı olan Malikî (El Ahram el Arabî, 31/3/2007-Vesaik tüfdihu alalaka el Malikî bil’hares el sevri el İranî) gibiler, Irak’ı karıştırmıyor da, Yemen’i Salih karıştırıyor? 20’inci Uluslararası İslâmî Birlik Konferansı’nda konuşan Rafsancani, bir güzel söz daha etmiş ve şöyle demiş: “Tarihte ne zaman Müslümanlar düşman tarafından vurulmuşsa, mutlaka ihtilâf içinde olmuşlardır ve açılan gedikten düşmanlar hedeflerine ulaşmışlardır...” Bu herkesin kabul edebileceği bir doğrudur, tarihî hakikattir, ama bunun tarihî mahiyetini hiç düşünmüş müdür? Onun şuuraltına göre, bu gediği Şiîler gibi azınlıklar değil de Sünnî çoğunluk üretmiş olmalıdır! Ya da kendisini tarihiyle yüzleşmeye davet etmeliyiz. Hepimiz açısından asıl yüzleşilmesi gereken problem budur. Meseleleri çözmek için Şiî ve Sünnîleri felsefî ve ilmî temelde ve düzeyde konuşmaya davet eden Rafsancani, Irak’taki Şiî-Sünnî ihtilafından da ABD’yi sorumlu tutmaktadır. Elbette sorumlu olan sadece işgal değildir. El Kaide de olmak üzere, dışarıdan işgalle birlikte gelenler Irak’taki çok yönlü kargaşanın nedenleri arasındadır. Elbette bu Kaide’nin Iraklılara yardıma koşma iddiasıyla değil, zihniyetiyle alâkalı bir tespittir. Rafsancani, düşmanın ihtilafları kaşıyarak bölgenin kaynaklarına el koyma planını yürüttüğünü nazara vermektedir. (West seeking to foment Shia-Sünnî discord: Rafsancani, Tehran Times, 7 Nisan 2007) İyi de, Hamaney’in adamı olan Hekim gibilerin de federasyon üzerinden petrol kaynaklarına kendi gruplarıyla tek başlarına (Iraklıların bütünü olmadan) el koyma hesapları yapmıyorlar mı? Maalesef, bunlara temas etmiyor. Sadece düşman suçlu! Ya bizim zafiyetlerimiz ve ihtiraslarımız ve diğer iç ve dış hastalıklarımız? Düşmanın emellerine değinmek caizse de kendilerinin veya müttefiklerinin emellerine değinmek tabudur. Bu birlik değil, ancak birlik adına manipülasyon olur. İşte bu samimiyetsiz ortam Şiî-Sünnî iltiyamına müsaade etmiyor. Pragmatizm, sadece çifte standart üretmekle kalmıyor, aynı zamanda dublenin ve çiftenin ötesinde multiple (çok) standartların üremesine sebep oluyor. Sünnîlere başka, Amerikalılara başka, sınır ötesindeki Şiîlere karşı başka ve ulusal çıkarlar karşısında başka tavırlar alabiliyor. Ve bütün bu standartları, İslâm birliği politikası içine gizleyebiliyor.
Meclis-i Hubrigan’ın Başkanı Ayetullah Cenneti de bu koro halindeki devlet propagandasının uzantısı sonucu olarak şöyle demiş: “Düşman, Şia’yı bir tehdit ve tehlike olarak takdim ve tasvir ederek İran İslâm Cumhuriyetine karşı psikolojik bir savaş veriyor. Yalnızlaştırmaya çalışıyor. Bu savaş başarılı olamayacak ve İsrail ve ABD’nin gücü şimdiden yerlerde sürünmektedir.(Eş-Şarku’l Avsat gazetesi, 7 Nisan 2007) Nejad’ın yaklaşımı da budur. İran ise, yalnızlığını Sünnî ortaklarıyla değil, mezhep bendeleriyle gidermeye ve paylaşmaya çalışmıyor mu? Bu konuda değindiğimiz çok yönlü standartları uyguluyor.
‘İslâm’ adına yürüttükleri kendi çıkarlarıyla bütünleşmiş propagandaları müsellem bir kaziyye kabul ederek ve ettirerek muhalifleri iskat etmeye çalışıyor ve eleştirileri püskürtmek istiyorlar. Bence derin tehlike budur. Bütün bunların doğru olmadığı ve İran’ın duble bile değil, multiple bir siyaset izlediğini Raşid Gannuşi’nin İran devrimiyle 28 yıllık ilişkileri ve tecrübesi ortaya koymakta ve ispat etmektedir. Devrimin ilk günlerinde Sazman-ı Tebligat-ı İslâmî Dış İlişkiler tarafından tarafından yayınlanan ve bugün Rehber Hamaney ve Rafsancani’nin konuşmalarının o günkü atmosferini aksettiren ‘Es-Sünne ve’ş Şia: ed Daccetü’l müfteala’ kitapçığına göre, Raşid Gannuşi, Şiî-Sünnî ihtilafını körükleme girişimlerinin bir kaşık suda fırtına çıkarmak olduğunu ve bunun temellerinin olmadığını söylemiş. Hatta toptan İslâm dünyasının Ayetullah Humeyni’ye biat etmesini istemiş ve bu yüzden de Burgiba idaresinin çıkardığı Marife dergisini kapatmıştır. ( Bak, S: 29) Pekalâ 28 yıl sonra ne demiş? Tam tersini. İranlılar pekalâ bu noktada kendilerini değil, Gannuşi’yi suçlayabilirler. 28 yıl sonra El Cezire Kanalı’na (11/1/2007) yaptığı açıklamada tam tersine Şiîliği yayma pahasına ve karşılığında Tunus rejiminin mezalimine ve gayr-i İslâmî politikalarına göz yumduklarını belirtmekte. İran Şiîlik propagandası karşılığında Tunus rejimiyle dost olurken, Tunus rejimi de İran’ın muhaliflerini desteklememesi karşılığında toprakları üzerinde Şiîlik propagandasına müsaade vermektedir. Ne güzel ticaret. Bu pragmatizm ve duble standart ve onun da ötesi değildir de nedir peki? Devrimin ilk günlerinde Tahran Gannuşi’yi destekliyordu ve Gannuşi bunun için bedel ödüyordu. Yıllar sonra ise devrim başörtüsü yasağıyla anılan Tunus rejimiyle maslahat beraberliği yürütüyor. Yani ilişkiler ilkeler üzerine kaim değil. Öyle ise hangi ilke üzerine mücadele veriliyor? Lütfen birbirimizi kandırmayalım. Biz de ferec istiyoruz, ama işgalcilerle işbirliğinin üzerinden değil. Biz de birlik istiyoruz, ama çok standardı olmayan bir birlik istiyoruz. Birbirimize karşı farklı standartlar geliştirmeden ve kullanmadan birlik istiyoruz.
Burada Bediüzzaman’ın ‘Ben de Şeriat istiyorum, ama ihtilâlcilerinki gibi değil’ sözlerini hatırlayarak ve hatırlatarak konumuzu noktalamak istiyorum: “Bidayetlerde herkesten sual olunduğu gibi, Divan-ı Harpte bana da sual ettiler: “Sen de şeriatı istemişsin.” Dedim: “Şeriatın bir hakikatine bin ruhum olsa feda etmeye hazırım. Zira, şeriat, sebeb-i saadet ve adalet-i mahz ve fazilettir. Fakat ihtilâlcilerin (devrimcilerin) isteyişi gibi değil. Hem de dediler: “İttihad-ı Muhammediyeye (a.s.m.) dahil misin?” Dedim: “Maaliftihar! En küçük efradındanım. Fakat, benim târif ettiğim vecihle... Ve o ittihaddan olmayan, dinsizlerden başka kimdir, bana gösterin. (Divan-ı Harb-i Örfi, s. 20)...”
Evet biz de birlik istiyoruz, ama kimseyi kandırmadan… Ve herkesin hesabına… Evet, biz de ferec istiyoruz, ama işgalle işbirliği veya onun düşmanlığını istismar etmeden ve propaganda ve kandırma malzemesi yapmadan… Onların hesabına geçmeden….
Evet Bediüzzaman da şeriat isteğinin devrimcileri veya müzayedeciler gibi olmadığını söylüyor. Birliğin önündeki en büyük engel, yabancılar olduğu kadar, kendi yanlışlarımızdır da. Suret-i haktan görünmemizdir. Bu güveni, güvensizlik de ilişkileri yıkar. Ondan sonra da suçu sadece Batılıların üzerine atmak, yine bir manipülasyon olur. Pragmatizm ve popülizm dediğimiz şeyin bir parçası da suret-i haktan görünmektir.
09.04.2007
E-Posta:
[email protected]
|