Her büyüme, büyüme midir? İsrafa ve şaşaaya kaçan ve dayalı büyüme, büyüme kabul edilebilir mi? Abdulkadir Geylani’nin ifadesiyle dünya darü’l-hikmettir ve her şey ölçüye tabidir. Öteki dünya ise darü’l-kudret ve darü’l-hulud, yani ebediyet yurdudur ve ölçüye tâbi değildir. Dolayısıyla israf, yorgunluk, hastalık ve sınırlılık dünyamıza ait keyfiyetlerdir. Biz bu keyfiyetlerle imtihan oluruz. Öteki dünyada imtihan kalktığından sınırlılık da kalkmıştır. Bu itibarla bu dünyada yaptığımız israftan dolayı hesaba çekiliriz. Halbuki öbür dünyada, dünyamıza oranla israf sûretinde ikram, izzet ve ihsan-ı İlâhîler vardır. Çünkü ölçü ve keyfiyet farkı vardır. Dünyamızın keyfiyeti ile öteki dünyanın keyfiyeti birbirinden farklıdır. Hilkat farkı vardır. Bu açıdan dünyamızda ontolojik (fıtrî) olarak İslâmî olmayan, şer’î olarak da İslâmî olamaz. Binaenaleyh büyüme ve gelişme doktrini mutlaka ve mutlaka fıtrat ile uyumlu olmalıdır. Bu itibarla göz kamaştıran fazla şaşaa, belki gıptamızı kamçılar ve çeker ve bu yönüyle bir imtihan olsa da bir model değildir. Günümüzde Roma’yı andıran ve obezite gibi hastalıkların da menbaı olan Amerikan veya Batı medeniyeti şaşaa ve israf, büyüklük ve kibir medeniyeti olmakla birlikte ölçü alınabilecek hakiki bir medeniyet değildir. Asr-ı Saadet’te sözgelimi Hazret-i Osman’ın bazı tasarruf ve uygulamalarına karşı çıkan asilerin gündeme getirdikleri hususlardan birisi, Medine’de 7 katlı evlere izin verilmesi meselesiydi. Bu fıtrata aykırı olduğundan dolayı ontolojik bidat mesabesindedir ve bundan dolayıdır ki Peygamberimizin (asm) günlerinde yoktu. Ama daha sonra ‘mütrifin’e özenen kimi Müslümanlar, 7 katlı evler dikmeye başlamışlar ve bu da tepki çekmişti. İslâm insanî ve fıtrî olanı benimser ve bu anlamda gökdelen tarzı yapılar insan ruhunu ezmekte ve onunla fıtratı arasına girmektedir. Tabiî hayattan koparmakta ve onu sanal bir ortama taşımaktadır. Bu ise birçok psikolojik ve fizikî hastalığın da kaynağı ve tetikleyicisidir.
***
Kyota sözleşmesi gibi sözleşmeler de bu tarz inşaatlara sınırlama getirilmesini telkin eder. Miraca çıkarken Peygamberimiz, şarap yerine sütü tercih eder ve bu mele-i a’la tarafından ‘fıtratı tercih’ olarak tebcil edilir. Dünyevî yönü ağır basan şaşaalı yapılar da böyledir. Bununla ilgili zarif bir kıssa anlatılır. Kurtuba yakınlarında Medinetü’z-Zehra adında yepyeni bir şehir kurulur. Adeta rüyalar şehridir. Kur’ân’da anlatılan Cenneteyn mislü ve misalidir. Bu şehirle ve şehre yapılacak cami ile alâkalı olarak İslamın meşhur vaizlerinden Endülüslü Münzir ibni Said el Buluti ile Melik Abdurrahman Nasır arasında ilginç bir muhavere geçer. Ahmet Şirbasi naklediyor: “Nasır, Medinetü’z-Zehra’da bir ulu cami yaptırmak ister ve bunun kubbesinin kiremitleri gümüştendir ve bir kısmı da altın kaplamadır. Çatısının bir kısmı halis sarı, diğeri de açık beyazdır. Işıkları bakanların gözlerini alır ve kamaştırır. Halife, kubbenin tamamlanmasından sonra halkının arasına oturur ve yakınlarına sorar: ‘Benden önce bunun gibi bir yapı yapanı duydunuz mu, gördünüz mü?’ Kendi yapısıyla iftihar etmektedir. Haşiyesi ağızbirliği etmişçesine böyle bir yapıyı ne gördüklerini, ne de duyduklarını söylerler. ‘Sen eşi olmayan birisin. Benzerin yok’ derler. Tam bu sırada Endülüs vaizi, Münzir İbni Said yüzü asık ve başı eğik bir şekilde huzura girer. Ve Nasır ona da yakınlarına söylediği sözü tekrar eder. Bu sözler üzerine vaizin gözlerinden yaşlar boşanır. ‘Ey emir: Şeytanın seni bu kadar iğva edebileceği aklıma gelmezdi. Hatta seni inanmayanların ve kâfirlerin derekesine düşürmüştür.’ Bu sözler Nasır’a çok ağır ve giran gelir. Ve bunun üzerine Münzir’e şunları söyler: ‘Ağzından ne çıktığını biliyor musun? Ne dediğinin farkında mısın? Beni kâfirlerin derekesine indirdin...’ Münzir bunun üzerine daha da şaşırtıcı bir şekilde şu sözlerle mukabele eder: ‘Evet. Doğru anlamışsınız. Allah şöyle demiyor mu: ‘Eğer insanlar (küfre imrenecek) bir tek ümmet haline gelecek olmasalardı, Biz, Rahman’a inanmayanların evlerinin çatılarını ve üzerine çıktıkları merdivenleri gümüşten yapardık...’ Bunun üzerine Halife Nasır hakperest vaiz Münzir’e hak verir ve bu defa hak karşısında ağlama ve nedamet sırası ona gelmiştir. Ve kubbenin sökülerek normal şekle döndürülmesini emreder...”
***
Dillere destan bu gibi yapılar, kaynağı sınırlı olan bu dünyadan ziyade kaynağı sınırsız olan öbür dünyaya yakışır. Bu dünya abiri sebil için yani yolcu için bir gölgeliktir. Gölgeliğin ebediyeti çağrıştırması, konaklayanı veya yolcuyu gaflete düşürür. Netice itibarıyla dünya bir araçtır ve onu amaç haline getirmek yanlıştır.
29.03.2007
E-Posta:
[email protected]
|