Hiç unutmam; bir sınıf arkadaşım boş bulunup elini yumruklaştırarak öğretmenden söz hakkı istemişti. O an hiç beklemediğim tarzda bir tepki verdi öğretmenim: Ne o? Elini yumruklaştırarak siyasî bir şey mi ima etmeye çalışıyorsun? Sınıf arkadaşım daha “kem küm” ederekten kendini savunmaya başlamamışken, “ Kes sesini! Bir şey duymak istemiyorum” gibi sert bir hitaba maruz kalmıştı. Hepimiz anlayamamıştık ne olduğunu. Ancak anladığımız bir şey de vardı: Demek ki elimizle yaptığımız hareketlere birer siyasî anlam verilmişti…
Doksanlı yılları hatırlayanlar bilir; o dönemde bu siyasî görüşlerle sembolleşmiş el hareketleri o kadar meşhurdu ki, Levent Kırca’nın “Olacak O kadar” programına bile konu olmuştu. Anlayacağınız, iş çığırından çıkmış ve artık mizahın diline dolanmıştı. Şimdi düşünüyorum da gerçekler insanların algılama biçimleriyle nasıl da değişip şekilden şekle giriyorlar? Meselâ uzun zamandan beri dikkatimi çeken bir kavram var: “Ulus” kavramı.
Bu sihirli kelime bu dönemde o kadar kılıktan kılığa giriyor ki, kullanmaya kalkıştığımızda, elimizden uçup da gidiverecek bir kuş misali, kastettiğimiz anlamların dışında bir anlama bürünecek gibi geliyor. Evet, “Ulus, ulusal, ulusalcı(lık)” gibi çok farklı şekillerde kullanılan sihirli bir kelime artık. Çünkü ulus dediğimizde millet, ulusal dediğimizde millî anlamlarına denk düşebiliyor da ulusalcı dediğimizde büsbütün bu anlamlardan sıyrılabiliyor. Son dönemde gündemi oldukça işgal eden “ulusalcılar” söylemi var. Sahi nedir bu? Kendisine bu ismi takanlara, “Arkadaş siz milliyetçi misiniz?” diye sorduğunuzda büyük bir ihtimalle, “Ne milliyetçisi arkadaş? Biz ulusalcıyız” diyeceklerdir. “Peki ulus, millet demek değil mi? O hâlde neden bunu kabullenmiyorsunuz? ” diye yeni bir soru sorsanız, eminim ki, “O başka, bu başka. Bizim yüklediğimiz anlam bu değil” diye cevap vereceklerdir. İşte o an eskiden “ulus mu, millet mi kullanılsın?” gibisinden eş anlamlılık üzerinden yürütülen tartışmaları hatırladığında, insanın acı acı gülümsemesi geliyor. Çünkü politize olmuş kavramlar nihayetinde insanlara da yansıyor. İş bununla da kalmıyor, ciddî bir anlam kirliliği içinde insanlar düşünme yetisinden mahrum bir organizma hâlinde kitleselleşiyor. Böylece onlar kavramları değil, kavramlar onları yönetiyor. İnsanların kendi elleriyle yaptıkları puta, bu sefer teslimiyetle tapınmaları ne garip…
Sahi çok mu abarttım? O hâlde geçenlerde idrak ettiğimiz Nevruz’a bakalım. Aslı Farsça olan ve “Yeni (Nev) gün(ruz)” anlamına gelen bu özel günün nasıl da politize edildiğini görmemek mümkün mü? Bu bağlamda, İbrahim Yurtoğlu’nun “Yurdumuzda ve Orta Asya’da Nevruz Kutlamaları” başlıklı makalesinde dediği gibi, “Nevruz Bayramı’na tekabül ettiğine inanılan, Ergenekon’dan çıkış, Oğuz Han’ın düşmanlarına galip geldiği, Hz. Âdem’in yaratıldığı çamurun yoğrulduğu, Hz. Âdem’in Hz. Havva ile Arafat’ta buluştuğu, Hz. Yusuf’un kuyuya atıldığı, Hz. Musa’nın Mısır’dan ayrıldığı, Nuh Tufanı’nın sona erdiği, Yunus Peygamberin balığın karnından dışarı çıktığı, Hz. İbrahim’in ateşe atıldığı, Peygamber Efendimize peygamberlik görevinin verildiği, Hz. Ali’nin doğduğu, halife olduğu ve Hz. Fatıma ile evlendiği gün (Bilim ve Aklın Aydınlığında Eğitim Dergisi, Mart 2004 Sayı 49)” olarak bilinen Nevruz ve Nevruz ateşinin şimdilerde ayrılık ateşi olarak politize edilmeye çalışılması, bana acı veriyor.
Demem o ki, politik olmak dar bir alanı; ama hakikat olmak evrenselliği ifade eder. İşte ne olursa olsun, böylesi kucaklayıcı bir günün bu şekilde daraltılmasına gönlüm razı olmuyor. Umarım su, toprak ve havanın cemrelerle buluşmasının habercisi olan Nevruz gibi, bütün gönüller de birbirine karşı cemrelenir. Bütün nazlılığıyla bu cemrelerden nevruz çiçeği sarsın etrafımızı…
24.03.2007
E-Posta:
[email protected]
|