Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 24 Mart 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Görüş

Hastahane önünde incir ağacı

Bir ilkbahar sabahı. Her yerde bir canlılık, bir hareket, bir heyecan var.

Çiçekler açıyor, ağaçlar yeniden yeşeriyor.

Ama bir tohum, belki de hepsinden heyecanlı. Bir incir ağacı tohumu. Sonbaharda düşmüştü toprağa. Kış boyu toprağın altında duâ etmişti:

“Ey Rabbim. Benim bu küçücük hakikatime neşv-ü nema ver. Beni hayatlandır. Senin ‘’Hayy’’ ismini tecelli ettireyim.”

“Ağaç olayım, yapraklar, çiçekler açayım. Senin ‘Cemal’ ismini göstereyim.”

“Meyvelerim olsun. İnsanlar bunlardan istifade edip, Sana şükretsin. Senin ‘Rezzak’ ismini tecelli ettireyim.”

Ve buna benzer nice duâlar, duâlar…

Tohum önce çatlamıştı….

Bir süre korku yaşadı, “Çürüyüp gideceğim, hayat bulamayacağım” diye.

Oysa, sonra o an anladı ki, “hayata giden yol çürümekten geçiyor.”

Artık büyümeye başlıyordu. Fakat toprağı delip, sevgili güneş ışığı ile henüz karşılaşmamıştı.

Acaba, toprağın üstü nasıl bir yerdi?

Sonra, sonra bir sabah, henüz ilk çıkan filizinde bir ürperti hissetti.

Gözlerini açtığında, önceleri inanamadı. Artık toprağın üstündeydi.

“Allahım, şükürler olsun. Bu ne güzellik. Hiç hayal ettiğim gibi değil. Yerin üstü çok daha muhteşem, çok daha güzelmiş” diye mırıldandı.

Keyifle etrafı temaşa ederken, bir yandan da Yaratıcısını zikrediyordu.

Sonra biraz ilerideki bir incir ağacına gözü ilişti.

Ne kadar heybetli, ne kadar muhteşem duruyordu.

Sonra kendine baktı. “Ben de bu kadar büyük olabilir miyim acaba?” diye düşündü.

Ama, içini büyük bir ferahlık kapladı:

“Çünkü ben küçücük bir çekirdekken, Rabbim beni hayatla şereflendirdi. Elbette O’nu daha çok anlatmam, güzel isimlerini tecelli ettirmem, haşmetini göstermem için, beni de kocaman bir ağaç yapar” diye düşündü.

Her geçen gün biraz daha büyüyor, kökleri toprağın altında yayıldıkça yayılıyordu.

Ama bir gün karşısına sert bir kaya çıktı. “Benim incecik köklerim, bu kayayı nasıl deler, geçer” diye düşünürken, Yaratıcısı geldi aklına.

“Beni yaratan, neşv-ü nema veren O. Bu taşı ve toprağı yaratan yine O. O’nun namına hareket edersem, elbette bu kaya da bana musahhar olur” diye düşünüp “Bismillah” dedi ve yeniden şansını denedi.

Bir de ne görsün? “Bismillah” lâfzını duyan o sert kaya, pamuktan yumuşak olmuş.

Kemal-i suhuletle o incecik kökü yoluna devam etti.

Sonra önü açıldı. Büyüdü, büyüdü ve meyveler verdi.

Önünden nice insanlar geldi geçti.

Kimi, onu okudu, vazifesini anladı.

Altında güzelce dinlenip, meyvelerinden yedi.

O da büyük bir keyifle onlara tablacılık etti.

Ne yazık ki, bazı insanlar onu hiç anlamadı. Mukaddes vazifesini, zikrini, hislerini fark edemediler. Belki de fark etmek istemediler. Önem vermediler.

Onları da üzüntüyle, ama hiç itiraz etmeden gölgesinde barındırdı. Onlara da meyvelerinden ikram etti.

Çünkü Yaratıcısı onu öyle vazifelendirmişti.

Ve günler günleri kovaladı.

Artık bizim küçük çekirdek, bir hastahanenin önünde haşmetli bir incir ağacıydı..

Şükran MENEK

24.03.2007


Üstadım

Işık, nur, ziya ve bunları tamamlayan diğer kelimeler. İmanın cisimlenmiş halinin yansıması. Bunların bize yansımasını sebep kılan muhteşem bir eser. Adında nur, mahiyetinde nur, okunuşunda, dinleyişinde nur; imanın kurtarıcısı Risâle-i Nur ve onu neşreden Üstadımız. Vefatının kırk yedinci yılında Üstadımızı rahmetle ve minnetle anıyoruz. Arkasında bu muhteşem eserleri bırakıp gitti, bu fani yerden.

Risâle-i Nurun her kelimesinde, her cümlesinde Üstadımızın hayatı yer almaktadır. O yaşamadı hiçbir şey yazmamıştır. Yazdığı her kelime de bizatihi kendi yaşamıştır. Hayatının her alanını teşkil etmiştir. İmanı bu kadar ihlâsla yaşamak ve yaşatmak adına yola çıkan Üstadımızın: bugün talebeleri milyonları aşmıştır. Bu da üstadımız sebat ve azimle çıktığı nur yolunda taviz vermeden gidişinden dolayıdır. Ne sürgünler, ne hapishaneler ne zehirlenmeler, ne de idam sehpaları; bu nur dâvâsında bir adım bile geri attırmamıştır. Azim bir sabır ve insanı hayrete düşüren imanıyla. Cesaretini korkusuzca göstermiş ve asla pes etmek aklının ucundan bile geçmemiştir. İnancının ne kadar kuvvetli olduğunu göstermektedir. Arzusu ebedî hayatın kurtulmasıydı. Gençliğin imanını selâmette görmek için her türlü zorlu ve sıkıntıya maruz kalmaktan çekinmemiştir. Hatta bu uğurda cennet sevdasından bile vazgeçmeyi göze almıştır. Yeter ki insanları imanı kurtulsun. Ebedî hayatlarına hazırlık yapsınlar.

Bediüzaman’ın hayatı beni hep etkilemiştir. Defalarca hayatını okudum. Doğumundan ölümüne kadar geçen devrede yaşananlar. Hayatının her alanı Allah yolunda geçmiştir. Sünnet-i Seniyye ışığında hiç ayrılmadan süregelen bir ömür. Ve bu ömre sığdırılan muhteşem bir eser. Gönlümüz, başımızın tacı Risâle-i Nur. Bu eserin satırlarında dolaşırken; bu eserleri okumak nasip olduğu için Rabbime hep şükrederim. Hep bundan yüzyıl ya da iki yüzyıl önce yaşamak istemişimdir. Ama sadece Risâle-i Nur için bu asırda doğduğuma sevinmişimdir. Ve lâyıkıyla nur talebesi olmak en büyük gayem.

Üstadımız, bu büyük dâvâ için o kadar çok şeyden vazgeçmiştir. Öyle basit şeylerde değil vazgeçtikleri. Düzenli bir aile hayatından, evlenip çoluk çocuk sahibi olmaktan ve ebedî hayatından bile vazgeçmiştir. Onu farklı kılan çok şey var. Burada yazılamayacak kadar çok. Tarihçe-i hayat baştan sona kadar onun farklılığını göstermiş.

Ah Üstadım! Seni tam olarak anlatamam ki, ne sözlerim ne de bu kalemim ucuna yansıyacak aciz kelimelerim. Ben vefatının yıl dönümü hasebiyle; sana bir şeyler yazmak istedim. Acizane bu kalemimin diliyle.

Üstadım!.. Bu asrın manevî reçetesini sundun; ümitsizlik hastalığına karşı “ümit var olunuz” dedin. Ne zaman kendimi kötü hissedersem; bu sözün aklıma gelir. Tiryak gibi yetişir. Sen Üstadım her yönden bize yardımcı oldun. Eserlerinde hep bize ebedi hayatı hatırlattın. O hatırlatma manevi gücümüz oldu. Bu hayattaki her şeye karşı direnç kazanmamıza sebep oldun. Yoksa dayanmak zor, yaşamak zor ve özellikle de nefisle mücadele zor. Sen zoru kolaylaştırmanın yolunu gösterdin. Hep sağ yolla sol yolu anlattın. Sol yolun yani imansızlığın ne müşkül bir yol olduğunu; sağ yolunda yani imanın da rahat ve selâmete ulaşmanın ve emniyette olmamın yolunu örnekler vererek gösterdin. Bu bize kuvvet verdi.

Üstadım!.. Daha neler neler var seni anlatacak. Bu asrın imansızlığın ateşinden korumak için girdiğin mücadeleyi; ama yetmez ki kalemim. Sadece seni anmak için yazdım bu yazıyı. Evet Üstadım; muhabbet fedaileri olarak seni rahmetle anıyoruz.

Fadime KAYA

24.03.2007


Küresel bozulma

Küresel ısınma diyorlar, dünyanın sonu gelmiş diye feryat figan ediyorlar, kıyamet saatini ileri alıyorlar, on ikiye beş varmış diyorlar.

Ayılar, kış uykusuna yatmıyor, yerleşim merkezlerine iniyor, kuşlar göç etmiyor, yağmurlar yağmıyor, dağlar kara bürünmüyor, buzullar eriyor, kışın ortasında çiçekler açıyor, ağaçlar yeşilleniyor, yalancı baharlar gelmiş kışın yerini almak istiyor. İnsanlar cıvıl cıvıl, sokaklara dökülüyor, geziyorlar, eğleniyorlar. “Yok” diyor uzmanlar, sevinmeyin diyorlar. Çünkü bu gidişat, hayra alâmet değilmiş.

Dünya, rayından çıkmış bir tren misâli uçurumdan yuvarlanmaya ramak kalmış durumda. İçinde hep birlikte yolculuk yaptığımız bu trende, türlü sorunlarla karşılaşacağımız âşikâr. Biz olmasak da çocuklarımız, torunlarımız bunlarla yüzleşmek zorunda kalacaklar. Suların kesilmesi, sıcaklardan dünyanın kavrulması, göllerin kuruması, ovaların çölleşmeye doğru yol alması, bu sorunlardan sadece birkaç tanesi.

Şimdi bütün bunları terazinin bir kefesine bırakalım ve diğer kefeyi doldurmaya çalışalım. Yalnız, menfaat ve maddiyat terazini bir tarafa bırakarak vicdan terazisini elimize alalım. Adaletin nasıl tecelli ettiğini görelim.

Dış dünyadaki ekolojik dengelerin bozulmasında bu kadar korku ve telaşa kapılıyor, geleceğimizle ilgili kaygılarımızı dile getiriyoruz. Peki iç dünyamızdaki bozulmalar, insanlığımızdaki erozyonlar bizi ne kadar tedirgin ediyor acaba? Maddî havanın bozulmasına endişe ederken, mâneviyatımızın bozulmasından hiç mi endişe etmiyoruz? Kutuplardaki ayıların uykusunu düşünürken, yanı başımızdaki uyku yüzü görmeyen çocukları, ilâç yüzü görmeyen hastaları, huzur yüzü görmeyen savaş ve terör mağdurlarını ne kadar düşünüyoruz acaba?

Dünyanın bir ucunda Müslüman bir kardeşimize bir şey olsa hissetmemiz, toplu iğne batsa dahi içimizin cız etmesi gerekirken komşumuzun feryadını dahi duymaz olduk. Altta düğün, üstte cenaze birbirimizi anlayamaz bir yaşantı geliştirdik kendimize. Annemin dilinde ifade bulduğu gibi, başkasının ölüsü, bize uyuyor gibi geliyor.

Dünyanın bir yerlerinde su yerine oluk oluk kan akarken, insanlar vurulurken, can üstüne can düşerken bir kez olsun çıkıp küresel bozuluyoruz demedik. Bu öyle bir bozulma idi ki tamiri en az onun kadar güçtü. İnsanlar ölüyordu bir yerlerde ve öldürenler de insanlardı. Biz gene insan eliyle bozuluyorduk. Küçücük beyinlere kurşunlar sıkılıyor, bombalar patlatılıyordu cılız bedenlerde. Patriotlar uçuyordu semalarda, uçurtmalara kafa tutarcasına, ipleri koparırcasına. Analar-babalar acıdan kan kusarken, ciğerleri yanarken, dünyaya “Ne olur, duyun sesimizi” diye seslendiklerinde gene kimse çıkıp “Küresel bozuluyoruz” demedi. Oysa “Evet, biz sizi duyuyoruz, ama kendi derdimize düşmüşüz” bile diyemiyorduk ve küresel bozuluyorduk.

Şimdi buzullar eriyor diyorlar, kıtalar birbirine yaklaşıyor, sınırlar kayboluyordu. Şehirler tarumar oluyordu oysa, evler yıkılıyordu, emekle, binbir zahmetle inşa edilen yuvalar dağılıyordu. Bir tarih yok oluyordu gözlerimizin önünde, medeniyetler ölüyordu ve biz gene küresel bozuluyorduk.

Ovalar kuruyor, erzaklarımız azalıyor, meyve-sebzelerimiz tükeniyor diye yeri göğü inletiyoruz. Açlıktan insanlar ölüyor hâlâ, bir kuru ekmeğe razı olacakken, sofralarımızda binbir çeşit yemeğe razı olmuyoruz. Biz başka çeşitler ararken, başka bedenler ölüme göz yumuyordu açlıktan bütün vücudu çekilircesine. Birileri çamur suyuna tebessüm edebilirken, evlerimizde akan sıcak sulara burun kıvırıyorduk ve biz gene küresel bozuluyorduk.

Şimdi insan eli ile olduğu söylenen küresel ısınma, insan eli ile olan küresel bozulmamızdan daha önemli olmuştu. Artık ne dünyaya yağmur, ne de ruhumuza gözyaşı akıtabiliyorduk. Ağlamayı bile unuttuk. Erdemlerimiz, değerlerimiz, duygularımız, hassasiyetimiz bir yangında yanıyor iken, ateş her geçen gün büyüyorken küllerine bakıyoruz ve daha fazla küresel bozulmanın eşiğine geliyoruz.

Küresel ısınmaya bir süre daha dayanabileceğimizi söyleyen uzmanlar, küresel bozulmaya ne kadar dayanabileceğimizi de söyleyebilirler mi?

Dünya, küresel ısınırken, biz de küresel bozuluyoruz. Uzmanlar biraz da bu konuya kafa yorsalar nasıl olur acaba?

[email protected]

Süveyda GÜNER

24.03.2007

 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri

 

 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004