|
|
Abdil YILDIRIM |
Muhabbet ve kıyamet |
|
Kâinat dediğimiz şu muazzam sistem, sayısını bilemediğimiz yıldızlardan ve galaksilerden meydana gelmiştir. Her birisinin ayrı bir kütlesi, hızı ve yörüngesi vardır. Dünyamızın da içinde bulunduğu bu muhteşem topluluk arasında tam bir uyum, âhenk ve denge bulunmaktadır. Sanki onları muazzam ve muntazam bir bağ, birbirlerine bağlamakta, kâinatın intizamı bu şekilde sağlanmaktadır. O koca kütleler birbirine çarpmıyor, birbirinin yolunu kesip vazifesine engel olmuyor, büyük cisimler kendilerinden daha küçük olanları taciz edip yanlarından kovmuyorlar.
İçinde bulunduğumuz dünyaya bakıyoruz, onun da güneş sistemi içinde küçüklüğü ile beraber çok büyük vazifeleri bulunuyor ve bu vazifelerini emniyet ve huzur içinde yerine getiriyor. Kardeşleri olan diğer gezegenlerle aralarında tam bir uyum ve âhenk mevcut.
Dünya üzerindeki canlı cansız, her türlü varlıklara bakıyoruz, onların da aralarında şahane bir dostluk, güzel bir kardeşlik, samîmî bir irtibat görüyoruz. Sanki her şey birbirine görünmez ve güçlü bir bağ ile bağlı bulunuyor.
Atomlardan galaksilere, bitkilerden hayvanlara, meleklerden insanlara ve cinlere kadar, her mahlûk arasında çok hikmetli ve ibretli irtibat ve insicam göze çarpıyor. Bu sarsılmaz bağın ne olduğunu merak edip, mahiyetini araştırınca, aradığımız cevabı Kur’ân’dan ve onun tebliğcisi olan Hz. Muhammed Aleyhisselatü Vesselâm’dan öğreniyoruz. Resûlullah Efendimiz, bir hadis-i kudside Rabbimizin “Habibim, sen olmasaydın kâinatı yaratmazdım” dediğini bildiriyor. Buradan da, kâinatın mayasında muhabbet olduğunu anlıyoruz. Bediüzzaman Hazretleri de bu durumu “kâinatın bir sebeb-i vücudu muhabbettir” şeklinde ifade etmiştir. Demek ki atomları, molekülleri, galaksileri, insanların kalp ve gönüllerini birbirine bağlayan bu kuvvetli bağ, muhabbetten başka bir şey değildir.
Kâinatın mayası olan sevgi, en çok da insanın kalbinde toplanmıştır. Zira insan kalbi, Cenâb-ı Hakk’ın Cemâl, Kemâl ve Muhsin isimlerinin en parlak bir şekilde tecelli ettiği bir aynadır. İnsan güzele âşık olur, mükemmel olanı ister, kendisine ihsan edeni sever ve sayar. İşte bu duyguları içinde barındıran kalp, insanın çevresine muhabbet nazarı ile bakmasını sağlıyor. Âlemde ne varsa, insanla arasında bir dostluk ilişkisi olduğunu insana gösteriyor. Bu demektir ki, insanın olduğu yerde sevgi, sevginin olduğu yerde insan vardır. Böyle bir kalbe sahip olan insan, her şeye sevgi nazarıyla bakar. Her şey ona dost ve kardeş görünür.
Muhabbetin olmadığı yerde ise, husûmet vardır, hiddet ve şiddet vardır. Eğer insanların kalbinde hakikî sevgi olsaydı, bugün yaşanan vahşet ve dehşet tabloları ortaya çıkmayacaktı. Filistin’de, Irak’ta, Afganistan’da ve dünyanın çeşitli yerlerinde yaşanan insanlık dramları yaşanmayacaktı. Kalbinde sevgi taşıyan bir insan, kendi çocuğu için canını verirken, başkasının çocuğuna silâh doğrultup ateş edebilir mi? Filistin’de çocukların üzerine tank sürüp füzelerle ateş açanlar, acaba nasıl bir kalp taşıyorlar? Bunların sevgiden ve insanlıktan nasibi ne kadardır?
İnsanın mayasında, yani fıtratında sevgi vardır. Bu sevgi, Cenâb-ı Hak tarafından kalplere yerleştirilmiştir. Fıtratı bozulmamış bir insan, her şeyi Allah nâmına sever. Çünkü canlı ve cansız her varlık, eşsiz bir san'at eseridir. Sevilmeye lâyıktır. İnsan hem bu san'atlı eserleri, hem de onların san'atkârını sever. Ama bugün bakıyoruz, ağaçlar kesiliyor, ormanlar yakılıyor, sular zehirleniyor, sulardaki canlılar öldürülüyor. Hava, su, toprak kirletiliyor. Dünyadaki ekolojik denge bozuluyor. Sonra da küresel felâketler kapıya dayanıyor. Demek ki bugün insanlığın kâbusu haline gelen küresel ısınmanın da temelinde, sevgisizlik yatmaktadır. İnsanlar dünyayı ve içindekilerini fıtratlarının gereği gibi sevselerdi, dünyayı bu hale getirmezlerdi. Önce fıtratlar bozuldu, sonra ekolojik denge bozuldu diyebiliriz.
Sevgisizliğin, insanların ve dünyanın başına ne işler açtığını yaşayarak görüyoruz. Bediüzzaman Hazretleri ne güzel söylemiş: “Muhabbet, kâinatın bir sebeb-i vücududur” Muhabbet ortadan kalkarsa, kâinatın varlığının da bir sebebi kalmayacaktır. Varlıkları birbirine bağlayan ip kopacak, her şey başını alıp gidecektir. Galaksiler, yıldızlar, güneşler uydular yörüngesinden çıkacak, dünya da başını bir başka gezegene çarpacak ve kıyamet kopacaktır.
İnsanların kalplerinden sevgi uzaklaştıkça, kıyamet yaklaşmaktadır.
24.03.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
S. Bahattin YAŞAR |
Herkes sürüsünün çobanı olursa... |
|
San’at ve san’atçı deyince
San’atçı için san’at, bir hakikati sair insanlara taşımaya vesile oluyorsa, san’attır.
Tabiî yine de san’atın, san’atçının ne olduğu kişiden kişiye değişen yorumlar içerir. Mutlaka san’atını amacı doğrultusunda çok iyi kullanan san’atçılar da yok değildir. Ama insanın inandığı değerleri, hak ve hakikatleri, icra ettiği san’atıyla diğer insanların öğrenmelerine vesile olmak anlamında kullanması, apayrı bir haz olsa gerek.
San’atçının bir filmde sadece rol gereği bulunması ve rolünü icra etmesi ile oynadığı rolün içine sinmesi ve inancına hizmet etmesi birbirinden farklı şeylerdir.
“İslâmiyetin Doğuşu”, “Ashab-ı Kehf” ve “Hz. Meryem” gibi film yapımlarını izleyince, san’atın ne olduğunu, san’atçının ne olduğunu insan daha iyi anlıyor. Bahsi geçen filmlerdeki san’atçılar rollerini çok iyi hazmetmişler ve karelere çok güzel yansıtmışlar.
Ayrıca filmlerdeki müzik unsuru, neredeyse filmin yükünün çoğunu omuzlamış.
Filmde konu değiştikçe kültür, inanç, sosyal doku ayrıntılarının değişmesi, çalışmanın derinliğini göstermesi anlamında önemli bir gösterge.
Filmin bütünlüğü içerisinde zihni rahatsız eden, düşünceyi, hayalleri kirleten bir olumsuz kareyle karşılaşmamak, dönemin kültürel dokusuna hakimiyeti yansıtıyor.
Filmler çok güzel birer eğitim vasıtasıdır
Filmler birer eğitim seti gibi. Ashab-ı Kehf’de gerçekten iman etmenin ne demek olduğunun izlerini bir bir algılıyorsunuz. İmanla, insanın nasıl bir yükselişe ulaştığını, dünya metaının nasıl anlamsızlaştığını, makamın, mevkinin zirvesinde nasıl inancın korunabileceğinin, yaşanabileceğinin çok ince ayrıntılarını bir bir alıyorsunuz.
Ayna olmak ya da perde olmak
Bir film, bir şahsiyetin hayatını yansıtacak ise, öncelikle o şahsiyetin hayatının incelikleri çok iyi ve dikkatle tetkik edilmeli, öylece çalışılmalıdır. Hatta sadece kişinin hayatı değil, onunla birlikte dönemin özellikleri, insan davranışlarını etkileyen sosyal olaylar, fikirler, düşünceler de çok dikkatle filmin kareleri içerisine işlenmelidir ki, o kişinin davranışlarının sebepleri, sonuçları doğru anlaşılabilsin. Yapılan filmler konu edilen şahsiyetlerin hayatına ayna olmak maksadını içermelidir.
Bizim san’atçıların(!) çevirdikleri dini ihtivalı filmlerdeki, adına film yapılan şahsiyetin hayatıyla hiç de bağdaşmayan kareleri görünce, keşke böyle bir adım atılmasaydı diyorsunuz. Böyle karelerin filme sokulması, çevirenleri sorumluluk altına alan bir ölçü bozukluğunu göstermektedir.
Hayatını okuduğunuz şahsiyetlerin, filmleştirilmiş halini izleyince, filmin şahsiyetin lehinde olmayıp, neredeyse aleyhinde yapıldığına hükmediyorsunuz.
Bu filmleri çocuklarınızla izleyin
Acizâne, filmleri, evinizde, çocuklarınızla üzerinde tek tek konuşarak seyretmenizi tavsiye ediyorum. Yapılan yorumların ne kadar yerinde olduğuna o zaman daha rahat hükmedebilirsiniz.
Evde, çocuklarla birlikte filmleri izledikten sonra çok güzel şeyler oldu. Yine çocuklarla birlikte, Kur’ân-ı Kerim’deki ‘Meryem Sûresi’ni ve ‘Kehf sûresi’ni okuduk ve filmin ne kadar gerçeklere ışık tuttuğunu anlamaya çalıştık. Hatta Meryem Sûresi ile Kehf Sûrelerinin mealine bakıldığında, filmlerin Kur’ân’ın anlattığı şekilde yapılmış olduğu ve birebir ifadelerin yerine oturtulmaya çalışıldığı gözlerden kaçmamaktadır.
Meşrû dairenin lezzeti
Aile boyu, evimizde Hz. Meryem’i, Ashab-ı Kehf’i izlerken büyükten küçüğe gözyaşlarımıza hakim olamadık. Dikkat çeken şey de, çocukların ağladıkları kareler ile büyüklerin ağladıkları karelerin çoğu kez farklı olmasıydı. Büyüklerin dikkatlerini çeken ve duygularına dokunan olaylar ile küçüklerin duygularını hareketlendiren olaylar aynı değildi. Ama güzel olan filmin her yaştan insana dokunan bir yönünün olmasıydı.
Tabiî CD’lerle, evinizde, değişik yaşlarda çocuklarınızla bu filmleri izlemek ile, tv’lerde (özellikle Ramazan ayında) yine aile üyelerinizle bu filmleri izlemek arasında çok büyük farklar bulunmaktadır. TV’lerde reklâmlar veya film izlenirken alt bantlardaki tanıtım kareleri, zihinleri tacizden başka bir anlam taşımamaktadır.
En iyisi, aile sinemalarımızı seçtiğimiz güzel filmlerle kendimiz oluşturmak ve film esnasındaki ikramları, film arası veya film üzerine konuşmaları bizzat kendimiz yapmaktır.
Doğrusu ben, ‘Herkes sürüsünün çobanı olursa, hırsızlar kendilerine başka işler arar.’ diye düşünüyorum.
Bilmem bana katılır mısınız?
24.03.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Habib FİDAN |
Politize olmuş kavramlar |
|
Hiç unutmam; bir sınıf arkadaşım boş bulunup elini yumruklaştırarak öğretmenden söz hakkı istemişti. O an hiç beklemediğim tarzda bir tepki verdi öğretmenim: Ne o? Elini yumruklaştırarak siyasî bir şey mi ima etmeye çalışıyorsun? Sınıf arkadaşım daha “kem küm” ederekten kendini savunmaya başlamamışken, “ Kes sesini! Bir şey duymak istemiyorum” gibi sert bir hitaba maruz kalmıştı. Hepimiz anlayamamıştık ne olduğunu. Ancak anladığımız bir şey de vardı: Demek ki elimizle yaptığımız hareketlere birer siyasî anlam verilmişti…
Doksanlı yılları hatırlayanlar bilir; o dönemde bu siyasî görüşlerle sembolleşmiş el hareketleri o kadar meşhurdu ki, Levent Kırca’nın “Olacak O kadar” programına bile konu olmuştu. Anlayacağınız, iş çığırından çıkmış ve artık mizahın diline dolanmıştı. Şimdi düşünüyorum da gerçekler insanların algılama biçimleriyle nasıl da değişip şekilden şekle giriyorlar? Meselâ uzun zamandan beri dikkatimi çeken bir kavram var: “Ulus” kavramı.
Bu sihirli kelime bu dönemde o kadar kılıktan kılığa giriyor ki, kullanmaya kalkıştığımızda, elimizden uçup da gidiverecek bir kuş misali, kastettiğimiz anlamların dışında bir anlama bürünecek gibi geliyor. Evet, “Ulus, ulusal, ulusalcı(lık)” gibi çok farklı şekillerde kullanılan sihirli bir kelime artık. Çünkü ulus dediğimizde millet, ulusal dediğimizde millî anlamlarına denk düşebiliyor da ulusalcı dediğimizde büsbütün bu anlamlardan sıyrılabiliyor. Son dönemde gündemi oldukça işgal eden “ulusalcılar” söylemi var. Sahi nedir bu? Kendisine bu ismi takanlara, “Arkadaş siz milliyetçi misiniz?” diye sorduğunuzda büyük bir ihtimalle, “Ne milliyetçisi arkadaş? Biz ulusalcıyız” diyeceklerdir. “Peki ulus, millet demek değil mi? O hâlde neden bunu kabullenmiyorsunuz? ” diye yeni bir soru sorsanız, eminim ki, “O başka, bu başka. Bizim yüklediğimiz anlam bu değil” diye cevap vereceklerdir. İşte o an eskiden “ulus mu, millet mi kullanılsın?” gibisinden eş anlamlılık üzerinden yürütülen tartışmaları hatırladığında, insanın acı acı gülümsemesi geliyor. Çünkü politize olmuş kavramlar nihayetinde insanlara da yansıyor. İş bununla da kalmıyor, ciddî bir anlam kirliliği içinde insanlar düşünme yetisinden mahrum bir organizma hâlinde kitleselleşiyor. Böylece onlar kavramları değil, kavramlar onları yönetiyor. İnsanların kendi elleriyle yaptıkları puta, bu sefer teslimiyetle tapınmaları ne garip…
Sahi çok mu abarttım? O hâlde geçenlerde idrak ettiğimiz Nevruz’a bakalım. Aslı Farsça olan ve “Yeni (Nev) gün(ruz)” anlamına gelen bu özel günün nasıl da politize edildiğini görmemek mümkün mü? Bu bağlamda, İbrahim Yurtoğlu’nun “Yurdumuzda ve Orta Asya’da Nevruz Kutlamaları” başlıklı makalesinde dediği gibi, “Nevruz Bayramı’na tekabül ettiğine inanılan, Ergenekon’dan çıkış, Oğuz Han’ın düşmanlarına galip geldiği, Hz. Âdem’in yaratıldığı çamurun yoğrulduğu, Hz. Âdem’in Hz. Havva ile Arafat’ta buluştuğu, Hz. Yusuf’un kuyuya atıldığı, Hz. Musa’nın Mısır’dan ayrıldığı, Nuh Tufanı’nın sona erdiği, Yunus Peygamberin balığın karnından dışarı çıktığı, Hz. İbrahim’in ateşe atıldığı, Peygamber Efendimize peygamberlik görevinin verildiği, Hz. Ali’nin doğduğu, halife olduğu ve Hz. Fatıma ile evlendiği gün (Bilim ve Aklın Aydınlığında Eğitim Dergisi, Mart 2004 Sayı 49)” olarak bilinen Nevruz ve Nevruz ateşinin şimdilerde ayrılık ateşi olarak politize edilmeye çalışılması, bana acı veriyor.
Demem o ki, politik olmak dar bir alanı; ama hakikat olmak evrenselliği ifade eder. İşte ne olursa olsun, böylesi kucaklayıcı bir günün bu şekilde daraltılmasına gönlüm razı olmuyor. Umarım su, toprak ve havanın cemrelerle buluşmasının habercisi olan Nevruz gibi, bütün gönüller de birbirine karşı cemrelenir. Bütün nazlılığıyla bu cemrelerden nevruz çiçeği sarsın etrafımızı…
24.03.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
Bediüzzaman ve kapitalizm |
|
Bediüzzaman’ın her temel meselede olduğu gibi ekonomi alanında da Kur’ânî parametreler çerçevesinde dile getirdiği orijinal ve özgün düşünceler var. Ve bunların derli toplu şekilde yer aldığı bahislerden biri, konuyu birey eksenli bir çerçevede işleyen İktisat Risalesi.
Ancak yine aynı risalede, iktisatsızlık ve israf yüzünden tüketicilerin artıp üreticilerin azalacağı, herkesin gözünü hükümet kapısına dikeceği, böylece ekonomik hayatın temel dinamikleri olan sanayi, ticaret ve tarımın zaafa uğrayacağı ve bunun bir milleti geriletip çökerteceği gibi tesbitler de mevcut (Lem’alar, s. 149).
Benzer tahliller Münâzarat’ta da yapılıyor (s. 49). Divan-ı Harb-i Örfî’nin “hâtime” kısmında ise “fikr-i icad ve teşebbüs-ü şahsiye”nin, yeni fikirler geliştirme ve girişimciliğin önemine vurgu yapan ifadeler yer aldığını görüyoruz (s. 60).
Bu zamanda i’lâ-yı kelimetullahın en büyük sebebinin maddeten terakkî olduğu ifadesi de (Tarihçe, s. 52), ekonomik kalkınmayı manevî misyonla belirlenen bir çerçeveye oturtuyor.
Öte yandan, onun sosyal iktisat sahasında, doktrin ortaya koyan uzman teorisyenleri aşan bir vukuf ve öngörüyle yaptığı tesbitler de var.
Söz gelişi, insanlığın vahşet ve bedevilik, kölelik, esirlik aşamalarından geçerek ücretle çalışma merhalesine geldiğini, son olarak ulaşacağı noktanın malikiyet ve serbestiyet devri olacağını ifade ediyor Bediüzzaman.
Ve ücretlilik döneminin ilk aşamalarını anlatırken, bir sermayedarın, oturduğu yerden bankalar vasıtasıyla bir günde bir milyon kazandığı, bir biçare amelenin ise sabahtan akşama kadar yeraltı maden ocaklarında çalıştığı halde ölmeyecek kadar bir ücreti ancak kazanabildiği örneğiyle vahşi kapitalizmi eleştiriyor (Mektubat, s. 353-4).
Said Nursî, kapitalist sistemin temel dayanaklarından biri olan faize de ısrarla karşı çıkıyor. Kur’ân’ın âlem kapısında durup ribaya “yasaktır” dediğine, “Sen çalış, ben yiyeyim” mantığına dayanan faizin ve bu sistemi işleten bankaların, toplumsal huzur ve barışı tahrip ettiğine dikkat çekiyor (Sözler, s. 373 ve 671).
Onun, Batı medeniyetinin hata ve zararları olarak sıraladığı hususlar da konumuzla ilgili:
İktisat ve kanaat yerine israf ve sefaheti, çalışma ve hizmet yerine tenbellik ve istirahat meylini teşvik ve tervic eden Batı medeniyetinin insanlığı fakirleştirip tenbelleştirdiğini; ayrıca kötü alışkanlıkları yaygınlaştırarak insanları hasta ettiğini; zarurî olmayan ihtiyaçları da ihtiyaçmış gibi gösterip suiistimal, israf, hırs, tamah, hevesleri tahrik ve tiryakilik yoluyla insanları haram kazanç yollarına yönelttiğini; İslâmın zekât emrini ve faiz yasağını dinlememek suretiyle de burjuvaları zulme, fakirleri isyana sevk ettiğini belirtiyor Bediüzzaman (Emirdağ Lâhikası, s. 334-5).
Medeniyet harikaları olarak nitelediği teknolojik imkânların da, ikram-ı İlâhî olarak insanlığa bahşedilmiş büyük nimetler oldukları halde yanlış ve kötüye kullanıldığına dikkat çekiyor.
Bu keskin ve güçlü eleştiriler, elbette ki, medeniyeti bu şekle çeviren materyalist ve dünyaperest zihniyetin bir tüketim ve sömürü aracı olarak kullandığı kapitalist sistem için de geçerli.
Bediüzzaman’ın kapitalizme bakışı sadedinde söylenebileceklerin kısa özeti şimdilik bu...
24.03.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Açığı kapatmak |
|
Geçen gün bir yolculukta kendi halinde oturmakta ve ağzı kıpırdamakta olan birisiyle tanıştık. Tanıştıktan sonra, “Herhalde birşeyler okuyordunuz?” dediğimizde kendisinin aslında bir Fransız ve yeni Müslüman olduğunu, sür'atle Kur’ân öğrendiğini ve açığını kapatmak için boş vakitlerini okumak, vs. ile değerlendirerek geçirdiğini söyledi.
Bir adama sormuşlar, “Kaç yaşındasın?” diye. “Beş yaşındayım” diye cevap vermiş. Hayretle tekrar sormuşlar: “Nasıl olur ellili yaşlarda gösteriyorsun?” “Ben beş sene önce hidayete erdim. Önceki hayatım bir hiç hükmünde. Onu saymıyorum” diye cevap vermiş.
İslâmla tanışan, onun güzellikleriyle büyülenen herkes geçmişine bir çizgi çekmekle kalmıyor, aradan geçen yılları boşa gitmiş görerek aradaki açığı kapatmaya çalışıyor.
Ebû Cehil’in oğlu İkrime de Müslüman olduğunda aynı kararlılığı göstermemiş miydi? Mekke’nin fethi günlerinde kaçmış, gemiyle denize açıldıklarında fırtınaya yakalanmışlar, gemi dev dalgalarla boğuşmaya başlamıştı. Tayfaların, “Allah, Allah” diye bağırdıklarını gören İkrime, “Nedir bu? Neler söylüyorsunuz?” diye sormaktan kendini alamamıştı.
Onlar da, “Burası denizin ortası! Burada Allah’tan başka kimse kurtaramaz insanı” diye cevap vermişlerdi.
Şimşekler çakmıştı İkrime’nin zihninde. “Demek bu” dedi, “Muhammed’in bahsettiği ilâh olmalı.” Ve yalvarmaya başladı: “Allah’ım, bizi kazasız belâsız karaya ulaştır.”
Gerçeği gören ve Yemen’e ulaşan İkrime, hanımı Ümm-ü Hakim’in ısrarlı dâvetlerine dayanamayıp gelmiş, Peygamberimizin dâveti karşısında: “Yemin ederim ki sen sadece hakka, güzel ve iyi şeylere dâvet ediyorsun. Yemin ederim ki, sen peygamberlik gelmeden önce de, içimizde en doğru konuşan idin” deyip Kelime-i Şehadet getirerek Müslümanlığını ilân etmişti.
Ayrıca geçmişte yaptıklarını affı için duâ istemiş, Peygamberimiz de ona duâ etmişti.
İkrime şöyle diyordu: “Ya Resûlallah, Allah’a yemin ederim ki insanları Allah yolundan çevirmek için sarf ettiğim malın iki mislini Allah yolunda harcayacağım. Allah yolundan çevirmek için yaptığım savaşların iki mislini Allah yolunda yapacağım” diye söz vermişti.
Yermuk’ta vücudundan açılan yaradan kanlar fışkırırken savaşa devam ettiğini görenler, “Kendine acı” dediklerinde, o, “Ben ki Lat ve Uzza için yıllarca mücadele ettim. Şimdi Allah için bu kadar yara almışım, sıkıntılara katlanmışım ne önemi var” diyor, açtığı bu temiz sayfayı şehadetle noktalıyordu.
24.03.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Âl-i Beyt muhabbeti (2) |
|
Seyyidler: Nuranî, mübarek nesil
Pek mühim bir hikmete binaen kendi seyyidliğini gizlemeye, perdelemeye çalışan Bediüzzaman Hazretleri, dünyanın her tarafına yayılmış olan seyyidleri "nuranî ve mübarek bir nesil" tâbirleriyle târif ediyor.
Bu tarife göre, seyyidler her milletin, her kavmin içinde bulunabilir demektir.
İşte, muhtelif risâlelerde bu hususlarla ilgili Üstad Bediüzzaman'ın bazı ifadeleri:
"Bugün tarih-i âlemde hiçbir nesil, şecere ile ve senetlerle ve anane ile birbirine muttasıl ve en yüksek şeref ve âli hasep ve asil neseple mümtaz hiçbir nesil yoktur ki, Âl-i Beytten gelen seyyidler nesli kadar kuvvetli ve ehemmiyetli bulunsun. ...Böyle bir cemaat-i azîme içindeki mukaddes kuvveti tehyiç edecek ve uyandıracak hâdisât-ı azîme vücuda geliyor." (29. Mektup, Beşinci İşaret.)
"Âl-i Beyt (seyyidler), âlem-i İslâmiyetin bir silsile-i nuraniyesidir." (19. Mektup, 4. Esas.)
"Dünyada mütesanit hiçbir hanedan ve mütevafık hiçbir kabile ve münevver hiçbir cemiyet ve cemaat yoktur ki, Âl-i Beyt'in hanedanına ve kabilesine ve cemiyetine ve cemaatine yetişebilsin." (5. Şuâ, 9. Mesele.)
"Âl-i Beytten gelen seyyidler nesli, şimdi de kemiyeten milyonları geçen bir nesl-i mübarektir." (29. Mektup, 5. İşaret.)
Yazımızın bir önceki bölümünde de ifade ettiğimiz gibi, esasen Bediüzzaman Said Nursî'nin kendisi de böyle bir "nesl-i mübarek"e mensuptur.
Mevzuyla alâkalı olarak, Risâle–i Nur'daki muhtelif parçalar birleştirildiğinde, hakikat–i hâlin bu merkezde olduğu görülecektir.
Zahirî tarih nazarında Kürt unsurundan olan Üstad Bediüzzaman, hakikat nazarında ise hem seyyid, hem de şeriftir. Yani, anne tarafından Hasenî, baba tarafından Hüseynîdir.
Çoğu zaman gizlemeye çalıştığı bu mensubiyet yönünü, lüzûmuna binaen bazı şahıslara söylemek ve onlara meseleyi izah etmekten de çekinmemiştir.
Meselâ, bu zatlardan ikisi şunlardır: Biri, Emirdağlı Osman Çalışkan, diğeri ise Seyyid Salih'tir. Seyyid Salih (Özcan) halen hayattadır.
Bu iki önemli şahsın, gerek sözlü ve gerekse yazılı hatıralarından açıkça öğrenmekteyiz ki, Üstad Bediüzzaman onlara neseben hem seyyid, hem de şerif olduğunu beyan etmiştir. (Bkz: Son Şahitler, N. Şahiner, ilgili şahıslar bölümü.)
Risâle–i Nur'dan deliller
Üstad Bediüzzaman'ın Âl-i Beytten, yani seyyid ve şerif olduğunu sadece hatıralardan değil, Risâle–i Nur'daki muhtelif bahislerden de okuyup öğrenebiliyoruz.
İşte, bu bahislerden birkaç misâl.
Birincisi
Yeni Asya'da çıkan son baskı Lem'âlar isimli eserin Yirmi İkinci Lem'âsının sonunda "Büyük Ruhlu Küçük Ali"nin imzasıyla yer alan mektubun hülâsası şöyledir:
"İmam-ı Ali Radiyallahu Anh, ('Eminnî mine'l-fecet/Kurtar, emân ve emniyet ver' ve 'Lâ tehşâ/Çekinme, korkma') gibi kerâmetli kelimeleriyle, bizlerin hapisten, mahkemeden kurtulacağını hârika bir tarzda izhâr ediyor.
"Çünkü, evlâdından olan Gavs-ı Geylânî (ra), kendi omzunda Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın kademini (ayak izini) gördüğü gibi, evlâdından olan ve her asırda Âl-i Beytten gelen mehdî ve müceddit, verese-i enbiya olan muhakkikleri, fertleri görüp kendi kademini o mübarek gelecek zatlara basmış.
"Hususen, Risâle-i Nur müellifi zamanın Abdülkadir'i Üstadımız Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerine, sâir evliyaya muhalif olarak müphem değil, sarihan haber vermesi, bizce birinci Âl'den olduğu kat'idir. Çünkü, sinek gibi bir mahlûkun Üstadımızı taciz etmemesi, neslinden olan Abdülkadir-i Geylânî'den irsiyet almıştır.
"Gerçi, Üstadımız mahkemede ehl-i vukufa karşı ikinci Âl-i Beytten olduğunu onlara ispat etti. Fakat, maksadı tam ihlâsa muvafık olduğu için, kendi şahsını azlediyor; Kur'ân'ın bir elmas kılıcı olan Risâle-i Nur'u gösteriyor." (Age, s. 418.)
Kuleönü'lü Küçük Ali, bu mektubunda Üstad Bediüzzaman'ın "birinci Âl'den olduğu kat'idir" demesiyle, onun Şâh–ı Geylânî gibi neseben Hz. Ali'ye dayandığı ve "evlâd–ı Resûl" olduğunu tereddütsüz şekilde ifade etmiş oluyor.
İkincisi
Gerek "Nur Aleminin Bir Anahtarı" ve gerekse "Emirdağ Lâhikası" isimli eserlerinde yer alan çok mühim bir mektubunda şu ifadeleri kullanıyor, Üstad Bediüzzaman: "Eski Said’in çocukluk zamanından beri hem kendisi, hem babası fakir oldukları halde, başkalarının zekât, sadaka ve hediyelerini almadığının ve alamadığının hikmeti..." (Emirdağ Lâhikası, s. 313.)
Zekât ve sadaka gibi makbul yardımlar, seyyid olan kimselere yapılmaz. Seyyidler de böylesi yardımları almaz ve alamazlar.
Ne var ki, Üstad Bediüzzaman'a zekât ve sadaka ile yardımda bulunmak isteyenler, onun seyyid olduğunu bilmiyorlardı. Kendisi de bu gerçeği çoğu zaman açıklamaz, gizli tutardı.
İşte, bu tür yardımları almayan ve alamayan Üstad Bediüzzaman, bu tavrının, yani "almadığının" hikmetini kısmen izah ediyor; "alamadığının" hikmetini ise, düşüncemize havale ediyor.
Üçüncüsü
Denizli kahramanı Hasan Feyzi Efendi, Üstad Bediüzzaman'ın zahiren Kürt olmakla beraber, hakikatte seyyid ve şerif olduğuna dair fikir ve itikadını, Lâhika'ya giren bir mektubunda şu sözlerle ifade ediyor:
"Ona (Bediüzzaman'a) 'Kürdî' denilmesi ve kaside-i Hazret-i İmam-ı Ali'de (r.a.) görülen 'Yâ müdrike' kelimesinin hazf ve kalbiyle (tersinden ve düzünden iki mânâ: Ey Kürt ve ey idrak eden) 'Kürt' imâ ve işaretinin bulunması, gerçekten Kürtlüğüne delâlet etmez ve onun mânevî silsile-i şerafet ve siyadetten (şerif ve seyyid olmaktan) tenzil ve teb'idini (düşürme ve uzaklaştırmayı) icap ettirmez.
"Kürtçe bilmesi, o kıyafete girmesi ve öyle görünmesi, kendini setr ve ihfa için olup, hakikî hüviyet ve milliyetini ihlâl ve inkâr mânâ ve maksadıyla değildir diye düşünüyorum." (Emirdağ Lâhikası, s. 75.)
Hasan Feyzi, aynı mektubun devamında, Türk milletinin Üstad Bediüzzaman'ı bu kadar çok sevmesinin sırr–ı hikmetini, onun evlâd–ı Resûl olduğunun mânen ve ruhen keşfedilmiş olmasına bağlıyor.
Dördüncüsü
Milaslı Halil İbrahim, Üstadına hitaben şöyle diyor: "Muhterem efendim. Mesmuatıma nazaran (duyduğuma göre), Denizli de, bundan yetmiş seksen sene evvel (1877–78 yılları) büyük bir evliyadan Hasan Feyzi isminde bir zat, bir gün talebelerine, 'Bugün Kürdistan'da bir evliya dünyaya geldi' diye beşarette bulunmakla zât-ı devletlerini işaret buyurmuş." (Emirdağ Lâhikası, s. 172.)
İnsanlar dünyaya geldiklerinde değil, daha sonraları âlim veya evliya olur. Bu gerçeğe binaen, Üstad Bediüzzaman'ın şahsiyetiyle alâkalı yukarıdaki 'Bugün bir evliya dünyaya geldi' şeklindeki sözün de, tıpkı diğer benzerleri gibi "perdeli" olabileceğini düşünerek, perde arkasını merak ettik. Bu merak saikasıyla bundan on yıl evvel Denizli'ye gittik, merhum Süleyman Hünkâr'la görüştük. O da, bu sözün hakikaten perdelenerek Lâhika'ya alındığını ve doğrusunun o gün dünyaya gelen Üstad Bediüzzaman'ın Âl–i Beyt'ten, yani evlâd–ı Resûl olduğunu açıkça bildirdiğini söyledi.
Esasında, aynı hakikati te'yid ve tasdik eden daha birçok delil var, ancak şimdilik bu kadarıyla iktifa ediyoruz.
24.03.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Bugün sadakamızı verdik mi? |
|
Özgür Bey: “Sadaka nedir? Kimlere nasıl, ne kadar ve ne zaman sadaka verilir? Dilenciye verilen şey sadaka mıdır? Hadise göre sadakanın ömrü uzattığı doğru mudur? Öyleyse ecelin değişip değişmediği meselesini nasıl izah edeceğiz?”
Sadakayı günlük dilimizde, Allah’ın rızâsını tahsil etmek amacıyla insanlara parayla, mal ile, ilim ile, elinden tutmak sûretiyle veya başka her hangi bir hayır yoluyla faydalı olmak şeklinde tanımlamakla berâber; Peygamber Efendimiz’in (asm) lisânında sadakanın çok daha mutlak, küllî, geniş ve kapsamlı bir kavram olduğunu görürüz.
Allah Resulü (asm) şöyle buyurmuştur: “Sizden her birinize her mafsal ve kemik üzerine bir sadaka lâzım gelir. Her tesbih bir sadakadır! Her tahmid (hamd etmek) bir sadakadır! Her tehlil (Kelime-i Tevhidi söylemek) bir sadakadır! Her tekbir bir sadakadır! Her iyiliği emretmek bir sadakadır! Her kötülükten alı koymak bir sadakadır! Ya da bunlara bedel, kuşluk vakti kılınan iki rekât namaz sadakadır!”1
Peygamber Efendimiz (asm) diğer bir hadîsinde: “Bir din kardeşini güler yüzle karşılamak da olsa, hiçbir iyiliği sakın hor görme!”2 buyuruyor.
Resûlullah Efendimiz (asm) bir başka hadîslerinde: “İnsanların her mafsalı üzerine güneşin doğduğu her gün için bir sadaka vardır. İki kişi arasında adaletle hükmetmen bir sadakadır. Bir adama hayvanına binmekte yardım etmen bir sadakadır. Veya onun eşyasını hayvan üzerine kaldırıvermen bir sadakadır. Hoş söz bir sadakadır. Namaza gitmek için attığın her adım bir sadakadır! Halka eza verecek bir şeyi yoldan kaldırman bir sadakadır”3 buyuruyor.
Resûl-i Ekrem (asm) bir diğer hadîslerinde: “And olsun ki ben, bir adamı yol üzerindeki Müslümanlara ezâ veren bir kütüğü kesmesi sebebiyle Cennet içinde dolaşırken gördüm”4 buyurur.
Sadaka konusunda ilk söz, hiç şüphesiz, her konuda olduğu gibi Allah Resulü’nün (asm). Hadisleri almaya devam edelim: “Bir Müslüman bir ağaç dikerse; ondan yense de onun lehine sadaka olur! Ondan çalınsa da onun lehine sadaka olur! Ondan hayvan da yese, kuş da yese onun lehine sadaka olur! Her hangi bir kimse, hangi sebeple olursa olsun, onu eksiltirse onun lehine sadaka olur!”5
Nihayet Allah Resulü (asm) en veciz bir ifadeyle sadakayı şöyle özetler: “Her iyilik sadakadır!”6
Her iyilik sadaka olunca, sadaka hiçbir sınır kabul etmez ve sadakanın verilme zamanı bütün ömrümüze şâmil olur. Verilme keyfiyeti ise, tamamen bizim imkânlarımıza ve gücümüze bağlı olarak tahakkuk eder. Kayıtsız-şartsız başkasına iyilik yapmak, ihtiyaç anında elinden tutmak, hastaları ziyaret etmek, insanlara nazik davranmak... vs. sadaka hükmüne geçer. Bizden Allah rızası için isteyen dilenciye vermek de sadakadır. Dilencinin gerçek halini bilmemek durumu değiştirmez. Ancak dilencinin bir sahtekâr olduğundan ve istediği şeye ihtiyacı olmadığından kesin olarak emin olursak, istediği şeyi vermeyebiliriz. Yine de kırmak, hakaret etmek veya rencide etmek değil, yumuşak bir söz kullanmak daha uygun olur. Böylece de para yerine, hoş bir sözle yine sadaka vermiş oluruz.
Sadakanın ömrü uzattığı şeklindeki müteşâbih hadîsleri muhtelif şekillerde yorumlamak mümkündür. Sadaka verenin ruh dünyasında huzur ve saadetin hâkim olduğu ve yaşadığı her dakikanın âhiret hesabına beka ve ebediyet cilvesine mazhar olduğu düşünülmeli; Bediüzzaman’ın ifadesiyle, Allah rızası için atılan her adımın, ömür dakikalarını ebedî seneler hükmüne getirdiği anlaşılmalıdır.7 Bütün mesele Allah için olmak, Allah için vermek, Allah için almak, Allah için yaşamaktır. Bediüzzaman, kısa ömür dakikalarının uzun yıllar hükmüne geçmesinin sırrını şöyle açıklıyor: “Allah için işleyiniz, Allah için görüşünüz, Allah için çalışınız. ‘Lillah, livechillah, lieclillah’ rızası dairesinde hareket ediniz. O vakit sizin ömrünüzün dakikaları, seneler hükmüne geçer.”8
Her bir ömür dakikasını, milyonlar sene ebedî meyveler verecek şekilde yaşayan bir hayırseverin ömrünün kısa olduğu söylenebilir mi?
Dipnotlar:
1- Rıyâzu’s-Salihîn, 118. 2- a.g.e., 121. 3- a.g.e., 122. 4- a.g.e., 127. 5- a.g.e., 135. 6- a.g.e., 134. 7- Lem’alar, s. 23. 8- Lem’alar, s. 38.
24.03.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Zafer AKGÜL |
Nevruz bize ölüm günü olmasın! |
|
Vefatından çok evvel “Ölüm, bize nevruz günüdür” mânâsında “El-mevtü nevruzuna” diyen Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin vefat gününün nevruza denk gelmesi elbette ki tesadüf değildir. l960 Mart’ında vefat ettiğinde, yeniden bir dirilişi, neş’e-i uhrâ’yı müjdeleyerek aramızdan ayrılmıştı.
“Mematım, hayatımdan ziyade dine hizmet edecek” derken de bizlere yeni dirilişleri müjdelemişti. Her ölüm, yeni bir diriliş değil miydi? Her ölüm bir doğum sayılmıyor muydu onun gibilerin nazarında? Çağımızın Mevlânâ’sı olarak bu sözleri sarfetmesi, çağının Bediüzzaman’ı olan Mevlânâ Hazretlerinin ölüm gecesine “şeb-i ârûs” deyişi ne kadar da birbirine benzemektedir! Ne kadar da aynı kaynaktan geldiklerini göstermektedir! Büyükler, büyük düşünmüşler…
“Nevruz mahlûkatın bayramıdır” buyurmuştu Üstad Bediüzzaman. Bütün yaratılmışların bayramı olan bugün, Yaratanın insanoğluyla beraber yaşattığı, öldürüp dirilttiği, tekrar öldürdüğü ve tekrar diriltmeyi vaat ettiği hane halkı gibiydiler. Canlı/cansız, bitki/hayvan taifesi nâmına ne varsa hepsi Rabbimizin şu dünya misafirhanesinde bizlere arkadaş/kardeş kıldığı ev halkının çeşitli efradını teşkil ediyordu.
Nevruz, Kur’ân-ı Kerîm’de ‘ikinci diriliş’i ispatlama sadedinde en çok kullanılan delillerden olan kış kıyametinden sonraki canlanma, yeniden dirilme, aynıyla, misliyle iade edilme sadedinde ilkbahar mevsimiyle birlikte anılan ibretli bir gündür. Bu günde kırlara çıkıp Allah’ın san’atları, nimetleri, ihsanları üzerinde tefekkür etmek yerine, ölümden sonraki diriliş delillerini mütalâa etmek yerine tutup da bu anlamlı günü sadece bir ırka, bir millete veya bir töreye mahsus kılmak ne kadar da sığ bir bakış açısıdır, kıyas edilmeli.
Nevruz ne Türk’e hastır, ne Kürt’e mahsustur. Ne Çinli’nin, ne Amerikalı’nın, ne de Avrupalı’nındır. Tüm insanlığın da değil, tüm yaradılmışların, mahlûkatın bayramıdır. Hele de bu günü sadece bir ırkın diğer bir ırka misillemede bulunduğu, gözdağı vermeye çalıştığı, geçmişteki efsanelere, mitlere dayanarak üstünlük tasladığı gün hiç değildir. Bunun yanında tüm mahlûkatın kardeş olduğunu idrak gününde bir ırkı bir ırka düşman etme, saldırı, husumet mesajları gönderme günü, hiç ama hiç olamaz. Bu olsa olsa diriliş günü olan nevruzu, ölüm, kan ve ateş gününe çevirmek olur.
Yeni bir ilkbaharla dünyaya gözlerini açan bir böceğin, bir çiçeğin ırk, unsuriyet, ulusalcılık kavgası yapan insanoğullarının ayakları altında ezilmesi tüm mahlûkattaki sevgi, barış, yardımlaşma, kardeşlik ruhuna aykırıdır ve bu mânâya yapılacak en büyük zulümlerden biridir.
Ölümü bile yeni bir doğum, yeni bir diriliş, yeni bir gün, yeni bir nevruz gören âbide şahsiyetler nerede; nevruzu, yeniden varoluşu, dirilişi ölüm, kan ve gözyaşı gününe çevirmek isteyen şovenist, ırkçı şahsiyetler nerede? Kıyaslama takdirini vicdanlara bırakıyoruz.
İnsanın vicdanı ölmemişse, tefessüh etmemişse, fıtratı bozulmamışsa nevruzu bir ırkçılığa, bir siyasete, bir günübirlik menfaatlere âlet etmemesi gerekir. Nice nevruzlara...
24.03.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Davut ŞAHİN |
Amerikalıları bitiren trend |
|
Amerika Irak işgalinin dördüncü yılına girdi.
Rakam vermeye gerek yok. Bilânço ortada.
Amerikalılar Irak’lı aileleri paramparça ediyor, öldürüyor.
Ama ya kendileri?
Bakalım:
Amerika’da boşanmaların çoğalması ve çocuksuz hayat trendi, kaygıları arttırıyormuş. (Zaman)
Evet, gelecekle ilgili kaygıları varmış Amerikalıların.
İstatistikler tehlikeye işaret ederken, bilim adamları, din adamları ve yazarlar da toplumsal hastalıkları teşhis edip çözüm yolları arıyorlarmış.
Din adamı ve yazar Robert C. Morris, Amerika’da boşanma oranlarının yüksek olmasının sebeplerini sayarken ilk sırada “dinî inançlardaki zayıflamayı” gösteriyormuş.
Erkek ve kadınların evlenmeden çocuk sahibi olma yolunu seçtiklerinin bu akımın ise sosyal hafıza kaybına sebebiyet verdiğini ifade ediyor yazar Morris.
Morris ilâve olarak geçmişte uygulanan evlilik dışı ilişkileri teşvik eden politikaların bugün kötü sonuçlar verdiğine işaret ediyor.
Şimdi Amerikalılar toplumun bütün kesimlerini aile bağlarını güçlendirmek için çalışıyorlarmış.
Morris’in sözlerini altını çizerek veriyorum:
“Günümüzde kadın ve erkekler her şeyden önce kariyer sahibi olmak istiyorlar. Kadınlar da kariyer sahibi olmanın peşindeler. Gençler daha geç evleniyorlar ve kariyeri öne koyuyorlar. İşkadınları ve bazı profesyonel kadınlar da uzun süre çocuk yapmadan bekleyebileceğini düşünüyor.”
Özgürlük adı altında aileleri paramparça eden bir ülkenin içine düştüğü vahim durum.
Ne demişler; etme bulma dünyası!
ERBİL EŞİTTİR REZALET!
M. Ali Erbil’in programında yine bir rezalate imza atıldı... (Aşk Olsun, Show TV)
Bunun savunulacak yanı kalmadı artık.
RTÜK gerekeni yapacaktır elbet.
Ama bu kadarına “pes” demiyor, artık “yuh” diyoruz.
YENİ HAYAT
Size sadece bir haber sunuyorum:
“Manken Selin Toktay geçen yıl Kayserili işadamı Ali Rıza Özderici ile gizlice evlenmiş ve gece hayatından da elini eteğini çekmişti. Beş vakit namaza başlayan Toktay, şimdi eşiyle birlikte Umre’ye gitme hazırlıkları yapıyor. Çift, önümüzdeki günlerde Umre’ye gidip Aralık ayında da Hac görevini yerine getirmeyi planlıyor.” (Takvim)
Mankenlerin bu ani dönüşü neden diye sorduğunuzda ortaya şöyle bir tablo çıkıyor:
İçinde bulundukları durumu görüyor ve tiksiniyorlar. Bir fırsatını buldukları anda, kaçıyor ve fıtratları üzerine hareket ediyor. Huzuru dini yaşantılarında buluyorlar.
Allah yolunu açık etsin!
METİN UCA’NIN CUMHURBAŞKANLIĞI
Şimdi televizyon programcısı Metin Uca’nın Cumhurbaşkanlığına aday olması gülünç bir haber olarak düşünülebilir.
Söylediklerine de gülünebilir.
Diyor ki:
“Ortak akıl ve uzlaşma Cumhurbaşkanı seçilmeli.”
İyi, güzel. Başka?
“110 milletvekili konusunda umutluyum. İktidar partisi dahil, görüştüğüm kişiler var.”
Başka:
“Bu, bir cüret, bir kalkışma ya da eğlenceli bir girişim değil, sadece demokratik hakkı kullanma girişimi hiç değildir. Bu, çözümsüzlüğe ve Türkiye’nin hızla gitmekte olduğu tıkanmaya karşı duyarlı bir girişimle yeni arayışlara kapı açma çabasıdır. Bu nedenle ben ciddî ve umutluyum” diyor. (Basın)
Hatta, adaylığı için “ciddî bir maddi güç” ayırdığını anlatan Uca, evini de satışa çıkarmış.
Bütün bunlar komik gelebilir.
Ama 10. Cumhurbaşkanı Sezer’in icraatları kadar komik olamaz.
“Kamusal alan” komedisini hatırlayın.
Başka birşey söylemiyorum.
24.03.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Merak ettiklerimiz |
|
Diyanet İşleri Başkanlığının 21 ilde faaliyet gösteren “Aile İrşat ve Rehberlik Büroları”na sorulan soruların başında; boşanma, aldatma, namaz, haram ve helâller ile hukukî ve ticarî hayatla ilgili sorular geliyormuş.
“Geriye ne kaldı ki?” sorusu da akla gelebilir, ama sorulan soruların başında; namaz, haram ve helâller, boşanma ve aldatma gibi önemli konuların yer alması dikkat çekici. (Sabah, 22 Mart 2007)
“Dinin direği” olan namazla ilgili soruların ön sırada olması, her şeye rağmen inanç temelinin sağlam olduğunu gösteriyor. Ticarî hayatta karşılaşılan problemlerin çözümünün İslâmda aranması ve ‘fetva’ sorulması da hayra alâmet sayılmalıdır. Bunca yılın tahribatına karşı, zorda kalan insanların “Yaptığım iş hakkında İslâm ne diyor?” şeklinde araştırma yapması, memnuniyet verici bir durum olsa gerek.
Soruların bu şekilde sıralanması, aynı zamanda din eğitimi noktasındaki eksikliğimizi de ortaya koyuyor. Meselâ, namaz konusundaki her hangi bir soru her evde bulunması gereken ‘ilmihal’e bakılarak öğrenilebilir. Ancak nasıl ki ‘harita’ okumayı öğrenmeyip, gideceğimiz yere adres sorarak ulaşmaya çalışıyorsak, var olsa bile kitaplardan faydalanmayı da bilemiyoruz. Hukukî ve ticarî hayatla ilgili hemen her zaman ‘yeni’ gelişmeler ve problemler ortaya çıkabiliyor. Dolayısı ile bu konudaki soruların fazla olması normaldir. Ama çocuk yaşta başlanarak ‘doğru İslâmı’ öğrenebilmiş olsaydık, belki de farklı sorular sorabilecektik.
Boşanma ve aldatma ile ilgili soruların çokluğu da, sağlam olan aile yapımızın çok ciddî tehdit ve tehlikelerle karşı karşıya olduğunu gösteriyor. Pek çok dünya ülkesine göre, ‘aile’miz daha sağlam; ancak bu durum ‘tehdit ve tehlike’nin devam etmediği anlamına gelmez. Birileri, başka bir niyetle ‘Tehlikenin farkında mısınız?” diye kampanya açıyor. İşte asıl farkında olmamız gereken tehlike: Ailemiz tehdit altında!
“Zina”nın Türkçesi olarak ifade edilen “aldatma”, aileyi parçalayan, yıkan ve mahveden büyük bir bomba. Bu tehdit ve tehlikelerin farkında olalım ve ailemizi korumak için de duâya sığınalım...
Kur’ân’a atıf yapan hakim
“Adalet mülkün temeli” olduğu için, bu konudaki tartışmalar hemen her yerde devam ediyor. Almanya’da bir bayan hakim, verdiği bir kararda Kur’ân’a atıf yaptığı için görevinden alınmış.
Kararı veren hakim, Nisa Sûresi’ne atıf yapıp, boşanma dâvâsı açan Faslı bir kadının talebini geri çevirmiş. (Sabah, 22 Mart 2007)
Kararında Kur’ân’a atıf yapan bayan hakim görevden alınmış, ama bu vak’a başlı başına bir hadise değil midir? Nihayetinde Hıristiyan bir memlekette bir hakim, hükmünü verirken Kur’ân’a atıf yapıyor.
Alman bayan hakim, görevinden alınmış olsa da tarihe önemli bir ‘not’ düşmüş oldu. Muhtemeldir ki Kur’ân’a atıf yapılan karar sayısında bundan sonra artış olacak. Çünkü insanlık, adeta ‘duvar’a dayanmış durumda; çıkış yolu arıyor...
Bediüzzaman ise asrın başında bu ‘çıkış yolu’na şu sözleriyle işaret ediyordu: “Eğer beşer çabuk aklını başına alıp adalet-i İlâhiye namına ve hakaik-i İslâmiye dairesinde mahkemeler açmazsa, maddî ve mânevî kıyametler başlarına kopacak, anarşilere, Ye’cüc ve Me’cüclere teslim-i silâh edecekler.” (Hutbe-i Şamiye, s. 83)
24.03.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mehmet KARA |
Artık tartışmalar da “fıtık” ediyor |
|
Cumhurbaşkanlığı seçimleri takviminin başlamasına 23 gün kalırken, tartışmalar da hız kazandı. Bu konuda her kafadan bir ses çıkıyor. Cumhurbaşkanlığı meselesi artık bütün konuşmalara, eylemlere, esprilere konu oluyor. Başbakanlık danışmanları arasında bu konuda takım elbisesine iddiaya girenler bile var.
Bunlar işin başka bir yönü… Seçim takviminin başlamasına az bir zaman kala bakın neler oluyor? Ona bir bakalım…
Birincisi Emekli Orgeneral Şener Eruygur başkanlığındaki Atatürkçü Düşünce Derneği, cumhurbaşkanı adaylarının açıklanmasına 48 saat kala, yani 14 Nisan’da “Cumhuriyet Mitingi” düzenleyecek olması. Emekli Orgeneral Hurşit Tolon da katılacağını açıkladığı miting için Org. Eruygur, CHP Genel Başkanı Baykal’la görüşmüş ve destek verileceği sözünü almıştı. 500 bin(!) kişilik bir gösteri plânlanan bu mitingde öncekiler gibi hüsranla neticeleneceğe benziyor, ama ulusalcı kanat “görevini” sonuna kadar yapma niyetinde…
İkincisi, aynı zamanda Yahudi kuruluşu olan Washington Times, “Türkiye’de görülmemiş siyasî sorunların yaşandığı”nı ileri sürerken, “Kriz, komutanlar ile Erdoğan arasında genişleyen bir çatlağı da içeriyor” diye yazdı. Oysa, Genelkurmay Başkanı Org. Yaşar Büyükanıt, “Bu ortamda cumhurbaşkanlığı seçiminin ‘c’sini bile konuşmak istemiyorum” demişti.
Üçüncüsü de, CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ın ortamı gereken açıklamaları… Baykal Salı günü yaptığı grup toplantısında Erdoğan’ın adaylığı konusunda, gerekçelerini sıralarken, “olmaz, olamaz, olmamalı” diyerek gerginliği devam ettirme niyetini ortaya koydu.
Baykal’ın bu çıkışlarının aslında “Erdoğan’ı adaylığa zorlamak” olarak değerlendirenler bile var.
CHP lideri Deniz Baykal’ın yakın çevresine söylediği iddia edilen “Erdoğan cumhurbaşkanı olmamalı. Silahlı Kuvvetler de buna kayıtsız kalmayacaktır diye düşünüyorum” sözü demokrasiye inanan herkesin tepkisini çekmişti. Gerçekten de, askerden bu konuya müdahil olmasını istemek hem millî iradeye gölge düşürüyor, hem de demokrasiye…
Baykal, bir yandan atasözü(!) niteliğinde “Çankaya yokuşu diktir, fıtıkla çıkılmaz” diyerek “fıtık” tartışması başlatırken, diğer yandan partinin kadın kolları Erdoğan’ın sözleri ve AKP hükümetinin uygulamalarından bazı örnekleri “Çankaya Kuşatması” adlı kitapta topluyor. Yani CHP Köşk seçimi için kendine topyekûn bir görev biçmiş durumda…
* * *
Başbakan Erdoğan’ı grup toplantı salonunun önünde beklerken, bazı gazete temsilcileri ile konuştuğumuz konu cumhurbaşkanlığı ve etrafında döndürülen tartışmalardı. Bazı gazeteciler, AKP’nin cumhurbaşkanlığı adayları ile ilgili yaptırdığı ankete takılırken, “Bugün yeni bir liste var” diyor, bir başkası “Bugünkü asıl listeden haberiniz yok galiba. Bugünkü liste kimlerin aday olmayacağı yönündeki liste” derken anketlere gönderme yapıyordu. Tabiî burada bizim aklımıza eşi başörtülü olan, hatta başörtüsü konusunda sıkıntı yaşayan milletvekilleri geliyordu.
Bu arada Başbakan kuliste göründüğünde biraz önce yapılan cumhurbaşkanı adaylığı konusu hatırlatılınca esprili bir ifadeyle, “Bel fıtığı oldum ben malûmunuz. Bel fıtığı olanlar Çankaya’ya çıkamaz” diyerek CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’a gönderme yaptı. Biliyorsunuz Baykal, “Orası Muş'tur yolu yokuştur, giden gelmiyor acep ne iştir” türküsünü hatırlatan bir atasözü icat etmiş, “Çankaya yokuşu diktir, fıtıkla çıkılmaz” demişti.
Tabiî Baykal’ın bu sözü yaklaşık 7 senedir o görevde bulunan ve 53 gün sonra görev süresi dolacak olan Ahmet Necdet Sezer’in de bel fıtığı olduğunu aklımıza getirdi. Haftalarca korse kullanmak zorunda kalan Sezer, geçen yıl resmî törenlere ilâç takviyesiyle katılabilmiş, hatta 6 günlük Uzakdoğu gezisini ertelemek zorunda kalmıştı.
* * *
Şimdi, “krizseverler”in beklentisi erkene alınan Millî Güvenlik Kurulu’nun 10 Nisan’da yapılacak toplantıya kaldı. Bu çevreler, bugüne kadar bu tartışmalarda sessiz kalan Sezer’in bu toplantıda veya hemen öncesi bir “çıkış” yapacağını dillendirmeye başladılar. Bu sözlerle Sezer’i harekete geçirmeye çalışıyorlar. Sezer’in Köşk’te komutanlarla görüşmesi buna delil olarak bile gösteriliyor.
Görünen o ki, Türkiye 23 gün daha cumhurbaşkanlığı seçimini tartışacağa benziyor. Hep dediğimiz gibi, bu tartışmaların neticesinde Meclis’in dediğinin olmasıdır. Aksi durumda—ara dönemlerde olduğu gibi—Türkiye kaybeder…
24.03.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|