Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 21 Mart 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 

Saadet Bayri FİDAN

Okumadan yaşanır mı?



Henüz okula gitmiyorken, evimizde Risâle-i Nur sohbetleri olurdu. Küçük odamız, gelen hanımlarla epey kalabalıklaşırdı. Hanımlardan biri eline aldığı kırmızı renkli kitaptan benim bir türlü anlayamadığım şeyler okurdu. Yaşım küçük olduğundan, tuhaf geliyordu bana. Okula başlayıp okuma yazmayı iyice öğrenince, ablaların kırmızı kitapları okumaları oldukça cazip gelmeye başladı. Tabiî okumayı yeni öğrenmenin verdiği aşkla, okuma arzum artıyordu. Hatta bazen ileriye giderek, “Lütfen burayı ben okuyayım, kısa zaten, yarım sayfa kolaydır” dediğimde, gülüşüp “olmaz” diyorlardı. İçten içe kızıyordum tabiî.

Sonra öğrendim ki, sayfanın, yazıların kısa yahut uzun olması, içindekilerin kolaylığını yahut zorluğunu belirlemiyormuş. Çocukluk deyip şimdi ben de gülüyorum o hâlime. Yalnız çocukluk dediğim hâllerim, gençliğe adım attığım yıllarda da peşimi bırakmadı. Bir dönem, “Bu kitapların dili çok ağır. Ben hiçbir şey anlamıyorum” diyerek, Risâle-i Nur’dan başka her türden kitap okumaya başlamıştım.

Lise yıllarında edebiyat bölümünde okuyan bir arkadaşın, her sabah ve akşam, hatta fırsat bulduğu her anda Risâle-i Nurları okuması o kadar tuhaf gelirdi ki… Sayfalarca yazar, notlar alırdı. Ders çalışır gibi, risâlelere çalışırdı. Aklıma hep iki şık gelirdi: Ya bu kız biraz problemli ve anlamasında da sorun vardı ya da gerçekten bu kitaplar çok zor. Zira edebiyatta okuduğu için, diline âşina olup yabancı dediğim Osmanlıca kelimeleri bilmesi gerekiyordu. Eğer böyleyse, her iki durumda da benim işim zordu.

Mecburiyetten katıldığım bir aylık kitap okuma programından sonra, hiç anlamadan Risâle-i Nurların büyük bir kısmını okumuş, üzerine imtihan olmuş ve 50 tane de vecize ezberlemiştim. O sıralar lise bitmişti. Rüzgâr gibi geçen yılların ardından, bu bir ay tohum gibi düşmüştü hayatıma. Ve risâle okumalarına başlamıştım. Okumalarım satır satır derken, belli bir seviyeye geldi. Kelime sorunumu büyük miktarda çözmüştüm. Risâle-i Nurları eskisinden çok daha iyi okuyup anlıyordum. Ancak yine istediğim tarzda okumuyordum. Bütün bahanelerim yanlış çıkmıştı.

Okuduğum bir sayfada ne demek istendiğini biliyordum; ancak bu defa okumak çok zor geliyordu. Anladım ki, Risâle-i Nurların bütün kelimelerini bilmek onu okumaya yetmiyor, sürekli okumak için sebep değildi. Bu bir nasip, bu bir istek ve bu bir ihtiyaç meselesiydi. Hastalığını itiraf edip ilâcını bulmak işiydi. Ve tedavi oluncaya kadar okumak, okumaktı bu sır. Oysa ben henüz hastalığımı fark edemediğimden, okuma seviyesine gelmemiştim.

Çok yavaş adımlarla ilerlemeye başladığım sıralarda tanıştım “Yaşamak lâzım” kelimesiyle. Birçok kişinin ağzına pelesenk ettiği bu kelime yabancıydı bana. Çünkü henüz okumayı çözmemişken, “Okumak değil, yaşamak lâzım” denilmişti. Yanlış yerden başladığımı sanmıştım. Ben yaşamadan okumaya çalışıyordum, bu yüzden olmuyordu.

Yaşamaya çalışayım dediğimde de neyi yaşamam gerektiğini biliyor; ama nasıl yaşanması gerektiğini bilmediğimi fark ediyordum. Hâl böyle olunca, ben de kendime rehber aramak için Risâle okumalarıma başladım. Hastalığımı fark edip okumalarımı sıklaştırdım. Okudukça bir çağlayanın başına geçmiş, küçücük ellerimle suyu avuçladığımı görmüştüm. Ve önümdeki kovanın dolmasına daha çok zaman vardı. Sabırla diz çöktüm ve başladım avuçlamaya… İşim zordu, zira suyu avuçlarımla dolduruyordum kovama...

Zaman geçti ve bu kadar yılın ardından anladım ki, Risâle-i Nur’u yaşamak için okumak lâzımmış. Çünkü okumayan yaşayamazdı. Anlamayan, kendini ikna edemezdi. Yaşayanlar bunu beden diliyle gösteriyorlardı. Ve birçok kişi gibi, aslında yanıldığımı fark ettim.

Yaşamak, tevil yapmadan İslâmiyet’i her hâl ve hareketlerimize yansıtmak demekti. Zira bu âhir zamanda Kur’ân’ın manevî tefsiri olan Risâle-i Nur, imanımızı kurtarma dâvâsını omuzumuza yükleyip Muhammedî ahlâkla ahlâklanarak, o terbiye dairesinde nasıl hareket edeceğimizi ders veriyordu. Onu okumadan, rehber tutmadan nasıl gösterdiği yolu bulacaktık.

Evet, yol ikiydi: Sağ ve sol... Bir adam bu yolların başını tutmuş. Bu yol iyi, bu yol çıkmaz diyordu. O yolun hangisi olduğunu sormadan nasıl bilebilirdik?

21.03.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri


Önceki Yazıları

  (07.03.2007) - Başkalarıyla başlıyor hayat

  (31.01.2007) - Ninemin sandığı

  (17.01.2007) - Her şey akıp gidiyor

  (27.12.2006) - Bakıyoruz ama görmüyoruz

  (13.12.2006) - Dertle derman arasında köprü: Tevekkül

  (06.12.2006) - Hayata çocukça bakmak

  (29.11.2006) - Aynamız, lisan-ı hâlimizdir

  (21.11.2006) - Analar çalıştı, çocukları kaybettik...

  (15.11.2006) - Kalbimizin ipleri

  (07.11.2006) - (A)Normal yurdum çeşitlemeleri

 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004