Kâinatın içinde görünmeyecek kadar küçük bir yer işgal eden insana, Yüce Yaratıcı tarafından bütün kâinat hizmetkâr kılınmış ve emrine verilmiştir.
Allah’ın insanlara ihsan ettiği nimetleri insan saymaya kalksa, saymakla bitiremez. İnsanda, ihsan edene karşı bir minnet hissi vardır ve aşırı bir muhabbetle ihsan sahibini sever. Hem de ihsan edeni dayanılmaz bir arzu ile görmek ister. Meselâ, dört sene boyunca tanımadığı ve bilmediği bir zat tarafından hesabına burs parası yatırılan bir öğrenci, o burs sahibini görmeyi ve tanımayı ne kadar ister. Ona teşekkür etmek için her türlü meşakkati göze alır. Aynen öyle de, bu dünya hayatında doğduğu zaman onu annesinin memeler musluğundan sütle besleyen ve vefat edene kadar bitki ve hayvanlar denilen iki memeyle kendisini rızıklandıran, güneşi, ayı, havayı, bulutları, denizleri ve nehirleri emrine vererek insanı ne kadar sevdiğini bildiren merhametli Yaratıcısını da aşırı bir istekle görmek ve şükür ve minnettarlığını ona sunmak ister.
Ancak, bu dünya gözüyle Allah’ı görmek mümkün değildir. Hazret-i Musa (as) gibi bir büyük peygamber dahi çok istemesine rağmen Cenâb-ı Hakkı dünya gözüyle görmeye muvaffak olamamıştır. İnsanlık nevi nâmına Miraç gecesinde yalnız Hazret-i Muhammed (asm) görmeye mazhar ve nâil olmuştur. Cennet âleminde ise bütün mü’minler, Allah’ın cemâlini görmeye mazhar kılınacaktır. Ve o bir saatlik müşahede, Cennet hayatının bin senesinden daha saâdetli olacak ve ehl-i Cennete, Cenneti unutturacaktır.
İnsan mahiyetinin tahlilini yapan Bediüzzaman Hazretleri ilginç tespitlerde bulunur: “Vicdanın anasır-ı erbaası ve ruhun dört havassı olan irâde, zihin, his, lâtife-i Rabbaniye her birinin bir gayetü’l-gâyâtı var: İrâdenin, ibâdetullahtır; zihnin, marifetullahtır; hissin, muhabbetullahtır; lâtifenin, müşahedetullahtır. Takva denilen ibadet-i kâmile, dördünü tazammun eder. Şeriat, şunları hem tenmiye, hem tehzib, hem bu gayetü’l-gâyâta sevk eder.” (H. Şâmiye, s.114)
Gökler âlemini yıldız lambalarıyla, yeryüzünü her biri hârika bir sanat eseri olan bitki ve hayvan türleriyle zinetlendiren Yüce Yaratıcıyı tanımak, Ona iman etmek, nihayetsiz bir muhabbetle sevmek ve ruhun en saadetli hali olan rûhâni lezzetlere mazhar olmak, insan için en yüksek gaye ve en mutlu bir vaziyettir. Bundan dolayıdır ki; Bediüzzaman “Evet, bütün hakîki saadet ve halis sürur ve şirin nimet ve sâfi lezzet elbette Marifetullah ve Muhabbetullahtadır. Onlar, onsuz olamaz. Cenâb-ı Hakkı tanıyan ve seven, nihayetsiz saadete, nimete, envara, esrara; ya bilkuvve veya bilfiil mazhardır. Onu hakîki tanımayan, sevmeyen, nihayetsiz şekâvete, âlâma ve evhama mânen ve maddeten müptelâ olur” der.
Allah’ı tanımak ve sevmek, sanattan sanatkâra geçmek sûretiyle olur. Nihayetsiz güzel olan Esmâ-i Hüsnasıyla kâinata tecelli eden Cenâb-ı Hakkın, güzel isimlerinin tecelli ve yansımalarını mahlûkat aynasında, insan, lâtifeleriyle müşahede etmek durumdadır. Gözü, kulağı ve sâir duyu ve organlarıyla âlemi seyredip, onlarda tecellî eden isimlerin güzelliğini görerek mânen Allah’ı müşahede etmek insan için ne saadetli bir haldir.
İşte bu, huzur makamıdır. “Siz nerede olursanız olun, O sizinle beraberdir” âyetinin hakikati o insanda eserini göstermeye başlar. “O, size şah damarınızdan daha yakındır” âyeti ile, “Allah, muhakkak kendisini görüyor gibi ibâdet eden kullarıyla beraberdir” âyetinin sırları inkişaf etmeye başlar. “Allah, muhakkak kullarının her halini görüp gözetendir”; “O, kalplerden geçen en gizli sırları dahi bilir” âyetlerinin mânâ ve incelikleri zâhir olmaya başlar.
Evet, vazifesi müşahedetullah olan lâtifelerin yerinde kullanılması, insanı en yüksek derecelere erişmesine vesiledir. Bu hakikati Üstad şöyle özetler: “Şimdi, hayatının saadet içindeki kemâli ise, senin hayatının aynasında temessül eden Şems-i Ezelînin envârını hissedip, sevmektir. Zişuur olarak ona şevk göstermektir, Onun muhabbetiyle kendinden geçmektir, kalbin göz bebeğinde aks-i nurunu yerleştirmektir. İşte, bu sırdandır ki, seni âlâ-yı illiyyine çıkaran bir hadis-i kudsînin meâl-i şerifi olan ‘Ben göklere ve yere sığmam, fakat mü’min kulumun kalbine sığarım’ denilmiştir.” (Sözler, s. 212)
Lâtifelerin veriliş gayesinin bu gibi hakikatler olduğunu bilen samîmi mü’minler, dünya ve âhiretin en bahtiyar insanlarıdır.
21.03.2007
E-Posta:
[email protected]
|