Seyyidler: Nuranî, mübarek nesil
Pek mühim bir hikmete binaen kendi seyyidliğini gizlemeye, perdelemeye çalışan Bediüzzaman Hazretleri, dünyanın her tarafına yayılmış olan seyyidleri "nuranî ve mübarek bir nesil" tâbirleriyle târif ediyor.
Bu tarife göre, seyyidler her milletin, her kavmin içinde bulunabilir demektir.
İşte, muhtelif risâlelerde bu hususlarla ilgili Üstad Bediüzzaman'ın bazı ifadeleri:
"Bugün tarih-i âlemde hiçbir nesil, şecere ile ve senetlerle ve anane ile birbirine muttasıl ve en yüksek şeref ve âli hasep ve asil neseple mümtaz hiçbir nesil yoktur ki, Âl-i Beytten gelen seyyidler nesli kadar kuvvetli ve ehemmiyetli bulunsun. ...Böyle bir cemaat-i azîme içindeki mukaddes kuvveti tehyiç edecek ve uyandıracak hâdisât-ı azîme vücuda geliyor." (29. Mektup, Beşinci İşaret.)
"Âl-i Beyt (seyyidler), âlem-i İslâmiyetin bir silsile-i nuraniyesidir." (19. Mektup, 4. Esas.)
"Dünyada mütesanit hiçbir hanedan ve mütevafık hiçbir kabile ve münevver hiçbir cemiyet ve cemaat yoktur ki, Âl-i Beyt'in hanedanına ve kabilesine ve cemiyetine ve cemaatine yetişebilsin." (5. Şuâ, 9. Mesele.)
"Âl-i Beytten gelen seyyidler nesli, şimdi de kemiyeten milyonları geçen bir nesl-i mübarektir." (29. Mektup, 5. İşaret.)
Yazımızın bir önceki bölümünde de ifade ettiğimiz gibi, esasen Bediüzzaman Said Nursî'nin kendisi de böyle bir "nesl-i mübarek"e mensuptur.
Mevzuyla alâkalı olarak, Risâle–i Nur'daki muhtelif parçalar birleştirildiğinde, hakikat–i hâlin bu merkezde olduğu görülecektir.
Zahirî tarih nazarında Kürt unsurundan olan Üstad Bediüzzaman, hakikat nazarında ise hem seyyid, hem de şeriftir. Yani, anne tarafından Hasenî, baba tarafından Hüseynîdir.
Çoğu zaman gizlemeye çalıştığı bu mensubiyet yönünü, lüzûmuna binaen bazı şahıslara söylemek ve onlara meseleyi izah etmekten de çekinmemiştir.
Meselâ, bu zatlardan ikisi şunlardır: Biri, Emirdağlı Osman Çalışkan, diğeri ise Seyyid Salih'tir. Seyyid Salih (Özcan) halen hayattadır.
Bu iki önemli şahsın, gerek sözlü ve gerekse yazılı hatıralarından açıkça öğrenmekteyiz ki, Üstad Bediüzzaman onlara neseben hem seyyid, hem de şerif olduğunu beyan etmiştir. (Bkz: Son Şahitler, N. Şahiner, ilgili şahıslar bölümü.)
Risâle–i Nur'dan deliller
Üstad Bediüzzaman'ın Âl-i Beytten, yani seyyid ve şerif olduğunu sadece hatıralardan değil, Risâle–i Nur'daki muhtelif bahislerden de okuyup öğrenebiliyoruz.
İşte, bu bahislerden birkaç misâl.
Birincisi
Yeni Asya'da çıkan son baskı Lem'âlar isimli eserin Yirmi İkinci Lem'âsının sonunda "Büyük Ruhlu Küçük Ali"nin imzasıyla yer alan mektubun hülâsası şöyledir:
"İmam-ı Ali Radiyallahu Anh, ('Eminnî mine'l-fecet/Kurtar, emân ve emniyet ver' ve 'Lâ tehşâ/Çekinme, korkma') gibi kerâmetli kelimeleriyle, bizlerin hapisten, mahkemeden kurtulacağını hârika bir tarzda izhâr ediyor.
"Çünkü, evlâdından olan Gavs-ı Geylânî (ra), kendi omzunda Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın kademini (ayak izini) gördüğü gibi, evlâdından olan ve her asırda Âl-i Beytten gelen mehdî ve müceddit, verese-i enbiya olan muhakkikleri, fertleri görüp kendi kademini o mübarek gelecek zatlara basmış.
"Hususen, Risâle-i Nur müellifi zamanın Abdülkadir'i Üstadımız Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerine, sâir evliyaya muhalif olarak müphem değil, sarihan haber vermesi, bizce birinci Âl'den olduğu kat'idir. Çünkü, sinek gibi bir mahlûkun Üstadımızı taciz etmemesi, neslinden olan Abdülkadir-i Geylânî'den irsiyet almıştır.
"Gerçi, Üstadımız mahkemede ehl-i vukufa karşı ikinci Âl-i Beytten olduğunu onlara ispat etti. Fakat, maksadı tam ihlâsa muvafık olduğu için, kendi şahsını azlediyor; Kur'ân'ın bir elmas kılıcı olan Risâle-i Nur'u gösteriyor." (Age, s. 418.)
Kuleönü'lü Küçük Ali, bu mektubunda Üstad Bediüzzaman'ın "birinci Âl'den olduğu kat'idir" demesiyle, onun Şâh–ı Geylânî gibi neseben Hz. Ali'ye dayandığı ve "evlâd–ı Resûl" olduğunu tereddütsüz şekilde ifade etmiş oluyor.
İkincisi
Gerek "Nur Aleminin Bir Anahtarı" ve gerekse "Emirdağ Lâhikası" isimli eserlerinde yer alan çok mühim bir mektubunda şu ifadeleri kullanıyor, Üstad Bediüzzaman: "Eski Said’in çocukluk zamanından beri hem kendisi, hem babası fakir oldukları halde, başkalarının zekât, sadaka ve hediyelerini almadığının ve alamadığının hikmeti..." (Emirdağ Lâhikası, s. 313.)
Zekât ve sadaka gibi makbul yardımlar, seyyid olan kimselere yapılmaz. Seyyidler de böylesi yardımları almaz ve alamazlar.
Ne var ki, Üstad Bediüzzaman'a zekât ve sadaka ile yardımda bulunmak isteyenler, onun seyyid olduğunu bilmiyorlardı. Kendisi de bu gerçeği çoğu zaman açıklamaz, gizli tutardı.
İşte, bu tür yardımları almayan ve alamayan Üstad Bediüzzaman, bu tavrının, yani "almadığının" hikmetini kısmen izah ediyor; "alamadığının" hikmetini ise, düşüncemize havale ediyor.
Üçüncüsü
Denizli kahramanı Hasan Feyzi Efendi, Üstad Bediüzzaman'ın zahiren Kürt olmakla beraber, hakikatte seyyid ve şerif olduğuna dair fikir ve itikadını, Lâhika'ya giren bir mektubunda şu sözlerle ifade ediyor:
"Ona (Bediüzzaman'a) 'Kürdî' denilmesi ve kaside-i Hazret-i İmam-ı Ali'de (r.a.) görülen 'Yâ müdrike' kelimesinin hazf ve kalbiyle (tersinden ve düzünden iki mânâ: Ey Kürt ve ey idrak eden) 'Kürt' imâ ve işaretinin bulunması, gerçekten Kürtlüğüne delâlet etmez ve onun mânevî silsile-i şerafet ve siyadetten (şerif ve seyyid olmaktan) tenzil ve teb'idini (düşürme ve uzaklaştırmayı) icap ettirmez.
"Kürtçe bilmesi, o kıyafete girmesi ve öyle görünmesi, kendini setr ve ihfa için olup, hakikî hüviyet ve milliyetini ihlâl ve inkâr mânâ ve maksadıyla değildir diye düşünüyorum." (Emirdağ Lâhikası, s. 75.)
Hasan Feyzi, aynı mektubun devamında, Türk milletinin Üstad Bediüzzaman'ı bu kadar çok sevmesinin sırr–ı hikmetini, onun evlâd–ı Resûl olduğunun mânen ve ruhen keşfedilmiş olmasına bağlıyor.
Dördüncüsü
Milaslı Halil İbrahim, Üstadına hitaben şöyle diyor: "Muhterem efendim. Mesmuatıma nazaran (duyduğuma göre), Denizli de, bundan yetmiş seksen sene evvel (1877–78 yılları) büyük bir evliyadan Hasan Feyzi isminde bir zat, bir gün talebelerine, 'Bugün Kürdistan'da bir evliya dünyaya geldi' diye beşarette bulunmakla zât-ı devletlerini işaret buyurmuş." (Emirdağ Lâhikası, s. 172.)
İnsanlar dünyaya geldiklerinde değil, daha sonraları âlim veya evliya olur. Bu gerçeğe binaen, Üstad Bediüzzaman'ın şahsiyetiyle alâkalı yukarıdaki 'Bugün bir evliya dünyaya geldi' şeklindeki sözün de, tıpkı diğer benzerleri gibi "perdeli" olabileceğini düşünerek, perde arkasını merak ettik. Bu merak saikasıyla bundan on yıl evvel Denizli'ye gittik, merhum Süleyman Hünkâr'la görüştük. O da, bu sözün hakikaten perdelenerek Lâhika'ya alındığını ve doğrusunun o gün dünyaya gelen Üstad Bediüzzaman'ın Âl–i Beyt'ten, yani evlâd–ı Resûl olduğunu açıkça bildirdiğini söyledi.
Esasında, aynı hakikati te'yid ve tasdik eden daha birçok delil var, ancak şimdilik bu kadarıyla iktifa ediyoruz.
24.03.2007
E-Posta:
[email protected]
|