Bediüzzaman köprü şahsiyetlerden birisidir. Aynen Mehmet Âkif Ersoy gibi. Mehmet Âkif merhum Arnavutlarla Türkler arasındaki manevî köprülerden birisidir. Hâlâ Arnavutlarla Türkler arasında muvasala köprüsü olarak kabrinden de görevini ifa ve icra etmektedir. Bediüzzaman da öyledir. Bediüzzaman ile ilgili öne çıkan iki sıfat var. Bunlardan birisi telifçi, diğeri de teskinci olmasıdır.
Bediüzzaman Kürtlerin içinden çıkmasına rağmen İttihad-ı İslâmcı olması ve tek çare olarak onu görmesi itibarıyla Türklerle gayri Türkler arasında bir köprüdür. Türklerle, Kürtler arasında tabiî bir köprü olduğu gibi aynı zamanda Araplarla Türkler arasında da İttihad-ı İslâm bağı altında birliği ve buluşmayı savunur. Dolayısıyla Bediüzzaman’ın projesi Kürtlere veya Türklere münhasır bir proje değildir. Risâleleri okuyanlar onun bizzarure daha kapsamlı bir projeden yana olduğunu görür. Bundan dolayı onu Kürtçülüğe hamletmek veya âlet etmek isteyenler hüsrana uğramaya mahkûmdurlar.
Ondan yeis ve umut kesenler ise ya onu inkâr ediyorlar ya da istismar ediyorlar. Bunlardan birisi de Mehdi Zana’dır. İslâm ittihat ve birliğini savunanların Bediüzzaman ve Selâhaddin Eyyûbî’yi istismar ettikleri görüşündedir. Zira ona göre Kürtçülüğü önleyen herşey istismar ve manipülasyondur. Dinin kendisi bile olsa... Bundan dolayı menfî milliyetçilikle İslâm ve iman bir arada barınamaz. Bu büyük bir bühtandır. Selahaddin Eyyûbî sadece bir sonuçtur. Zemini ehzar eden ve sonucu hazırlayan velinimeti Nureddin Zengi’dir. Selâhaddin Eyyûbi zannettikleri gibi Kürtçü olsaydı onu Musul Atabeyi ve Türkmen Başbuğu Nureddin Zengi hiç öne çıkarmazdı.
Nureddin Zengi ile Selâhaddin Eyyûbî arasındaki ilişki Hz. Musa ile Hz. Yuşa veya fetası arasındaki ilişki gibidir. Bunun dışında söz söyleyenlerin kalpleri hastadır. Bu itibarla, Bediüzzaman fizikî anlamda ve özelde Kürtlerle Türkler arasında olsa bile metafizikî anlamda evvelemirde bütün Müslümanlar ve ardından da bütün insanlık ailesi için bir köprüdür. Bu mânâda Bediüzzaman Şiî-Sünnî eksen arasında ve onun da ötesinde Kur’ân bayraktarlığında Müslümanlık ile İsevîlik arasında köprüdür ve köprü olmaya namzettir.
Ehl-i Sünnet dairesinde olmakla birlikte maneviyat anlamda o dairenin dışında kalan Ehl-i Beyt dairesinin serpintilerini barındıran Şiâ’nın duâlarına da açılmıştır ve iştirak etmiştir. Velhasıl çok yönlü bir köprüdür.
***
Bu köprü rolüyle mütenasip bir şekilde hem tamiratçı, hem de telifçidir. Türklerle Kürtlerin ve diğerlerinin kalplerini Kur’ân eczanesinden aldığı ilâçlarla tedaviye çalışır. Buna dair bir çarpıcı hatıratını bizzat kendisi nakleder: “O vilâyat-ı Şarkiye, âlem-i İslâmın bir nev’î merkezi hükmündedir; fünûn-u cedîde yanında, ulûm-u dîniye de lâzım ve elzemdir. Çünkü, ekser enbiyanın Şarkta, ekser hükemanın Garbda gelmesi gösteriyor ki, Şarkın terakkiyatı dinle kaimdir. Başka vilayetlerde sırf fünûn-u cedîde okuttursanız da, Şarkta her halde millet, vatan maslahatı namına, ulûm-u dîniye esas olmalıdır. Yoksa, Türk olmayan Müslümanlar, Türke hakîki kardeşliğini hissedemeyecek. Şimdi, bu kadar düşmanlara karşı teavün ve tesanüde muhtacız. Hatta bu hususta size bir hakîkatli misal vereyim: ‘Eskiden, Türk olmayan bir talebem vardı. Eski medresemde, hamiyetli ve gayet zekî o talebem, ulûm-u dîniyeden aldığı hamiyet dersi ile her vakit derdi: ‘Salih bir Türk, elbette fasık kardeşimden ve babamdan, bana daha ziyade kardeştir ve akrabadır.’ Sonra aynı talebe, talihsizliğinden, sırf maddî fünûn-u cedîde okumuş. Sonra, ben, dört sene sonra esaretten gelince onunla konuştum. Hamiyet-i milliye bahsi oldu. O dedi ki: ‘Ben şimdi, rafizî bir Kürdü, salih bir Türk hocasına tercih ederim.’ Ben de, ‘Eyvah!’ dedim. ‘Ne kadar bozulmuşsun?’ Bir hafta çalıştım, onu kurtardım, eski hakîkatli hamiyete çevirdim. ‘İşte ey mebuslar! O talebenin evvelki hali, Türk milletine ne kadar lüzûmu var; ikinci hali ne kadar vatan menfaatine uygun olmadığını fikrinize havale ediyorum. Demek, farz-ı muhâl olarak, siz başka yerde dünyayı dîne tercih edip, siyasetçe dîne ehemmiyet vermeseniz de, herhalde Şark vilayetlerinde din tedrisatına azamî ehemmiyet vermeniz lâzım (Tarihçe-i Hayat, s. 129).”
***
Bediüzzaman’ın içtimaî sıfatlarından birisi de teskin ediciliğidir (tranguiliter). Zira düstûru yıkıcılık değil, tamiratçılık ve yapıcılık, müsbet fikir ve harekettir. Bu itibarla, Bediüzzaman telif edici olduğu gibi aynı zamanda teskin edicidir. O takrir-i sükûnu kanla, barutla değil, manevî olarak teskin ediciliğiyle sağlar. Bu itibarla, kaynağını manevî ilimlerden alan veya başka bir ifadeyle manevî ilimlerle mücehhez Risâle-i Nur’un birinci vazifesi sulh-u sükûnu temin etmek, güvenlik ve esenliği yaymaktır. Risâle-i Nur sulh ve sükûnun ve sulhu umumînin teminatıdır. Bu anlamda Apo gibi ilmi dinsizliğe köprü ve âlet yapmak isteyen bir takım zevata karşı Bediüzzaman dinle ilmi barıştırmaya çaba göstermiş ve ilmi dinin lehine kullanmıştır.
23.03.2007
E-Posta:
[email protected]
|