Yargılar bakış açısına göre değişir. Bu bağlamda, elbette ki bazı feministlere veya İslâmcı feministlere göre bizim yazdıklarımız ve şahsiyetimiz gelenekselci kalıyor. Ben kendimi gelenekselci veya modernist olarak tarif etmem. Biz geleneğin de modernin de iyisinden ve alınabileceklerinden yanayız. Bu noktada bir kompleksim de yok. Ama şu bir gerçek ki ‘İslâm modernistleri’, Batı modernizminin bir ürünü veya ‘İslâm modernizmi’, Batı modernizminin bir çocuğudur. İslâmcı feminizm de Batı feminizminin bir türevi ve ürünüdür. Müteharrik-i bizzat değildir. Kompleks ve taklit sarmalıdır.
Bunun böyle olduğunu tarihî atıflarda da görmemiz mümkündür. Sözgelimi kadın özgürlüğüyle ilgili ilk kitap yazan eski Osmanlı valilerinden birisinin oğlu olan Kasım Emin’dir. Muhammed Abduh gibi kendisinin Kürt veya Türk asıllı olduğuna dair çelişkili rivayetler vardır. Yanılmıyorsam Mısır’da, Akkad, Abduh veya Emin’in ırkî aidiyeti konusunda böyle tartışmalar vardır. Ama Kasım Emin Mısır’ın Beşir Fuad’ı gibidir. Ve kadının emansipasyonu veya özgürleştirilmesi fikrini Fransa’da derinleştirir ve bu noktada Muhammed Abduh çizgisini de aşar. Aslında bu noktada etkilendiği sosyal mahfillerden birisi Mustafa Fazıl Paşa’nın kızı Nazlı Fazıl’ın mahfilidir. Kasım Emin’in Yeni Kadın veya Kadının Kurtuluşu adlı kitaplarını Muhammed Abduh’un yardımlarıyla yazdığı iddiası meşhurdur. Bu iddia aynı zamanda Ali Abdurrazık’ın İslâm ve Usulu’l Hükm kitabını Taha Hüseyin’in yazdığı ve tepkilerin adresini başka yöne kanalize etmek için Ali Abdurrazık’a nisbet edildiği iddiasını akla getirir. Kadının özgürleştirilmesi ifadesini ilk kullanan Kasım Emin’dir. Ve onu bu yönde referans verenlerden birisi de kadının imameti meselesini gündeme getiren Emine Vedud’dur. İsimleri de cinaslı: Kasım Emin, Emine Vedut.
Yine Elizabeth Özdalga gibilerinin başörtülülerle ilgili yazdıkları kitaplarda da üniversite eğitimiyle modernleşen başörtülülerin gelenekten özgürleştikleri/koptukları savunuluyor. Modernleşen başörtülü kadın emansipasyonla geleneğin kayıtlarından veya esaretinden azade olmaktadır. Bu noktada özgürleşmek iki ucu keskin bir bıçaktır. İnsan farkına varmadan gelenekten özgürleşirken modernizmin esaretine düşebilir. Dolayısıyla bazı kavramlar sadece tadımsıdır. Sadece öyle bir kanaat uyandırır. Bazısı Allah’ın kulluğundan kurtulayım derken nefsinin zebunu veya kölesi olur. Osmanlı’yı kul sistemi diye yerenler totaliterizmin tuzağına düşmüşler ve onun meddahı haline gelmişlerdir.
***
Bugün feminizmin bin amentüsü oluşmuştur. Bunlardan birisi eşitsizlik edebiyatıdır. Bu edebiyat rol dağılımı veya işbölümünün yani fıtratın yerini almıştır. Fıtratı ve işbölümünü bozan bir mahiyet kesbetmiştir. Bu bağlamda, cinsiyet üzerinden kadının özgürleştirilmesi furyası başlatılmıştır. Feminizmin amentüsü, eşitlik, özgürlük ve müspet veya pozitif ayrımcılıktır. Adeta Fransız devriminin umdeleri olan ‘Özgürlük, Adalet, Müsavat’ teslisinin veya salusunun yerini almıştır. İkisi de paylaşımcı değil totaliterist bir anlayıştır. Bu hususta Deniz Ülkü Arıboğan değer yargımız farklı da olsa tersinden bize tercüman olmuş: “Feminizm artık sosyal bilimlerin her alanına sirayet eden yeni bir perspektif sunuyor. Üstelik bu feminizm, öyle ortalık yerde kullanılan ve erkekler tarafından hafif alayla karşılanan feminizmlerden değil. Ciddi ciddi bilimsel bir akım (sanki bilimsel sosyalizm). 1960’lı yıllarda dünya çapında yaşanan sosyal dönüşümün en belirgin yansımalarından biri olarak ortaya çıkmış. ‘Kadının özgürleşmesi’ süreci, önceleri radikal ve sol feminist çizgide şekillense de, şimdilerde çok farklı feminizm açılımları gündemde. Edebiyattan, felsefeye, tarihten siyasete kadar her alanda toplumsal cinsiyetçi analizlere yönelik bir ilgi var ve bugüne kadar sorgulanmadan kabul edilmiş birçok ‘tartışmasız doğru’ sorgulanıyor.
Bu sorgulama, eşitsizliği esas alarak kurulan sosyal, siyasal, iktisadî, vb. ilişkilerin, erkek egemen bir bakış açısıyla geliştirilmiş ve normalleştirilmiş olmasına bir tepki niteliği taşıyor. Nitekim Fatmagül Berktay’ın ifadesiyle ‘feminist teori bir anlama ve yorumlama aracı olduğu kadar, dönüştürmenin yolunu açabilecek bir eleştirel perspektif’ olarak da kabul edilmekte...”
Gerçekten de feminizmin dönüştürücü bir özelliği var. İnkâr edilemez. İşte tam bu noktada Bediüzzaman meseleye tam teşhis koyuyor, neşter vuruyor: “Medeniyet, kadınla beşeri baştan çıkardı...”
***
Bu tespitten sonra yeniden Deniz Hanım’a kulak verelim: “Feminist teorisyenler siyaset bilimi, iktisat, sosyoloji, antropoloji, hukuk, vs. sosyal bilimlerde olduğu gibi, müzik, edebiyat, sinema gibi sanatsal alanlarda da gizli bir ‘erkek bakışı’ bulunduğunu savunuyorlar. Bütün bu alanlardaki akademik çalışmaların kadınları görmezden geldiği inancıyla, yüzyıllardır süregiden geleneksel bilim anlayışına da muhalefet etmekteler. Geleneksel bilgi teorilerinin, kasıtlı olsun ya da olmasın, kadınları ‘bilen kişiler’ ya da ‘bilginin taşıyıcıları’ olarak görmediğini ve sistematik olarak yok saydığını iddia ediyorlar. Bu yüzden onlara göre bilimin sesi bile erkeksi. Uluslararası ilişkiler alanı da bu genel duruma bir kuraldışılık oluşturmuyor. Sandra Harding, Ann Tickner, Cynthia Enloe, Christine Sylvester gibi isimlerin öncülüğünde gelişen feminist uluslararası ilişkiler kuramı, savaşın, eşitsizliğin ve şiddetin insanlar arasındaki doğal durumun bir uzantısı olarak kabul edilmesinin, erkek bakış açısının bir ürünü olduğuna inanıyor. Onlara göre kadınların biyolojisi ve alışılagelen sosyal görevleri onlara anne, eş, koruyucu ve bakıcı rolü verdiğinden, kadınlar doğal olarak şiddet ve savaşa karşı bir pozisyon benimsemekteler. Kısaca savaşı erkekler, barışı kadınlar kurguluyor. Kadının kaba güce karşı takınmak zorunda kaldığı uzlaşmacı tavrın ister istemez diplomasi yeteneklerini geliştirdiğini, kadınların diplomasi alanında etkinleşmesiyle uluslararası platformda yeni değerlerin üretilebileceğini söylüyorlar. Belki de onun için ABD, İngiltere, İsrail, Yunanistan, Avusturya gibi ülkelerde Dışişleri Bakanlığı kadınların kontrolüne bırakılmış. Buradan barış çıkar mı dersiniz? (Akşam: 08.03.2007)”
Buradan bir barış çıkmayacağı kesin. Powell ile Rice’ı karşılaştırdığımızda acaba aralarında pozitif ayrıma değecek bir fark mülâhaza edebiliyor muyuz?
Burada açıkça karşımıza bilimin veya ilmin veya siyasetin feminenleştirilmesi veya kadınlaştırılması çıkıyor. Ama eskilerin tabiriyle meshe veya mutasyona uğramış bir kadınlaştırma. Yine batılı feminizmin bir türevi olarak İslâmcı feminizm de fıkhın ve tefsirin ve umumen dinî metinlerin erkek gözüyle yazıldığını ileri sürüyor ve bundan yola çıkarak tadil edilmesini istiyor veya bazı hükümlerine karşı çıkıyor. Kadın gözüyle yazılmalıymış veya kadın eli değmeliymiş.
Ülkü Hanım’ın yazdıkları paralelinde, kadın günü nedeniyle iki hafta boyunca BM Genel Kurulu kadın sesleriyle inlemiş ve demişler ki: “Gelenek, anane ve din adına erkeğin şiddet kullanmasını ve savaşlar çıkarmasını protesto ediyoruz... (El Ahram, 12 Mart 2007)”
Peki kadınlar bu makamlara gelince durum farklı mı olacak?
Hillary’nın ve Pelosi’nin ötesinde Fransa’da Sosyalist Segolene Royal ve İsrail’de de Colette Avital gibi kadın adayların ülkelerinde başkanlık yarışı için sıraya girdiklerini görüyoruz. Kadınlar erkeğin elinden şiddet aygıtını almak için şiddeti üreten sistemin dümenine geçmiş bulunuyorlar. Latin Amerika’da birden fazla ülkede savunma bakanlığı koltuğunu kadınlar işgal ediyor veya dolduruyor. Bunlar tabii gelişme sayılabilir mi? Kadının şiddetin panzehiri olduğunu düşünenlerin son sıralarda kadınlar arasında artan şiddet dalgasına veya eğilimine yönelik bir tez veya çareleri var mı? Erkekten rol çalan kadınların da bir şekilde şiddete yöneldiğini galiba görmek istemiyorlar. Erkekten rol çalmak şiddetin tabiatını değil onların tabiatını bozuyor ve onları erkeksileştiriyor. Bunun sonucu mücehhez oldukları şefkat sıfatı, yerini şiddet eğilimine bırakıyor. Feministler aslında rol çalarak erkeğe değil, kendilerine yabancılaşıyor.
15.03.2007
E-Posta:
[email protected]
|