|
|
ÂYET-İ KERİME MEÂLİ
Semud Kavmi de kendilerini Allah'ın azâbından sakındıran peygamberlerini yalanlamıştı.
Kamer Sûresi: 23
|
15.03.2007
|
|
HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ
Bildiğini yaşamak suretiyle Allah'tan kork.
Câmiü's Sağîr, c: 1, no: 62
|
15.03.2007
|
|
İslâmiyeti mahbup ve ulvî göstermeli
Sadâ-i Hakikat
27 Mart 1909
Dinî ceride, no: 86
Tarîk-i Muhammedî (asm), şüphe ve hîleden münezzeh olduğundan, şüphe ve hileyi îmâ eden gizlemekten de müstağnîdir. Hem o derece azîm ve geniş ve muhit bir hakikat, bahusus bu zaman ehline karşı hiçbir cihetle saklanmaz. Bahr-i umman nasıl bir destide saklanacak?
Tekraren söylüyorum ki: İttihad-ı İslâm hakikatinde olan İttihad-ı Muhammedînin (asm) cihet-i vahdeti tevhid-i İlâhîdir. Peymân ve yemini de imândır. Encümen ve cemiyetleri, mesâcid ve medâris ve zevâyâdır. Müntesibîni, umum mü’minlerdir. Nizamnamesi, Sünen-i Ahmediyedir (asm), kanunu, evâmir ve nevâhî-i şer’iyedir.
Bu ittihad, âdetten değil, ibadettir. İhfâ, havf-ı riyâdandır. Farzda riyâ yoktur. Bu zamanın en büyük farz vazifesi ittihad-ı İslâmdır.
İttihadın hedef ve maksadı, o kadar uzun, münşaib, muhit ve merakiz ve maabid-i İslâmiyeyi birbirine rapt ettiren bir silsile-i nuranîyi ihtizaza getirmekle, onunla merbut olanları ikaz ve tarîk-i terakkiye bir hâhiş ve emr-i vicdanî ile sevk etmektir.
Bu ittihadın meşrebi muhabbettir. Husûmeti ise, cehalet ve zaruret ve nifak’adır. Gayr-ı müslimler emin olsunlar ki, bu ittihadımız, bu üç sıfata hücumdur. Gayr-ı müslime karşı hareketimiz iknâdır; zira, onları medenî biliriz. Ve İslâmiyeti mahbup ve ulvî göstermektir; zira onları munsıf zannediyoruz.
Lâübaliler iyi bilsinler ki, dinsizlikle kendilerini hiçbir ecnebîye sevdiremezler. Zira mesleksizliklerini göstermiş olurlar. Mesleksizlik, anarşilik sevilmez. Ve bu ittihada tahkik ile dahil olanlar, onları taklit edip çıkmazlar.
İttihad-ı Muhammedînin (asm) ittihad-ı İslâm meslek ve hakikatini, enzâr-ı umumiyeye arz ederiz. Kimin bir itirazı varsa, etsin; cevaba hazırız.
Cihanın bütün aslanlarının bağlandıkları bir zinciri, hilekâr bir tilkinin koparmasına imkân var mıdır?
Divân-ı Harb-i Örfî, s. 54
Lügatçe:
|
15.03.2007
|
|
Kâinat musıkîsini dinleyin
HABER YORUM
Japon piyanist Mine Kavakami, konserleriyle ilgili olarak, “müziği bir ilaç gibi kullandığını’’ belirtti. “İnsanların rahatsız edilmeyeceği, rahatlayabileceği bir ortam bulmak gerek’’ diyen Kavakami, dinleyicilerine “yıldızlı bir gökyüzünün altında, sadece rüzgârın hafif esintisini dinletmeye’’ çalıştığını söyledi. Kavakami'nin bu tarzı, dinleyicilerinin beyninde mutluluk ve rahatlama hissi uyandıran endorfin hormonunun
salgılanmasını sağlıyor. (AA, 10.03.2007)
Evet fıtratın sesi, her zaman rahatlatıcıdır. “Müzikle terapi” yapan Japon sanatçı Kavakami de bunu keşfetmiş olmalı ki, dinleyicilerine “yıldızlı bir gökyüzünün altında, sadece rüzgârın hafif esintisini dinletmeye” çalıştığını söylüyor.
Bediüzzaman da, yıllar önce “..hava-i nesîminin (temiz havasının) dokunmasıyla eşcar (ağaçlar) ve nebâtâttan (bitkilerden) birer tel-i mûsıkî (müzik teli) gibi nağamât-ı zikriye (Allah’ı zikir nağmeleri) kulağına gelsin” derken buna işaret etmiş olmalı. Yani ‘rüzgârın sesi’ne...
Rüzgârın; ağaçların dal ve yapraklarına dokunarak husûle getirdiği sesin, insan ruhunu ne kadar dinlendirdiği herkesin tecrübesiyle sabittir. İşte rüzgârın kulaklarımıza taşıdığı bu rahatlatıcı ses, aslında ağaçların zikir seslerinden başka birşey değil.
Elbette rüzgâr, sadece ağaçların zikir nağmelerini taşımaz ruhumuza. Bediüzzaman, ‘İlâhî bir musıkî dairesi’ olarak ifade ettiği kâinatta, topyekûn bütün varlıkların hoş bir nağme havasında Allah’ı zikrettiğini ve bu fıtrî seslere iman kulağıyla dikkat kesilinirse, ruhun manevî âlemlere dalarak eşsiz zevk ve lezzetler alabileceğini şöyle ifade eder:
“Sanki kâinat, İlâhî bir musıkî dairesidir. Türlü türlü avazlarla, çeşit çeşit terennümâtla kalblere hüzünleri ve Rabbânî aşkları intiba ettirmekle kalbleri, ruhları, nurânî âlemlere götürür, pek garip misâlî levhaları göstermekle o ruhları ve kalbleri lezzetlere, zevklere garkeder.” (İşârâtü'l-İ’câz, s. 71, 72.)
Bediüzzaman, türlü türlü varlıkların seslerinden şöyle söz eder: “Rüzgârların terennümâtı, bulutların naraları, denizlerin dalgalarının nağâmâtı...”
Yine Lemeât isimli eserinin bir yerinde de, şu vecîz ve âhenkli satırlarıyla değinir İlâhî orkestraya:
“Dinle, havadaki demdeme, kuşlardaki civcive, yağmurdaki zemzeme, denizdeki gamgama, ra’dlardaki rakraka, taşlardaki tıktıka birer mânidar nevâz.
“Terennümât-ı hava, naarât-ı ra’dıye (gökgürültüsünün haykırışları), nağamât-ı emvâc (dalgaların çıkardığı sesler) birer zikr-i azamet. Yağmurun hezecâtı, kuşların seceâtı birer tesbih-i rahmet, hakikate bir mecâz.
“Eşyada olan asvât (sesler), birer savt-ı vücuddur; ‘Ben de varım’ derler. O kâinat-ı sâkit (susmuş kâinat), birden söze başlıyor: ‘Bizi câmid (cansız) zannetme, ey insan-ı boşboğaz!’” (Sözler, s. 683)
Evet, ‘..kâinatı nağâmâtıyla raksa getiren hakaikin esrârını ihtizaza (titreşime) veren musıka-i İlâhiye hiç durmuyor; mütemadiyen (devamlı) güm güm eder’ diyen Bediüzzaman, bütün varlıkların, ruhları mest eden bir âhenkle Allah’ı zikrederek, İlâhî bir orkestra meydana getirdiklerini nazara veriyordu.
İşte insan ruhunun sükûneti/dinginliği, kulağı bu İlâhî ritme vermekte saklı. Varlıkların fıtrî seslerini esas alan “müzikle terapi” yönteminin başarısı da burada gizli olsa gerek.
|
İsmail TEZER
15.03.2007
|
|
Manevî ortaklık
Manevî ortaklık veya şirket-i mâneviye-i uhreviye büyük bir kazanç kapısıdır. Nur Talebeleri için büyük bir nimettir.
Kadir gecesi gibi hakikatları bin el ile aramak az şey olmasa gerek. Sonra, sadece günah cihetiyle ölmek... Sanki cami, çeşme yaptırmış gibi veya hayırlı bir evlat bırakmış gibi arkadan sevapların devam edip gelmesi. Sana ulaşması. Sadece sevabının artması. Günahlarında bir değişiklik olmaması. Çok ilginç ve düşündürücü. Tâbir caizse, aynen “Essebebü kel fail” (Sebep olan yapan gibidir) sırrınca, daima hasenât/iyilik defterin kabaracak. Peygamberimiz gibi, sahabeler gibi... Peygamberimiz, zaten ondan çok büyüktür ve de erişilmezdir. Milyonlar Müslümanın kıyamete kadar ona (asm) sevap göndermesi, selâm ve salâtlarla defter-i a’mâlini artırması, onu (asm) erişilmez kılmıştır. O yüzden, Makam-ı Mahmud’a ulaştı...
İşte Risâle-i Nur Talebeleri de, bu sırla, büyük manevî kazanç sahibi. Sadece sevap cihetinde yaşamak... Binler dillerle duâ etmek, binler kalplerle hissetmek, binler kalplerle ibadet etmek, binler dillerle istiğfar etmek, tövbe etmek... Az şey olmasa gerek. Kâr içinde kâr, kazanç içinde kazanç. Devamlı sevap defterinin artması. Sevaplardan hissedâr olunması. Akarsu gibi, baraj gibi, daima bendin arkasında birikme ve yığılma var.
Yapılan duâlar da ilginç. Duâları, daima “Bizi her türlü kötülükten koru, bize merhamet et, bize mağfiret et, bizi bağışla, bizleri affet”tir. Fert değil cemaat ruhudur. Daima birbirlerini kollayıp birbirlerine yardım etmektir. Birbirlerine sahip çıkmaktır. Cemaatleşmektir. Şirketleşmektir. Aynen bir eşyayı yapan işçiler gibi. Fabrikada çalışan ve üretime katkıda bulunan elamanlar misüllü. Ortaya çıkan eşya veya üretimde hepsi de pay sahibi. Hepsi de hissedar. Bir birliktelik söz konusu. Ayrılık gayrılık yok. Hep beraber ve birlikte. Müştereklik söz konusu. İştirak ön planda. Şart da kolay: Risâle-i Nur dairesine sıdk ve ihlâsla girmek. Hemen hissedar oluyorsun. Üye oluyorsun. Manevî kazanç kapın açılıyor. Artık gelsin sevaplar. Hiç parçalanmadan, aynen, bütün hâlinde, bir lambanın bütün camlara aynen yansıması, vurması gibi. Bir kardeşimiz Kadir Gecesi hakikatını kazansa aynen biz de kazançlı oluyoruz. 80 yıllık ömür ilâve ediliyor. Eklemesi yapılıyor. Tabiî düşünebilirsen daha niceleri. Kimi yazıyor, kimi çiziyor, kimi okuyor, kimi taşıyor. Kimi vitrinine koyuyor, kimileri tezgâhının üstünde bulunduruyor. Herkes bir yarış içinde. Bir koşuşturmadır gidiyor, birbirimizin defter-i a’mâlini doldurmak için. İmanla kabre girmek için...
[email protected]
|
Cihat ERDOĞ
15.03.2007
|
|
|
|