Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 15 Mart 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Davut ŞAHİN

Yeşilay andıcı



Şimdi “andıç” moda ya... Basında çıkan her “bilgi notu” andıç sayılıyor.

Yeşilay Cemiyeti Genel Başkanı Necati Özfatura, alkolün tehlikelerine dikkat çekmek için basında alkolle ilgili çıkan yazılardan oluşan 88 sayfalık bir rapor hazırladı ya... Hemen “Yeşilay andıcı” diye tutturdular.

Öyle ya da böyle... Araştırmada ilginç anekdotlar var.

Bir göz atalım isterseniz.

“Atatürk Üniversitesi”nce gerçekleştirilen araştırmaya göre en çok kimler alkol kullanıyor biliyor musunuz?

Söyleyelim:

Sosyalistler ve sosyal demokratlar!

Memleketi öylesine çok seviyorlar ki, içip içip duruyor monşerler. Kahırlanıp; “Ne olacak bu memleketin hali?” diyorlar.

Türkiye’de kişi başına yılda 12 litre bira tüketiliyormuş...

İlginç tesbitlerin yer aldığı satırlarda şu bilgiler de mevcut:

- Kadınların yüzde 15’i rakı içiyor.

- Muhafazakâr görüşte olanların ve İlahiyat Fakültesi’nde okuyanların da yüzde 2’si alkol kullanıyor.

- Dünya Sağlık Örgütü’ne göre Türkiye’de 4 milyon alkolik, 13 milyon da alkole meyilli kişi bulunuyor.

-1970’li yıllarda kişi başına yıllık bira tüketimi 1.5 litre iken, bugün bu rakam 12 litreye ulaştı.

- Türkiye’de alkollü içki kullananların yüzde 92’si birayla başlıyor, rakı ve şarapla devam ediyor.

- AMATEM’e göre her yıl 1 milyon çocuk alkole başlıyor.

Dahası raporda, “Alkolle içli/dışlı olan sanat dünyası, alkolizmin topluma en kolay empoze edildiği bir araç haline geldi” diyor.

Ve:

“Arabesk ve fantezi müzik yorumcularının birçoğu daha sahneye çıkmadan alkol alıyor” diyor.

Hemen aklımıza şarkıcı “Teoman” geldi. Adam aldığı her nefese sponsor bulmuş ve gittiği yerde bir elinde sigara, diğerinde de içki şişesi kameralara poz veriyordu.

Sonunda alkol duvarını aşınca, karizması yerle bir oldu... Gazete ve kameralara istenmeyen görüntüleri çıktı.

Zaten raporda da, şöyle bir ifade var:

“Şarkıcılar, hayran kitleleri de alkolle arasını iyi tutuyor. Yalnızca içmek bile o kederle yaşamayı mutluluk yolu olarak seçenler için bir sebep olabiliyor. Magazin muhabirlerini dâvet ettiği kebap partilerinde ya da konser öncesinde rakı ile poz verenler alkolü körüklüyor.”

Ben buradan Yeşilay Cemiyeti Genel Başkanı M. Necati Özfatura’ya çağrıda bulunmak istiyorum.

Sadece “rapor”la sınırlı kalmayın. Devamı gelsin.

Eğer medyanın önünde “alkole özendiren tip”ler varsa, dernek olarak siz de “içki içmeyen ve alkolün zararlarını” anlatan sanatçılar bulun... Popülist isimleri bir araya getirip bir kampanya başlatın. Günümüz gençliğine bu şekilde ulaşabilirsiniz.

Böylelikle:

“Cemiyet yıllardır ne yapıyor, hiç bir çalışmasını göremiyoruz” diyenlere de cevap vermiş olursunuz.

15.03.2007

E-Posta: [email protected]




M. Ali KAYA

Mevlânâ yılı ve Bediüzzaman



Uluslararası Mevlânâ Vakfı ve Mevlânâ Dernekleri bir araya gelerek 1207 yılında dünyaya gelen Hz. Mevlânâ’nın 2007 yılında 800. doğum yıldönümü olması münasebeti ile dünya çapında kutlama ve faaliyetler yapmayı planlamışlardır. 2006 yılında çalışmalarına başlayan Mevlevî gönüllü kuruluşları, projelerini Kültür Bakanlığına sunmuş ve dünya çapında programlar yaparak Mevlânâ’yı tanıtmak amacı ile Birleşmiş Milletler Eğitim Bilim ve Kültür Kurumu UNESCO’ya teklifini iletmiştir. Kültür Bakanlığı da projeyi kabul ederek 2007 yılını “Mevlânâ Yılı” ilân etmiştir.

UNESCO’nun teklifi kabul etmesinin ana sebebi Mevlânâ’nın engin hoşgörüsüdür. Bu hoşgörünün insanlığın en çok muhtaç olduğu zamanda “Dünya barışına katkı sağlaması”dır.

Mevlânâ, dünyaya mal olmuş büyük bir İslâm bilgini ve mutasavvıfıdır. En büyük ve değerli eseri Farsça kaleme aldığı Mesnevî’sidir. Ancak engin hoşgörüsü ve bunalımda olan halka sunduğu ümit ile, insanlardan her kesimin kalbine taht kurmuştur. İnsanlara, geçmişe takılıp kalmamayı ve geleceğe ümitle bakmayı öğütlemiştir. Bu bağlamda söylediği “Dün dünde kaldı cancağızım / Bugün yeni şeyler söylemek lâzım” sözü ne kadar vecizdir.

Mevlânâ insanlığa kucağını açmış bir gönül eridir. Peygamberi Hz. Muhammed’den (asm) aldığı dersin bir gereği olarak, onun yolunu ve sünnetini takip ederek “Gel, gel, ne olursan ol gel / İster kâfir, ister mecûsî, ister puta tapan ol gel / Bizim dergâhımız ümitsizlik dergâhı değildir / Yüz kere tövbeni bozmuş olsan da yine gel” diyerek insanları tövbeye çağırmıştır. Mevlânâ’nın dergâh dediği, Yüce Allah’ın huzurudur. Kendisi de daima O’nun huzurundadır. “Gel” demiştir; ama “Geldiğin gibi kal” dememiştir. “Allah’ın huzuruna gel! Değişerek yeni ve iyi bir insan ol!” demiştir. Mesnevî’yi okuyan her insanın değişerek insanlığa yararlı bir insan, Allah’ın sevgili bir kulu olmasını istemiştir. “Nice insanlar gördüm, üzerinde elbisesi yok, / Nice elbiseler gördüm, içinde insan yok” diyerek elbisenin içini bir insan olarak doldurmak gerektiğini anlatmıştır.

“Cömertlik ve yardım etmede akarsu gibi ol / Şefkat ve merhamette güneş gibi ol / Başkalarının kusurunu örtmede gece gibi ol / Hiddet ve asabiyette ölü gibi ol / Tevazu ve alçakgönüllülükte toprak gibi ol / Ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol” diyen Mevlânâ, cimrinin cömert, katı kalplinin merhametli, kusur arayanın kusur örten, öfkelinin sabırlı, kibirlinin mütevazi olmasını istemiştir. Bu, her gelenin geldiği gibi kalmaması demektir. Yeni bir insan olmasıdır.

Kendisini Kur’ân’ın kölesi olarak gören Mevlânâ, Mesnevî’sini Kur’ân-ı Kerim’in tefsiri olarak yazmıştır. “Bu canım var oldukça ben Kur’ân’ın kölesiyim / Muhammed Mustafa’nın (asm) yolunun toprağıyım / Benden bundan başka bir söz nakleden olursa / Ben hem onu söyleyenden hem o sözden uzağım” der.

“Mevlânâ, benim zamanımda gelseydi Risâle-i Nur’u, ben onun zamanında gelmiş olsaydım Mesnevî’yi yazardım. O zaman Kur’ân’a hizmet Mesnevî tarzındaydı, bu zamanda ise Risâle-i Nur tarzındadır” diyen Bediüzzaman ile Mevlânâ’nın ortak noktası imana ve Kur’ân’a hizmettir. Her ikisi de iman ve Kur’ân bağı ile birbirlerine bağlanmışlar, iman ve Kur’ân’a hizmeti esas almışlardır.

Mevlânâ, Cengiz Han’ın başında bulunduğu Moğolların tahrip ettiği bir dünyayı, yıkılan gönülleri, kırılan kalpleri ve bozulan imanları, Kur’ân tefsiri Mesnevî ile tamir etmeyi amaçlamıştı. Bediüzzaman da “Harb-i Umumi” denilen “Birinci Dünya Savaşı” ile yıkılan ve tahrip edilen dünyayı, sönen umutları ve kaybolan imanları, tahrip edilen dinî ve imanî duyguları yine Kur’ân’ın tefsiri olan “Risâle-i Nurlar” ile tamir etmeyi amaçlamıştır.

Mevlânâ, Afganistan’ın (Horosan) Belh şehrinde doğmuş, 20 yaşlarında Konya’ya gelmiştir. Bediüzzaman ise Anadolu evlâdı olup Bitlis’in Hizan kazası Nurs köyünde dünyaya gelmiş, gönüllü alay kumandanı olarak Doğuda Ruslar ile savaşmış ve büyük faydalar göstermiş, yüzlerce talebesini şehit vermiştir. Kendisi de esir düşerek, Kosturma esir kampına gönderilmiş, ama 1917’de Komünist ihtilâlinin karışıklıklarından istifade ile firar ederek İstanbul’a gelmiştir. Zamanın Genel Kurmay Başkanı Enver Paşa’nın teklifi ile padişah tarafından en yüksek ilmî paye olan “Mahreç” unvanı ile taltif edilmiş ve “Darü’l-Hikmeti’l-İslâmiye”ye aza tayin edilmiştir. İstanbul’un işgalinde İngilizler aleyhine çalışmıştır. “Hutuvât-ı Sitte” isimli eserini matbaa ile çoğaltarak İngilizlerin propagandalarını kırmıştır.

Mevlevîler Kurtuluş Savaşına destek vermişlerdir. Bediüzzaman ise, desteğin ötesinde aleyhte çıkarılan “Şeyhülislâm Dürrizade”nin fetvasına mukabil fetva vererek Anadolu’daki desteğin önünü açmıştır. Bediüzzaman’ın bu fetvasına istinaden dinî ve ilmî erkân “Kuvay-ı Milliye” lehinde fetvalar vererek Millî Mücadelenin başarısını sağlamışlardır. Bunun içindir ki bizzat Mustafa Kemal tarafından defalarca Ankara’ya taltif için davet edilmiş ve 19 Kasım 1922 tarihinde TBMM özel gündemle toplanarak Bediüzzaman için “Hoşâmedî”, yani “Hoşgeldin” merasimi düzenlemiştir. Bunlar o günün Meclis tutanaklarında sabittir.

Mevlânâ, eserlerini Farsça yazmış, Bediüzzaman ise, ekseriyetle Türkçe olarak kaleme almıştır. Bediüzzaman’ın Türkçe kaleme aldığı şâheserler her cihette mükemmel olduğu için dünyada kabul görmüştür. Bu eserler Arapça, Farsça dâhil 23 dile çevrilerek tüm dünyada milyonlarca insan tarafından okunmaktadır. Kur’ân-ı Kerim’den sonra dünyada en fazla okunan eser unvanını almıştır. Bir araştırma raporunda, dünyada Müslüman olanların % 30’unun Risâle-i Nur eserlerini okuyarak Müslüman olduğu tespit edilmiştir.

Molla Câmî unvanı ile şöhret bulan Abdurrahman Câmî’nin, Mevlânâ hakkında söylediği “O mânâ cihânının eşsiz padişahının zâtının değerini ispatlamak için Mesnevî kâfidir. O büyük varlığın vasfı ve üstünlüğü hakkında ben ne söyleyeyim? O peygamber değildir, fakat kitabı vardır” sözü, elbette büyük bir gerçeği yansıtmaktadır. Bediüzzaman’ın “yedi Mesnevî kadar ehl-i hakikata bâkî bir rehber ve bir mürşid olacak”1 dediği Risâle-i Nur Külliyatını görmüş olsaydı, acaba o büyük insan ne derdi?

Sonuç olarak, güzel yurdumuzun çok önemli bir değeri olan Mevlânâ anılmaya, sevilmeye ve sahip çıkılmaya elbette çok lâyıktır. Aynı şekilde Bediüzzaman da, inanıyorum ki anılmaya, okunmaya ve sevilmeye; adına haftalar, aylar ve yıllar düzenlenmeye elbette daha çok lâyıktır.

Dipnot:

1- Lem’alar, 28. Lem’a, 4. Nükte, s. 353

15.03.2007

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Püf noktası



Genelkurmay’ın basına uyguladığı akreditasyon kriterleri “uzmanlık” esasına dayanıyor olsa, herhalde hiç kimsenin itirazı olmaz.

TSK’nın basınla ilişkileri güvenlik, savunma, strateji konularının belirlediği bir çerçeveye oturtulsa; basın toplantılarına ve brifinglere davet edilecek isimlerde bu konuların uzmanı olma şartı aransa, bugünkü tartışmalar çıkmaz.

Çünkü işin tabiatının bunu gerektirdiği, gelişmiş demokrasilerde de uygulamanın bu yönde olduğu düşünülerek, olay mecrasına girer.

Ama Türkiye’de durum böyle değil.

Üç yıl öncesinin Genelkurmay 2. Başkanı, şimdinin Kara Kuvvetleri Komutanı Org. Başbuğ, bazı basın organlarına uyguladıkları ambargonun gerekçesini, “cumhuriyetin temel nitelikleri ve evrensel değerlerde isteksiz olmaları veya duyarlı davranmamaları” olarak açıklıyor.

Burada sözü edilen kriterlerde ise netleştirilmeye muhtaç belirsizlikler var. Ne kast ediliyor?

Cumhuriyetin temel nitelikleri demokrasi, laiklik, hukuk ve sosyal devlet ise, ilgili basın organlarını bu konularda isteksizlik ve duyarsızlıkla suçlamak son derece büyük bir haksızlık.

Buna karşılık, söz konusu niteliklerin sıralandığı anayasanın 2. maddesinde, başlangıç kısmına da atıf yapılmak suretiyle temel niteliklere eklemlenen “Atatürk milliyetçiliği ve medeniyetçiliği” gibi hukuken bir anlam ifade etmeyen tanımsız kavramlara bağlılık da şart koşuluyorsa, elbette işin bu cihetinin tartışılması gerekir.

Eğer demokrasiden ve hukuktan söz ediliyorsa, hiç kimse belli bir görüş ve ideolojinin kalıbına girmeye zorlanamaz. Girmediği için de dışlanamaz, suçlanamaz, cezalandırılamaz. Dışlanır, suçlanır ve cezalandırılırsa demokrasi ve hukuktan söz edilemez.

Sanıyoruz, işin püf noktası burada yatıyor.

Akreditasyon uygulamasında da karşımıza çıkan temel sorun bu: Atatürkçülük dayatması.

Demokrasimiz bu meseleyi hâlâ mâkul ve mantıklı bir sonuca bağlayabilmiş değil. Anayasanın başlangıç kısmı ve onunla bağlantılı olarak diğer birçok kritik maddede yer alan Atatürkçülük atıfları metinden çıkarılmadığı ve bunu sağlayacak zihniyet değişimi başarılamadığı müddetçe de sonuçlanacak gibi görünmüyor.

Aslında Org. Başbuğ’un sözünü ettiği evrensel değerlerle de çelişen bir durum bu. Çünkü çağdaş demokrasilerin hiçbirinde kişi adıyla anılan bir resmî ideoloji topluma dayatılmıyor.

Yeni Asya’nın akredite dışı basın organları listesine konuluş gerekçesi Atatürkçülük dayatmasına boyun eğmemesi ise, bu, ambargoyu uygulayan mantık açısından tutarlı, ama kamuoyuna açıklanan kriterlerle çelişen bir durum.

Evrensel kriterlerin geçerli olduğu çağdaş dünyaya karşı da izahı imkânsız bir çelişki bu.

Peki, Genelkurmay andıçını perdelemek için ortaya sürülen Başbakanlık andıçında durum ne merkezde? Orada da Yeni Asya’nın adı geçiyor mu? Yoksa görmezlikten mi geliniyor?

Galiba ikinci şık geçerli. Başbakanın Yeni Asya’ya genel tavrı “yok sayma” şeklinde. Bunda, Erdoğan’ın özel sohbetlerde açığa vurduğu, Yeni Asya’ya, siyasete yaklaşımını kastederek “devrini tamamlamış” gözüyle bakan değerlendirmesinin büyük ölçüde etkili olduğunu sanıyoruz.

Ve bunun da yanlış olduğunu söylüyoruz.

15.03.2007

E-Posta: [email protected]




İsmail BERK

Çözüm konuşmakta



Türkiye’nin denklem özelliğinde problemleri var. Bunları incelerken, lehte veya aleyhte yorum yaparken, ya da çözüme dayalı önerilerde bulunurken, bütün fonksiyonların birlikte ele alınması gerekir. Eğer cevabı aranılan soru ve irdelenen konu, yıllara mal olmuş, hatta kangrenleşmiş alanlarda ise, bilinen cevabın ve tepkinin asla çözüm olamayacağı aşikârdır.

Osmanlı’nın başını yiyen statüko ve yenilenememe açmazını, ne yazık ki bugün de yaşıyoruz. Bilinen çözümler, eğer uygulandığı halde toplum laboratuarında ters tepiyorsa ve kabul görmüyorsa, ısrarcı mı olmak, yoksa yeni yaklaşımları mı dikkate almak gerekir?

Milliyetçiliği ırkçı temelli bir ırk esasına dayandırdığımız müddetçe, pozitif milliyetçi kavramını, herkesi kapsaması gereken ülke sevgisi ve birliğini tesis etmekte zorlanırız. Ayırıcı karakter olarak imtiyazlı sınıf ayrışması, demokratik anayasal eşitlik prensibini ve hukukun üstünlüğünü zedeler.

Keza, muhafazakârlığı dini yaşamak ve yaşamamak temelli siyasî zeminde dini tartışma alanına çekerek bir kapı aralamak ve topluma ait korunması gereken değerleri herkese şamil görmek yerine bir gruba tahsis etmek veya onların önceliğinde tepki alacak şekilde karşı görüşün hazımsızlığına maruz bırakmak, benzer şekliyle dinî ve ahlâkî genel duyarlılığı siyasî çekişmeye götürür.

Yine cumhuriyet üzerinden, egemen bir sınıf ve aristokrat bir kitle oluşturup, oligarşik yapının mizacını demokrasi diye takdim etmek, elitin halk üzerindeki baskısından ve siyasal araçların tahakküm vesilesi olarak kullanılmasından başka bir işe yaramamıştır.

Tarihî övgü ve sövgü yerine gerçeklik zemininde objektif kıstaslarla yarınımızı inşa edici stratejik perspektiflere katkı sağlayabiliriz.

Dini siyasî bir rekabetin arenasında, taraf görme saplantısı veya onunla tutunma çerçevesi yerine, ortak kabul ve saygınlık noktasında bir üst değer sistemi, özellikle Müslüman toplumumuz için ortak bir paydada görmek daha sağlıklı sonuçlar verir. Toplum vicdanında güven tesis eder.

Cumhuriyet ve demokrasi tamlamalarının, bireyi özümseyen niyetinden beslenen bir insani farkındalıkla bakıldığında uzlaşma ve birbirini kabullenme mümkün olmaktadır. Diğer şekliyle, kavramları iğdiş ederek, farklı anlamlar yükleyerek ve ortaklık temelinde buluşmayı sağlayacak kanalları tıkayacak dar ve şekil merkezli otoriter unsurlarla kuvvetlinin dayattığı bir sistemi,  kararlar ve kanunlar ile sürdürmek, her zamanki gibi bizi çekilmez kaoslara ve iletişim arızalarına götürür.

Milliyet, din, tarih, vatan, toplum, kültür, yerellik ve evrensellik ile birey parametrelerini birlikte mütalaa ettiğimiz zaman, kafamızdaki şablonları ve tekrarladığımız ezberleri bozma fırsatını elde ederiz.

Galiba bu çetin coğrafyada hepimizin buna ihtiyacı var. Toplum dinamiklerini, artık eskisi gibi statik ve korumacı bir mantıkla ayakta tutamayız. Siyasî çatışmalar, gerginlikler ve toplumu tahammülsüzlüğe sürükleyen bütün ayrıştırıcı refleksler, aynı zamanda şiddet kültürünü aşılamaktadır. İnsanlar, izledikleri televizyondan, okudukları gazeteden ve topluma yansıyan agresif tavırlardan etkilenmekte ve gizli bir aşı almaktadırlar. Sonrasında “patlama noktası” yaşayan bir insan/toplum manzarası ortaya çıkmaktadır.   

Başta belirttiğim gibi, denklem niteliğindeki karmaşık yapıları ve problemleri, fonksiyon tanımları ile bütün tarafları içine alan uzlaşma kültürüne kapı açacak müzakerelerle çözebiliriz.

Sorarım şimdi, Allah aşkına güneydoğu, laiklik ve başörtüsü ile AB konusunda geniş katılımlı, bütün cemaat, fikir ve kanaat önderleri ile üniversitelilerin katılabildiği ve kürsü konuşmalarının özgür ve bağımsız sağlanabildiği bir TRT programına şahit misiniz?

Gelin yürek yüreğe, bağnaz sıkışmalardan ve demokrasiden korkan hücrelerimizden etkilenmeden önümüzü beraber açalım ve sonuna kadar sevgi ve saygı içinde her meselemizi konuşalım.

O zaman çözüm denklemin parametreleri çok sağlıklı oluşur.

15.03.2007

E-Posta: [email protected]




Serdar MURAT

Bu liderler uyanık



DYP Genel Başkanı Mehmet Ağar’ın eski başbakanlardan Mesut Yılmaz ile görüşmesi, sağda birlik tartışmalarını yeniden başlattı.

Ağar, tartışmaların nereye gideceğinin farkında olduğu için, “DP yok, DYP var” diyerek, bu tür çabalara set çekti.

SP-BBP-ANAP ittifakını pişirmek isteyenlere de Erkan Mumcu, “Sağda ittifak arayışımız yok” diyerek kapıyı kapattı.

Ağaca suyun yürümesi, toprağa can gelmesi gibi seçim sath-ı mailine girilmesiyle birlikte siyaset canlandı.

Birileri tüm hesaplarını, AKP’yi tek başına iktidara getirmeyecek formüllerin üzerine kuruyorlar.

Sanki geçmişte koalisyon yönetiminde çok başarılı olmuşuz gibi, “aman AKP tek başına iktidar olmasın...”

AKP daha 5 yılın partisi, daha önce onlarca koalisyon hükümetleri kuruldu, hangisi ülkeye ne kazandırdı? Siyaseti güçsüzleştirip, ekonomik ve siyasî krizlere yol açmaktan başka bir işe yaramadı.

Millet AKP’yi istemiyorsa, zaten bir şey yapmaya gerek yok.

Ama eğer millet istiyorsa, ne yapsan boşuna.

Ha bu durumda iyinin daha iyisi olunabilir. Yoksa mevcut ekonomik ve siyasî tablonun tersine çevrilmesini istemek ve ona gayret etmek, hiçbir partiye iktidar kapısını aralamaz.

Artık kitleler çamur atmakta, karalamakta değil, hizmet yarışında daha başarılı olacağı kadroları işbaşına getiriyor. Onun için önce millete bu güveni vermek gerekiyor.

Muhalefetin en diri olması gereken bir dönemde ortaya atılan bu tür formüller AKP’nin elini güçlendirmekten ve muhalefete güvensizlik vermekten başka bir işe yaramıyor.

Muhalefete en büyük zararı bu tür ittifak tezgâhlarını peydahlayanlar veriyor.

Muhalefetin ittifaka değil, dünyanın gittiği istikameti doğru tahlil edip, Türk milletinin önünde umut olabilmeye ihtiyacı var.

Bunun için de muhalefetin mesajlarının net, suyun da bulanık olmaması lâzım.

Bunun için muhalefetin suyunu bulandıran her türlü ittifak arayışları, birleşme senaryoları suyu bulandırmaktan başka bir işe yaramaz.

Sağda çatı-kapı formülü olmaz.

Mehmet Ağar’ın Mesut Yılmaz ile buluşmasından da böyle bir anlamı çıkarmak mümkün değil. İşin özü, Mesut Yılmaz Yüce Divan’dan oy çokluğu ile kurtulduktan sonra ANAP’ın kendisine teslim edileceğini bekledi. Bir süre “Dışarıdan destek veririm” demesi işin göstermelik kısmıydı. Ancak Erkan Mumcu, bakanlık koltuğunu bırakıp geldiği partiyi Yılmaz’a teslim etmedi.

Mesut Bey önümüzdeki dönemde parlamentoda olmak istiyor. Bunun için önünde Rize’de bağımsız aday olma ve seçilme imkânı bulunuyor. DYP’nin Rize İl Başkanı ise Mesut Beyin aday olması durumunda DYP’nin 3 milletvekili çıkarabileceğini, bu rüzgârın Karadeniz oylarında pozitif bir etki yapacağını düşünüyor. Ayrıca Yılmaz’ın sağ kolu Rüştü Kazım Yücelen de oğluyla birlikte DYP’de.

Yılmaz, ANAP’ın önümüzdeki seçimde barajı aşamayacağını çok iyi biliyor. Mecliste olup, hem ANAP’a geri dönme, hem de siyasî denklemler de yer almanın hesabını yapıyor.

Erkan Mumcu bir süre önce Tansu Çiller ile görüştü. “Çiller’e Cumhurbaşkanı adaylığı önerdiği” söylentisi çıkmıştı. Önermemiş. Konu ANAP Başkanlık Divanında kendisine sorulunca, “Tansu Hanım da ben de bunun siyaseten mümkün olmadığını biliyoruz” diye bir cevap vermiş. Ancak ANAP liderinin gidip DYP’nin eski genel başkanı ile bir araya gelmesi DYP’yi etkiler. Sanıyorum Ağar da kısasa kısas deyip Yılmaz’la bir araya geldi.

Merkez sağda birileri Mehmet Haberal’ı bir yerlere getirmek için her gün şapkalarından yeni bir tavşan çıkarıyorlar.

Bu iş Ankara’da model üretmekle olsaydı bugün milletvekili olmak için çırpınan Mesut Yılmaz Çankaya Köşkü’ndeydi.

Bugün “Muhtar bile olamaz” denilen Recep Tayyip Erdoğan cumhurbaşkanlığına doğru yürüyorsa, bir zamanların düşükler, kuyruklar diye horlanan insanları Yassıada zindanlarından, Zincirbozan’dan iktidara tırmanıp Cumhurbaşkanı olabildilerse, bu hep millet sayesinde oldu.

Partiler iktidardan düşebilir, ama önemli olan itibardan düşmemektir. Bugün ki sorun iktidardan düşme değil, itibardan düşme sorunudur.

Bir de inandırıcılık meselesi.

Kendi söylediğine inanmayan bir ana muhalefet var bu ülkede.

Hani 2006 Haziran’ın da sine-i millete döneceklerdi. 2007’nin Haziran’ı na geliyoruz neredeyse.

Hani Mart ayında erken seçim olacaktı. Siz ortada sandık görüyor musunuz?

Muhalefet demek, güven vermek demektir.

Baykal’ın, “Cumhurbaşkanı olamazsınız?” demesine bakmayın siz, Recep Tayyip Erdoğan’ın şunun şurasında adaylık için 32 gün Çankaya’ya çıkmak için de 51 günü kaldı.

Bu dönemin diğerlerinden farkı, iktidardakiler de, muhalefet liderleri de tehlikenin farkındalar.

Bu liderler daha uyanık çıktı.

İktidar Şemdinli’den başlayıp Sauna’da, Atabeyler’de; Danıştay saldırısında ve nihayet Hrant Dink cinayetinde önüne konulan mayınları bir bir temizledi.

DYP lideri Ağar da sağda solda pişirilen sağda birlik tuzaklarına düşmedi.

15.03.2007

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Umuma hitap



Size, “Alevî bir delikanlıyla Sünnî bir kız evlenmek istese ne dersiniz, dinen caiz midir?” diye bir soru sorulsa nasıl cevap verirdiniz?

Günümüzde özellikle şehirlerde hatlar o kadar karışmış ki konuşma esnasında delikanlı kendini anlatırken, “Biz Aleviymişiz” diyor, kız da, “Biz de Sünniymişiz” diyor. Ne Alevîlikten, ne de Sünnilikten haberleri var.

İstanbul Küçük Çamlıca’daki sohbetimizde bu örneği veren Prof. Dr. Hayrettin Karaman, “Bu soruyu soranlara, ‘Alevî dediğiniz bu genç Âmentü’ye inanıyor mu?’ diye soruyorum. ‘İnanıyor’ diyorlarsa mesele yok. İsminin şu veya bu olması o kadar önemli değil. Önemli olan inancı sağlam bir Müslüman olması” diye cevap veriyor.

Karaman Hocamız bir zaman on beş kişilik bir ilim heyetiyle Azerbeycan’a gittiklerini, seferî oldukları için öğleyle ikindiyi, akşamla yatsıyı cem ettiklerini, yani birlikte kıldıklarını, bu sûretle namazı vaktinde kılabildiklerini söylüyor. Ancak ilim ehli bir arkadaşının “Her namazı vaktinde kılacağız” diye o yolculuklarda mecburen bazı vakitlerini kazaya bıraktığını belirtiyor. Dinin kolaylıklarından niçin istifade edilmesin?

Kılık kıyafet meselesi de sohbette söz konusu oldu. “Kadın erkek, erkek de kadın kıyafeti içinde olmamalı. Kadınlara mahsus ceket ve pantolonlar giyiliyorsa, bunların vücut hatlarını belli edecek, tayt türü tarzda olmaması da gerekir. Tunikle kalça ve alt kısımlar da dar olmayacak bir pantolonla örtülürse bu caizdir” diyordu.

Yazılı basında makaleleri çıkan, görüntülü basında da zaman zaman görünen Prof. Dr. Hayreddin Karaman Hocamızın belli makam ve mevkilere gelmek, siyasî arenada görünmek gibi bir heves içinde bulunduğunu hiç gördünüz, duydunuz mu?

Bir ara söz döndü, dolaştı buna geldi. Niçin siyasî arenada görünmediğinin sebebini şöyle anlattı: “Ben ömrüm boyunca iki şeyden kaçtım: Biri, bir makama gelmek. Diğeri, siyasette görev almak. Bu iki konuda görünmemek için kendi kendime söz verdim. Eğer ben bugün bir siyasî parti içinde bulunsaydım size hitap edemezdim” dedi. Sonra da şu hatırasını anlattı: “Bir gün bir tanıdığım, Evren Paşa’nın bana Diyanet İşleri Başkanlığı’nı teklif ettiğini söyledi. Ben ise bu prensip kararlarım sebebiyle kabul edemeyeceğimi söyledim. Bundan on beş gün kadar sonraydı. Nesil gazetesinden İhsan Atasoy geldi, başörtüsüyle ilgili bir röportaj yaptı benimle. Bir de baktık ki, gazete, ‘Evren Paşa dinin emrini bize sorsun!’ diye bir başlık atmamış mı! Herhalde Evren Paşa, ‘İyi ki bu adamı başkan yapmamışım diye sadaka vermeli’ diye bir lâtife de yaptı Hocamız.

İlim meclislerinde ilim ehliyle sohbetlerin tadı da başka oluyor.

15.03.2007

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Ehâdiyet- Vâhidiyet penceresinden bakış



Ehadiyet ve Vahidiyet nedir? Cenâb-ı Hakkı bu sıfatlar penceresinden nasıl tanıyabiliriz? Kısaca anlamaya çalışırsak:

Ehâdiyet: Herşeydeki birlik tecellileridir. Yani, yaratılan herbir varlığın Allah tarafından ayrı ayrı yaratılması, hiçbirinin bir diğerinin aynısı olmaması, dolayısıyla her birinin kendi diliyle O’nu gösterip anlatmasına Ehadiyet tecellîsi denir. Meselâ bir çiçeğin güzelliğine bakınca; “Bunun güzelliği Sen’dendir Rabb’im!” deriz. Bir ağaca bakınca, “Her şeyin bir sahibi var, bu ağaç da sahipsiz olamaz” dememiz gibi, herşeyde O’nu anlatan çok şeyler görmemizdir.

Vahidiyet: Allah’ın, genelde, bütün eşyada, tüm yarattıklarında birliğinin tecellîsi. Ehâdiyet ve Vahidiyet isimlerinin mühürleri bir kanun gibi, her varlığın simâsına vurulmuş. Yâni, Allah’ın bu sıfatları her varlıkta, atomlardan çiçeklere, canlılardan yıldızlara kadar tecellî etmekte ve her biri, birbirinden ayrılmaktadır. Böylece bütün varlıklar hem nev’, hem ferd olarak fark edilir. Bunu biraz daha açarsak:

Varlık sahnesine çıkarılan her zerrenin, her canlının, her unsurun, her ağacın, her çiçeğin, her yaprağın, her mısır tanesinin, bir tek örneği ve birini diğerinden ayıran bir alâmet-i fârikası vardır. Yâni, hiçbir mısır, fındık tanesi, ağaç ve çiçek yaprağı, benzer olmakla birlikte, birbirinin aynısı değil, mutlaka farklı yönleri vardır.

Şu anda, dünyada mevcut 6 milyar insan içinde, hiçbiri bir diğerinin tıpa tıp aynısı değildir! Hiç birisinin saç telleri birbirinin aynı değildir, hiçbirisinin DNA kotları aynı değildir. Hiçbirimizin yüzü, sair uzuvları, hattâ sesi, parmak izleri, saç tellerinin yapısı birbirinin aynı değildir. Huy ve karakterimiz de farklıdır.

Sonsuz kudret, hikmet ve irade sahibi olan Allah, bir şeyin tıpa tıp aynısını tekrar yaratmamıştır, yaratmıyor! İşte bu Ehadiyettir.

Ehadiyet cüzde, parçada, fertte; Vahidiyet, bütünde, genelde, umumda görülür. Meselâ, güneşin, bir yaprağa tecellîsi “ehâdiyet”, bir ağacın bütün yapraklarına tecellisi “vahidiyet”; bir ağaca tecellisi “ehadiyet”, bütün ağaçlara tecellisi “vahidiyet”; bir varlığa tecellisi “ehadiyet”, bütün varlıklara tecellisi “vahidiyet” diye anlaşılabilir. Bir atomda tecellisi “ehâdiyet”, bütün atomlarda tecellisi “vahidiyet”; bir hücrede tecellisi “ehâdiyet”, bütün hücrelerde tecellisi “vahidiyet”; bir uzuvda tecellisi “ehâdiyet”, bütün uzuvlarda tecellisi “vahidiyet”; bir unsurda tecellisi “ehâdiyet”, bütün unsurlarda tecellisi “vahidiyet”; bir yıldızda tecellisi “ehâdiyet”, bütün yıldızlarda tecellisi “vahidiyet”; bir samanyolunda tecellisi “ehâdiyet”, bütün galaksilerde tecellisi “vahidiyet” örneği olarak anlaşılabilir.

Rahîm, Rab (terbiye eden), Hakîm, Âdil, Kuddüs (temizleyen), Rezzak (rızık veren), Şâfi (şifâ veren), Mücîb (cevap veren), Kadir (güçlü olan) ve sâir isim ve sıfatlarının tecellîsine bu perspektiften bakılırsa, Ehadiyet ve Vahidiyet damgalarının muhteşem yansımaları görülür.

15.03.2007

E-Posta: [email protected] [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

İstanbul'un kara günleri



Birinci Dünya Savaşı sonrasında İstanbul'a gelen ve nihai barışa kadar güvenliği sağlamak maksadıyla görev yapan üçlü Müttefik Yüksek Komiserliği (İngiltere, Fransa, İtalya), İstanbul'u fiilen işgal etmek için toplandı. (15 Mart 1920)

Başkanlığını İngiliz komiserin yaptığı toplantıda şu kararlar alındı:

1) İstanbul, yarın yani 16 Mart 1920 günü sabahın erken saatlerinden itibaren fiilen işgal edilecek.

2) Müttefik askerî makamları tarafından, işgalin gerektirdiği bütün tedbirler alınacak.

3) Harbiye ve Bahriye Nezaretlerini işgali ile her türlü haberleşmeleri kontrol altına alınacak.

4) Posta, telgraf ve telefon hizmetleri kontrol altına alınacak.

5) Hükümet ve Meclisin bütün faaliyeti kontrolümüz altında tutulacak.

6) Osmanlı polisi de sıkı kontrol altında tutulacak ve kamu düzeninin gerektirdiği bütün emir ve talimat, sadece komiserliğimize bağlı askerî makamlar tarafından verilebilecek.

Uygulama başlıyor

Yukarıdaki kararlar, tam bir gizlilik içinde alındı. Ertesi sabah da, derhal uygulamaya geçildi.

İlk iş olarak Şehzadebaşı karakolu basılarak kan döküldü. Arkasından diğer maddelerin tatbikine başlandı.

Bu arada, yine 15 Mart günü işgalciler tarafından alınan bir kararla, 150 kadar asker–sivil Osmanlı aydını hakkında tevkif kararı çıkartıldı.

Dört gün müddetle aranıp tutuklanan ve bilahere Malta adasına sevk edilen bu aydın grubundan bir kısmının isimleri şöyle: Çanakkale kahramanı Cevat (Çobanlı) Paşa, Mersinli Cemal Paşa, Çanakkale kahramanı Albay Şevket Bey, Çürüksulu Mahmut Paşa.

18 Mart günü son toplantısını yapan son Osmanlı Meclis–i Mebusanı, işgal müddetince çalışmasına ara verme kararı aldı. Aynı anda harekete geçen işgal güçleri bazı mebusları da tevkif ederek sürgün edilecekler listesine dahil etti. Bunların arasında Rauf Orbay, Kara Vasıf, Esat Işık Paşa gibi isimler de yer alıyordu.

Sürgün kararı çıkartılanlar, gemiyle 21 Mart 1920 günü Malta adasına götürüldüler.

İşgalin gerekçesi

Osmanlı askerini silâhlardan arındırarak hükümet merkezi olan İstanbul'u işgale niyetlenen ecnebi komiserliği, maksadına kavuşmak için bahaneler arıyordu.

Nihayet, aradıkları bir bahane ortaya çıktı. Kilikya (Çukurova: Adana–Tarsus) bölgesinden İstanbul'a ulaştırılan bir uydurma habere göre, Müslümanlar oradaki Ermenileri öldürüyorlarmış.

Yüksek Komiserlik, hadiseyi tahkik etme gereğini dahi görmeden, gelen uydurma habere itibar etti ve İstanbul'un fiilî işgaline karar verdi.

Oysa, gerçek durum bunun tam tersine idi. Kilikya bölgesindeki Fransız askerlerinden kuvvet ve cesaret alan Ermeni çetecileri pür silâh harekete geçmiş, silâhsız Müslüman ahaliyi kırıp öldürmeye koyulmuştu.

Nitekim, aynı gün, yani işgal planının yapıldığı 15 Mart 1920 günü, Osmanlı Dışişleri Bakanlığı tarafından Fransa Yüksek Komiserliğine yazılan yazıda, Kilikya Bölgesinde caniyane faaliyet gösteren Ermeni militanlarına karşı tedbir alınması isteniyordu.

İşte, söz konusu yazının bir sûreti:

Bâb-ı Âlî Hariciye Nezâreti

Fransa Yüksek Komiserine

Mevzu: Adana bölgesindeki Ermenilerin faaliyetleri.

Sayın Yüksek Komiser,

Faaliyetlerinin civar bölgelere yayılması hususunda kaygılanılması gerektiğini kendilerine bildiririm. Nezâretim (Bakanlığım), Adana bölgesindeki Ermenilerin faaliyetleri hakkında Fransa Yüksek Komiserliğinin dikkatini birkaç kez çekme fırsatını bulmuştur. Son günlerde Osmanlı Hükümetine ulaşan bilgiler, bu korkuları doğrulamaktadır.

İçlerinde çok sayıda Ermeni jandarmasının da bulunduğu yüzlerce kişiden oluşan Adana bölgesindeki Ermeni çeteleri, çok yakın bir geçmişte Haçin kazasına bağlı Mağara nahiyesine bir baskın düzenlemişlerdir. Buradaki Müslümanların evlerini soymuş, kendilerini döverek yaralamışlardır. Ayrıca, arama yapmak ve silâhları teslim etmek bahanesiyle her Türk köylüsünden 20-30’ar lira almışlardır.

Ayrıca, bir kısmı Haçin’deki eski Jandarma Komutanı Kirkor Efendi tarafından komuta edilen bu çeteler Haçin’de kurmuş oldukları Millî Harp Divânı tarafından yargılamak bahanesiyle, çok sayıda köylüyü götürmüşlerdir. (...)

Ermenilerin ellerine düşen bilumum Müslüman jandarmalar, silâhsızlandırılmış ve aynı şekilde bilinmeyen bir akıbete doğru götürülmüşlerdir. Kozan ve Feke’deki gibi Haçin’deki diğer köyler de esirgenmemiştir. Camilerinde hapsedilmiş olan birçok yerdeki halk, canlı canlı yakılarak veya başka şekillerde öldürülmüşlerdir.

Niğde kazasının güney ve güney doğusundaki bölgeler dahil Karaisalı’ya kadar olan bölgedeki halk, tarif edilemez bir ümitsizlik halindedir. Buralarda da halkın Ermeni çetelerinin benzer saldırıları karşısında, canları ve mallarını korumak için güçle karşılık verme zorunluluğunda göreceklerini bilmek gerekir.

Ermeni ve Müslüman unsurlar arasında kanlı çarpışmalara eğer çare bulunamıyorsa, bu durumun kaçınılmaz bir şekilde neticeleneceği tehlikeler üzerinde ısrar etmeme gerek yoktur.

Bu sebeple netice olarak, bir kez daha sayın ekselanslarınızdan bu dayanılmaz durumu kesin bir şekilde sona erdirmek maksadıyla tedbir alınmasını sağlamanızı, vilâyet toprakları üzerinde Ermeni çeteleri kurulmasının engellenmesini, cezalandırma işlemlerinde bulunmak üzere Adana’daki Fransız askerî yetkililerine resmî talimatları iletmenizi ve yukarıda sözü edilen olaylara karışan canileri cezalandırmanızı talep ediyorum.

Sayın yüksek komiser, en içten saygılarımın kabulü dileğiyle... Sefa

15 Mart 1920

* * *

Tam bir eziklik içinde yazıldığı için insanın içini burkan bu dilekçe, Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü bünyesinde muhafaza edilen "Başbakanlık Osmanlı Arşivleri" belgeleri arasında bulunmaktadır. (Bkz: BOA. HR. SYS. 2556-2/53)

Burada açıkça anlaşılıyor ki, İstanbul'daki hükümet gizlice yapılan işgal planlarından habersizdir. Ki, hâlâ daha onlardan bir medet bekliyor.

İstanbul'dan ümidini kesen mebuslar, fert fert ve gruplar halinde Ankara'nın yolunu tuttu. İstanbul'un işgalini protesto eden Ankara'daki Heyet–i Temsiliye, toplanacak olan milletvekillerinden müteşekkil bir Meclis'in kurulmasına karar verdi.

Son Osmanlı Meclisinin mebusları, 23 Nisan 1920 günü Ankara'da yeni bir Millet Meclisini teşkil etti.

15.03.2007

E-Posta: [email protected]




Raşit YÜCEL

Sıla-i rahim



Akrabalarla ilgiyi kesmeyi, dinimiz “büyük günahlar”dan saymıştır. Vatanını, milletini, ülkesini, şehrini, ilçesini, kasabasını ve köyünü ihmal edip ilgiyi kesmeyi hoş görmemiştir.

Hayat samimi dostlar ile güzelleşir, mânâ ve önem kazanır.

Evliya Çelebi, rüyasında, Peygamber Efendimizi (asm) görünce, heyecanından “Şefaat ya Resûlallah!” diyeceği yerde “Seyahat ya Resûlallah! ” deyince yollara düşmüş. Bir ucu Yemen, bir ucu Balkanlar’a uzanan Osmanlı diyarını, karış karış dolaşarak, “Seyahatname” adı altında bir külliyat meydana getirmiş.

Bu aciz de, sadece Hakkari ilinin dışında bütün illerimizi, bazı illerimizi de müteaddit defalar gördü.

Bir fuar vesilesi ile Afyonkarahisar ilinde birkaç gün kaldım. Bu arada Yeni Asya Gazetesi yazarı Latif Salihoğlu’nun Bediüzzaman ile ilgili bir seminerine katılma imkânı buldum. Tarihî seyir içinde Said Nursî Hazretlerinin mesajlarını dinleme fırsatı buldum.

Sonra İzmir ilimize geçtim. İşte asıl temas etmek istediğim nokta burası. İzmir’in benim hayatımda önemli bir yeri vardır. Çünkü 1973 yılında Risâle-i Nurları İzmir’in Tire ilçesinde tanıdım. Daha doğrusu, ilçenin nazik ve fedakâr insanlarının sayesinde. Adeta Tire, benim için yeni bir doğumun başlangıcını gösteriyordu.

İzmir, Tire, Bayındır, Ödemiş. Birkaç yılda bir bu aziz beldeleri ve bu beldenin mütebessim insanlarının tatlı simalarını görmek, onların örnek davranış hallerinden ders almak...

Afyon ve çevresindeki dostları ve İzmirliler’i görünce maddî ve manevî baharı birlikte yaşadım.

15.03.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Kısa kısa



Bahattin Şimşek: “Ben mobilya satışı yapıyorum. Yalnız peşin fiyatını ve vadeli fiyatını farklı fiyatlar olarak müşteriye sunuyoruz. Aradaki bu fark faiz olarak mı geçiyor?”

“Allah alış verişi helâl kılmıştır”1 âyet-i celîlesi hükmünce, ister peşin, ister vâdeli olsun; alış-veriş helâldir.

İmam Malik’in mümtaz talebelerinden İbn-i Kasım ile öğrencisi Kadı Sehnûn arasında şöyle bir konuşma geçiyor:

Kadı Sehnûn, hocasına:

“Yanında bir mal bulunan birisine gelsem ve kaça sattığını sorsam, o da; ‘Peşin elliye, veresiye yüze!’ dese, ben malı veresiye yüze veya peşin elliye almak istesem; bu, İmam Malik’e göre caiz midir?” diye sorunca, hocası İbn-i Kasım:

“İmam Malik’in dediği şudur: ‘Eğer satıcı isterse satar, isterse satmaz; alıcı da isterse alır, isterse almaz durumda olurlarsa caizdir”2 diye cevap verir.

Bir malı, peşin fiatına göre farklı bir fiat isteyerek vadeli satmak veya farkını ödemeyi kabul ederek vadeli almak dört mezhebe göre caizdir.

Vâdeli satışlarda önemli olan; malı satarken peşin şu fiata, veya vâdeli bu fiâta olmak üzere “bir fiat” üzerinde anlaşmaktır, anlaşırken net olmaktır ve bu şarttır. Eğer “bir fiât” üzere anlaşma olmaz; fiât meçhul kalırsa, bu caiz değildir. Meselâ, “Ödeme günün geldiğinde bir bakarız” gibi bir sözle satış da, alış da yapılmaz.

Sonuç olarak; vadeli satışlarda, makul bir oranda vade farkı istemekte bir sakınca yoktur. Burada esas olan, enflasyon veya başka sebeplerle bu vadeden dolayı satıcının zarar görmemesidir. Alıcının da bu makul farkı kabul etmesidir.

***

Erol Bey: “Bir adam bilerek kul hakkı yese, helâlleşmeden kendisine takva nasip olsa, hadislerin hepsini ezberlese, Kur’ân’ı ezberlese, her yıl hacca gitse; hakkını yediği kişiyle helâlleşmeden kul hakkı af olunur mu?”

Bu soruya hiçbir yorum yapmadan; şu hadisler ışığında düşünelim, ölçüp tartalım.

* Allah Resulü (asm) şöyle buyurdu: “Kıyamet günü haklar sahibine eksiksiz ödenecektir. Boynuzlu koyunun boynuzsuz koyunu boynuzlamasının hakkı bile alınacaktır.”3

* Peygamber Efendimiz (asm) buyurdu ki: “En hayırlınız, başkasının hakkını güzelce ödeyendir.”4

* Resûlullah Efendimiz (asm) buyurdu ki: “Üç şey iman ahlâkındandır: 1- Öfkelendiğinde yanlış bir şey yapmayan, 2- Sevindiğinde haktan ayrılmayan, 3- Gücü yettiği halde hakkı olmayan şeyi zimmetine geçirmeyen.”5

* Peygamber Efendimiz (asm) ashab-ı kirama şöyle sordu:

“Müflis kimdir, biliyor musunuz?”

Ashab-ı Kiram (ra):

“Müflis, parasını malını kaybedendir” dediler. Allah Resulü (asm) şöyle buyurdu:

“Ümmetimden müflis, Kıyamet Gününde namazını kılmış, orucunu tutmuş, zekâtını vermiş (ve böylece Allah hakkını ödemiş) olarak gelir. Fakat amel defterinde: ‘Şuna sövdü’, ‘Buna zina iftirası yaptı’, ‘Şunun malını yedi’, ‘Bunun kanını döktü’, ‘Şunu dövdü’ diye yazılı bulunmaktadır. Hasenatının sevabından alınır, şuna verilir. İbadetlerinin sevabından alınır, buna verilir. Eğer üzerindeki kul hakkı ödenmeden önce sevapları tükenirse, alacaklıların günahlarından alınıp onun üzerine verilir. Böylece elinde sevabı kalmaz ve yüklendiği günahlar kendisini ateşe sürükler.”6

Dipnotlar:

1- Bakara Sûresi, Âyet:275

2- Hayrettin Karaman, Günün Meseleleri, C.2, S.142

3- Câmiü’s-Sağîr,3/3204

4- Câmiü’s-Sağîr, 1/1284

5- Câmiü’s-Sağîr, 2/1848

6- Riyâzü’s-Sâlihîn, 218

15.03.2007

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

‘Feminizmin amentüsü’



Yargılar bakış açısına göre değişir. Bu bağlamda, elbette ki bazı feministlere veya İslâmcı feministlere göre bizim yazdıklarımız ve şahsiyetimiz gelenekselci kalıyor. Ben kendimi gelenekselci veya modernist olarak tarif etmem. Biz geleneğin de modernin de iyisinden ve alınabileceklerinden yanayız. Bu noktada bir kompleksim de yok. Ama şu bir gerçek ki ‘İslâm modernistleri’, Batı modernizminin bir ürünü veya ‘İslâm modernizmi’, Batı modernizminin bir çocuğudur. İslâmcı feminizm de Batı feminizminin bir türevi ve ürünüdür. Müteharrik-i bizzat değildir. Kompleks ve taklit sarmalıdır.

Bunun böyle olduğunu tarihî atıflarda da görmemiz mümkündür. Sözgelimi kadın özgürlüğüyle ilgili ilk kitap yazan eski Osmanlı valilerinden birisinin oğlu olan Kasım Emin’dir. Muhammed Abduh gibi kendisinin Kürt veya Türk asıllı olduğuna dair çelişkili rivayetler vardır. Yanılmıyorsam Mısır’da, Akkad, Abduh veya Emin’in ırkî aidiyeti konusunda böyle tartışmalar vardır. Ama Kasım Emin Mısır’ın Beşir Fuad’ı gibidir. Ve kadının emansipasyonu veya özgürleştirilmesi fikrini Fransa’da derinleştirir ve bu noktada Muhammed Abduh çizgisini de aşar. Aslında bu noktada etkilendiği sosyal mahfillerden birisi Mustafa Fazıl Paşa’nın kızı Nazlı Fazıl’ın mahfilidir. Kasım Emin’in Yeni Kadın veya Kadının Kurtuluşu adlı kitaplarını Muhammed Abduh’un yardımlarıyla yazdığı iddiası meşhurdur. Bu iddia aynı zamanda Ali Abdurrazık’ın İslâm ve Usulu’l Hükm kitabını Taha Hüseyin’in yazdığı ve tepkilerin adresini başka yöne kanalize etmek için Ali Abdurrazık’a nisbet edildiği iddiasını akla getirir. Kadının özgürleştirilmesi ifadesini ilk kullanan Kasım Emin’dir. Ve onu bu yönde referans verenlerden birisi de kadının imameti meselesini gündeme getiren Emine Vedud’dur. İsimleri de cinaslı: Kasım Emin, Emine Vedut.

Yine Elizabeth Özdalga gibilerinin başörtülülerle ilgili yazdıkları kitaplarda da üniversite eğitimiyle modernleşen başörtülülerin gelenekten özgürleştikleri/koptukları savunuluyor. Modernleşen başörtülü kadın emansipasyonla geleneğin kayıtlarından veya esaretinden azade olmaktadır. Bu noktada özgürleşmek iki ucu keskin bir bıçaktır. İnsan farkına varmadan gelenekten özgürleşirken modernizmin esaretine düşebilir. Dolayısıyla bazı kavramlar sadece tadımsıdır. Sadece öyle bir kanaat uyandırır. Bazısı Allah’ın kulluğundan kurtulayım derken nefsinin zebunu veya kölesi olur. Osmanlı’yı kul sistemi diye yerenler totaliterizmin tuzağına düşmüşler ve onun meddahı haline gelmişlerdir.

***

Bugün feminizmin bin amentüsü oluşmuştur. Bunlardan birisi eşitsizlik edebiyatıdır. Bu edebiyat rol dağılımı veya işbölümünün yani fıtratın yerini almıştır. Fıtratı ve işbölümünü bozan bir mahiyet kesbetmiştir. Bu bağlamda, cinsiyet üzerinden kadının özgürleştirilmesi furyası başlatılmıştır. Feminizmin amentüsü, eşitlik, özgürlük ve müspet veya pozitif ayrımcılıktır. Adeta Fransız devriminin umdeleri olan ‘Özgürlük, Adalet, Müsavat’ teslisinin veya salusunun yerini almıştır. İkisi de paylaşımcı değil totaliterist bir anlayıştır. Bu hususta Deniz Ülkü Arıboğan değer yargımız farklı da olsa tersinden bize tercüman olmuş: “Feminizm artık sosyal bilimlerin her alanına sirayet eden yeni bir perspektif sunuyor. Üstelik bu feminizm, öyle ortalık yerde kullanılan ve erkekler tarafından hafif alayla karşılanan feminizmlerden değil. Ciddi ciddi bilimsel bir akım (sanki bilimsel sosyalizm). 1960’lı yıllarda dünya çapında yaşanan sosyal dönüşümün en belirgin yansımalarından biri olarak ortaya çıkmış. ‘Kadının özgürleşmesi’ süreci, önceleri radikal ve sol feminist çizgide şekillense de, şimdilerde çok farklı feminizm açılımları gündemde. Edebiyattan, felsefeye, tarihten siyasete kadar her alanda toplumsal cinsiyetçi analizlere yönelik bir ilgi var ve bugüne kadar sorgulanmadan kabul edilmiş birçok ‘tartışmasız doğru’ sorgulanıyor.

Bu sorgulama, eşitsizliği esas alarak kurulan sosyal, siyasal, iktisadî, vb. ilişkilerin, erkek egemen bir bakış açısıyla geliştirilmiş ve normalleştirilmiş olmasına bir tepki niteliği taşıyor. Nitekim Fatmagül Berktay’ın ifadesiyle ‘feminist teori bir anlama ve yorumlama aracı olduğu kadar, dönüştürmenin yolunu açabilecek bir eleştirel perspektif’ olarak da kabul edilmekte...”

Gerçekten de feminizmin dönüştürücü bir özelliği var. İnkâr edilemez. İşte tam bu noktada Bediüzzaman meseleye tam teşhis koyuyor, neşter vuruyor: “Medeniyet, kadınla beşeri baştan çıkardı...”

***

Bu tespitten sonra yeniden Deniz Hanım’a kulak verelim: “Feminist teorisyenler siyaset bilimi, iktisat, sosyoloji, antropoloji, hukuk, vs. sosyal bilimlerde olduğu gibi, müzik, edebiyat, sinema gibi sanatsal alanlarda da gizli bir ‘erkek bakışı’ bulunduğunu savunuyorlar. Bütün bu alanlardaki akademik çalışmaların kadınları görmezden geldiği inancıyla, yüzyıllardır süregiden geleneksel bilim anlayışına da muhalefet etmekteler. Geleneksel bilgi teorilerinin, kasıtlı olsun ya da olmasın, kadınları ‘bilen kişiler’ ya da ‘bilginin taşıyıcıları’ olarak görmediğini ve sistematik olarak yok saydığını iddia ediyorlar. Bu yüzden onlara göre bilimin sesi bile erkeksi. Uluslararası ilişkiler alanı da bu genel duruma bir kuraldışılık oluşturmuyor. Sandra Harding, Ann Tickner, Cynthia Enloe, Christine Sylvester gibi isimlerin öncülüğünde gelişen feminist uluslararası ilişkiler kuramı, savaşın, eşitsizliğin ve şiddetin insanlar arasındaki doğal durumun bir uzantısı olarak kabul edilmesinin, erkek bakış açısının bir ürünü olduğuna inanıyor. Onlara göre kadınların biyolojisi ve alışılagelen sosyal görevleri onlara anne, eş, koruyucu ve bakıcı rolü verdiğinden, kadınlar doğal olarak şiddet ve savaşa karşı bir pozisyon benimsemekteler. Kısaca savaşı erkekler, barışı kadınlar kurguluyor. Kadının kaba güce karşı takınmak zorunda kaldığı uzlaşmacı tavrın ister istemez diplomasi yeteneklerini geliştirdiğini, kadınların diplomasi alanında etkinleşmesiyle uluslararası platformda yeni değerlerin üretilebileceğini söylüyorlar. Belki de onun için ABD, İngiltere, İsrail, Yunanistan, Avusturya gibi ülkelerde Dışişleri Bakanlığı kadınların kontrolüne bırakılmış. Buradan barış çıkar mı dersiniz? (Akşam: 08.03.2007)”

Buradan bir barış çıkmayacağı kesin. Powell ile Rice’ı karşılaştırdığımızda acaba aralarında pozitif ayrıma değecek bir fark mülâhaza edebiliyor muyuz?

Burada açıkça karşımıza bilimin veya ilmin veya siyasetin feminenleştirilmesi veya kadınlaştırılması çıkıyor. Ama eskilerin tabiriyle meshe veya mutasyona uğramış bir kadınlaştırma. Yine batılı feminizmin bir türevi olarak İslâmcı feminizm de fıkhın ve tefsirin ve umumen dinî metinlerin erkek gözüyle yazıldığını ileri sürüyor ve bundan yola çıkarak tadil edilmesini istiyor veya bazı hükümlerine karşı çıkıyor. Kadın gözüyle yazılmalıymış veya kadın eli değmeliymiş.

Ülkü Hanım’ın yazdıkları paralelinde, kadın günü nedeniyle iki hafta boyunca BM Genel Kurulu kadın sesleriyle inlemiş ve demişler ki: “Gelenek, anane ve din adına erkeğin şiddet kullanmasını ve savaşlar çıkarmasını protesto ediyoruz... (El Ahram, 12 Mart 2007)”

Peki kadınlar bu makamlara gelince durum farklı mı olacak?

Hillary’nın ve Pelosi’nin ötesinde Fransa’da Sosyalist Segolene Royal ve İsrail’de de Colette Avital gibi kadın adayların ülkelerinde başkanlık yarışı için sıraya girdiklerini görüyoruz. Kadınlar erkeğin elinden şiddet aygıtını almak için şiddeti üreten sistemin dümenine geçmiş bulunuyorlar. Latin Amerika’da birden fazla ülkede savunma bakanlığı koltuğunu kadınlar işgal ediyor veya dolduruyor. Bunlar tabii gelişme sayılabilir mi? Kadının şiddetin panzehiri olduğunu düşünenlerin son sıralarda kadınlar arasında artan şiddet dalgasına veya eğilimine yönelik bir tez veya çareleri var mı? Erkekten rol çalan kadınların da bir şekilde şiddete yöneldiğini galiba görmek istemiyorlar. Erkekten rol çalmak şiddetin tabiatını değil onların tabiatını bozuyor ve onları erkeksileştiriyor. Bunun sonucu mücehhez oldukları şefkat sıfatı, yerini şiddet eğilimine bırakıyor. Feministler aslında rol çalarak erkeğe değil, kendilerine yabancılaşıyor.

15.03.2007

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

Yine yakın tarih



Yakın tarih konusu her açıldığında, milletten gizlenen bilgilerin olduğu anlaşılıyor. Gizlenen, unutturulan ‘yazar’lardan biri de Fatma Aliye Hanım. Türk edebiyatının ilk kadın romancısı olan Fatma Aliye Hanım, başka bir ‘Fatma,’ Fatma K. Barbarasoğlu’nun yazdığı yeni bir eserle gündeme geldi.

Sosyolog Fatma Karabıyık Barbarosoğlu, yazdığı biyografi romanı ‘Uzak Ülke / Fatma Aliye’ ile Türk edebiyatının ilk kadın romancısını tanıtıyor. Eserlerinde kadın problemlerine eğilen Fatma Aliye, okumak ve yazmak için büyük çaba harcayan ancak daha yaşarken unutturulan bir kadın. 2007’yi ‘Fatma Aliye yılı’ ilân eden Fatma K. Barbarosoğlu, Star gazetesinden Fadime Özkan’ın sorularını cevaplandırmış. (13 Mart 2007)

Önce “Fatma Aliye kimdir?”in cevabını alalım: “Ünlü tarihçi Ahmet Cevdet Paşa’nın büyük kızıdır. İlk hayır derneğini kuran kadın aynı zamanda. Felsefe ve tarih bilgisi dönemi için mükemmel özellikler gösteriyor. 1862-1936 yılları arasında yaşadı. Bütün İslâm dünyasının ilk roman yazan kadınıdır Fatma Aliye Hanım.”

Peki, bu yazarımız niçin unutulmuş? Cevabı Barbarasoğlu’ndan: “Bırakın sıradan insanları, daha dün ölmüş Fatma Aliye’yi edebiyat hocaları bile bilmiyordu. (...) Ki Fatma Aliye Hanım’ın kitapları İngilizce, Fransızca ve Arapça’ya çevriliyor, dünya sergilerine katılıyor. Unutulmayı o tercih etmedi. Cumhuriyet kuşağı onun zihin yapısını kendine uygun bulmadı. Babası ile birlikte o da tasfiye edildi. Üstelik bu tasfiye sadece Fatma Aliye Hanım’a mahsus değildir. Eserleri Osmanlıca yayınlanmış bütün kadın yazarlar, unutuluşun kollarında saklı kalmıştır. (...) Cumhuriyet, Fatma Aliye gibi muhafazakâr kadınları istememiştir evet, ama Nezihe Muhittin’i de, Suat Derviş’i de istememiştir. Sanılanın aksine, Cumhuriyetin mimarları, kişilik sahibi erkekleri de, kadınları da istememiştir.”

Tesettür konusundaki ‘gevşeme’ ile ilgili soruları da cevaplandıran Barbarasoğlu, göz ardı edilen bir gerçeğe de dikkat çekiyor: “Çünkü dindarların manevî açıdan şarj olmalarını sağlayacak bütün kurumlar, laikliği tehdit eden odaklar olarak değerlendiriliyor. İmanı tazeleyecek hallerden mahrumuz.”

Medyadaki ‘başörtülü kadın yazar’ların hep tesettür konusunu yazdıkları şeklindeki değerlendirmeyi de haklı bulmayan Barbarasoğlu, ‘laikçi’ yazarlara dokundurmuş: “Başörtülü kadınların dertlerini yazacağım elbette. (...) Fakat şu an medyada yazan laikçi yazarlara bakın, dinî konulara saldırmasalar ne yazacaklar? Hiç. Oldukça sığ bir bakış açısı ile ekleme kökleme yazılar yazıyorlar. Hepsi bu.”

Kamuoyu, bir vesile ile Türk edebiyatının ilk kadın romancısı Fatma Aliye Hanımı tanıdı. Peki, diğer unutturulan yazar, siyasetçi ve devlet adamlarımızı kim, nasıl tanıtacak? Onları tanımak için de asırlar geçmesi mi beklenecek? Şu tesbite ‘muhibbanlar cemiyeti’, ne cevap verecek: “Eserleri Osmanlıca yayınlanmış bütün kadın yazarlar, unutuluşun kollarında saklı kalmıştır. (...) Sanılanın aksine, Cumhuriyetin mimarları, kişilik sahibi erkekleri de, kadınları da istememiştir.”

“Yakın tarih doğru öğretilmeli” deyince itiraz edenlerin işi zor görünüyor...

15.03.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004