Âl-i Beyt'e muhabbetin, Risâle-i Nur’da ve Nur Talebelerinin mesleğinde bir esas olduğunu ifade eden Bediüzzaman Said Nursî, eserlerinde bu vazgeçilmez esasın kudsî gerekçelerini zikreder. (Emirdağ Lâhikası, s. 177.)
Dördüncü Lem'ada (s. 27) nakledilen bir hadis–i şerif meâline göre, Hz. Peygamber (asm) buyurmuş ki: "Size iki şey bırakıyorum; onlara temessük etseniz (bağlansanız), necat bulursunuz: Biri Kitabullah, biri Âl-i Beytim." (Müsned, 3:14.)
Risâle-i Nur’da "Âli Beyt muhabbeti"ne dair zikredilen kudsî dayanaklardan bir diğeri şu âyet–i kerîmedir (meâlen): "Vazifem karşılığında sizden bir ücret istemiyorum; sizden istediğim, ancak akrabaya sevgi ve Ehl-i Beytime muhabbettir." (Şûrâ Sûresi: 23.)
Evet, muhtelif eserlerinde Âl–i Beyt'e muhabbetin mesleğinin esaslarından biri olduğunu beyan eden ve bu kudsî hakikati talebelerine de ders veren Üstad Bediüzzaman'ın, esasen kendisi de mânen ve neseben Âl–i Beyt–i Nebevîdendir. Yani, "evlâd–ı Resûl"dendir. Üstelik, hem seyyid, hem de şeriftir.
Bu hususun izahını daha sonraya bırakarak, öncelikle Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın Âl–i Beyt'e, yani kendi neslinden olanlara neden muhabbet ve meveddet gösterilmesi tavsiyesinde bulunduğunun hikmetini anlamaya çalışalım.
Yine Risâle–i Nur'a bakarak anlıyoruz ki, Resûl-i Ekrem (asm) istikbâli keşfeden nazarıyla bakmış ve görmüş ki, onun Âl-i Beyti, İslâm âlemi içinde bir nuranî ağaç hükmüne geçecek. Ayrıca görmüş ki, bütün asırlarda bütün ümmete kemâlât dersi verecek, insanlığa rehberlik edecek ve mürşidlik vazifesini görecek olan nuranî zatlar da, mutlak ekseriyetle Âl-i Beytten çıkacak. İşte, Zeynelabidin, Cafer–i Sadık, Gavs-ı Geylânî, Seyyid Ahmed-i Bedevî, Seyyid Ebu’l-Hasen-i Şâzelî, Seyyid İdris, Seyyid Yahyâ... gibi zâtların tamamı bu mübarek nesildendir.
Elbette ki, böyle nuranî bir nesle hürmet ve muhabbet etmek gerekir.
Hz. Peygamberin (asm) Al-i Beytine muhabbet gösterilmesini istemesindeki asıl muradı ise, hiç şüphesiz onun "Sünneti Seniyyesi"dir.
Dolayısıyla, "Sünnet-i Seniyyeye uymayanlar, Al-i Beyt'ten olmadığı gibi, Al-i Beyt'e hakikî dost dahi olamazlar." (Lem'alar, s. 28.)
Üstad Bediüzzaman ve iki türlü Âl–i Beyt
Önce, "iki Âl"in ne anlama geldiğini izah etmeye çalışalım.
Bu hususta, bize ışık tutacak yine Üstad Bediüzzaman'ın şu beyanıdır: "...Kat'iyen bil ki, Resûl-i Ekrem Aleyhisselâtü Vesselâmın iki Âl'i var. Biri, nesebî Âl'dir; biri de şahs-ı mânevisi ve nuranîsinin Risâlet noktasındaki Âl'i var." (Yeni baskı Lem'âlar, Dokuzuncu Lem'â, s. 142; Y. A. Neşriyat.)
Benzer izahlar, daha başka eserlerde de var ki, Hz. Peygamber'e (asm) neslen ve neseben bağlananlar "birinci Âl"den, onun (asm) Sünnet-i Seniyyesine uyanlar ise "ikinci Âl"den sayılırlar. Bu ikinci kategoriye girenler, ayrıca "mânen seyyid" sayılırlar.
Üstad Bediüzzaman hem mânen, hem de neslen seyyid ve Âl–i Beyt–i Nebevi'den olduğunun delilleri ise, bir değil, birçoktur. Ancak, şu var ki, bu deliller Risâle–i Nur'da—bir hikmete binâen—yer yer perdelenmiştir.
Bu perdeler kısmen olsun aralanmaya çalışıldığında ise, onun hakikaten Âl–i Beyt'ten olduğu tereddütsüz şekilde görülmekte ve anlaşılmaktadır.
Yarınki yazımızda, bu hikmet yüklü perdeyi usûlca aralamaya ve Üstad Bediüzzaman'ın hem seyyid, hem de şerif olduğunu gösteren delilleri sıralamaya çalışalım.
GÜNÜN TARİHİ (23 Mart 1960)
Hüzünlü, huzurlu veda
Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri Urfa'da vefât etti. Hicrî takvime göre, o gün mübarek Ramazan ayının 25. günü idi.
Kısa biyografi
Said Nursî, 1878'de (Rumî 1293, Hicrî 1295) Nurs köyünde (Bitlis) doğdu. 23 Mart 1960'ta ise Urfa'da fâni hayata vedâ eyledi.
Küçük yaşta başladığı tahsil hayatı kesintiler ve sürekli şekilde yer değiştirmekle geçti. İfrat derecede bir zekâ ve hafızaya sahipti.
Genç yaşında seksen-doksan kitabı okuyup hıfzına aldı. Doğu'da karşılaştığı bütün âlimlerle yaptığı münâzarâda galip geldi.
Otuz yaşlarında İstanbul'a geldiğinde, burada da bütün ilim ve fikir camiasına meydan okudu. Gazetelerde makaleler neşredip kitaplar telif etti. Hürriyeti, meşrûtiyeti alkışlayıp sahip çıktı.
Ancak, müstebid siyasîlerle bir türlü anlaşamadı. Hapis yattı. İki şiddetli mahkemeden geçti.
Van'da talebe okuttuğu dönemde (1912–14) I. Dünya Savaşı patlak verdi. Kafkas Cephesinde Gönüllü Alay Kumandanı olarak harb etti. 1916 Şubat'ında yaralı halde Ruslara esir düştü. İki buçuk yıllık esaret hayatı sonrasında Kosturma'dan firar ederek İstanbul' a geldi.
Ordu–yu Hümayûnun teklifiyle Darü'l-Hikmeti'l-İslâmiye Dairesinde vazife aldı. İngiliz işgaline karşı İstanbul'da çetin bir mücadele verdi.
Ankara hükümetinin mükerrer dâveti üzerine oraya gitti. Mecliste "Hoşâmedi" ile karşılandı. Ancak, buradaki siyasîlerle de anlaşamadı. Oradan Van'a giderek bir mağaraya çekildi. 1925'teki Şeyh Said hadisesinin patlak vermesi üzerine, 'tedbiren' alınıp Barla'ya sürgün edildi.
Bundan sonraki bütün hayatı sürgün, hapis, zindan, tarassut, işkence ve mazlûmiyetle geçti.
Bu ağır şartlar altında, hayatından çok, önem verdiği dâvâsını istikbâle taşıyan 130 parçalık Risâle-i Nur Külliyatı isimli Kur'ân tefsirini vücuda getirdi.
Bu sâyede, yüz binlerle talebe yetiştirdi ve milyonlarcasının da imanlarının kurtulmasına hizmet etmiş oldu.
23.03.2007
E-Posta:
[email protected]
|