Bu yıl, Mevlânâ yılıdır. Bu itibarla çıkan yayınları biraz daha yakından takip etmeye çalışıyorum. Bir iki ciddî yayının yanında, çok sayıda harc-ı âlem yayınlara rastlıyorsunuz. Bu yayınlar Mevlânâ’yı tahrifata yönelik. Kimileri Mevlânâ’nın uzaylılarla bağlantısını konu ediniyor. Bu kitapların ucuza, hatta maliyetine satıldığını görebiliyoruz. Bir kısmı naylon torbalara (poşet) konulduğundan dolayı dışarıdan muhtevasını anlayamıyorsunuz. İşte merakımdan dolayı böyle bir kitabı aldım ve poşetini veya duvağını açmamla birlikte pişman olmam bir oldu. ‘Bir kadının kaleminden Şems ile Mevlânâ’ adlı kitaptı bu aldığım. Yelda Karataş imzasını taşıyor. İlk sayfada bir ithaf yer alıyor: Mustafa Kemal Atatürk’e... Kitaba göz gezdirdim. Mevlânâ bir ozana dönüştürülmüş ve eline de çalgı aletleri tutuşturulmuş, sanki Şems ile karşılıklı söyleyip eğleniyor. Mevlânâ’ya ayna tutacaklarına Mevlânâ’yı tahrif etmeye çalışmışlar. Dâvâlarını Mevlânâ’ya anlattırıyorlar. Onlar Mevlânâ’nın daileri olacaklarına, Mevlânâ’yı kendi daileri yapmışlar. Maalesef kasıtlı veya kasıtsız Mevlânâ’nın birçok tahrifatçısı var. Sözgelimi, Sadi Irmak, Talat Said Halman ve Rüşdü Şardağ gibi Mevlânâ ile aynı dünya görüşünü paylaşmayanlar Mevlânâ’yı kendi zaviyelerinden anlatıyorlar. Bu durumda elbette ki karşımıza gerçeğinden uzak bambaşka bir Mevlânâ portresi çıkıyor. Sanki Mevlânâ’yı Peygamberimizin yolundan sapmış gibi gösteriyorlar. Onun menhec (metod) ve şer’inden ayrı, gayrı ve uzak göstermek istiyorlar. Bazen de iyi niyetli tahrifatçılar var. Bunlar da Mevlânâ’yı bilmiyor değiller, ama Mevlânâ’yı başkalarının gözüyle okuyorlar. Vardıkları sonuç da Mevlânâ’nın tahrifatı oluyor.
***
Ahmet Ateş’e göre, Anadolu’da İbni Arabî’nin fikirlerine, ancak Mevlânâ’nın fikirleri karşı koyabilirdi. Fakat Mesnevî’nin iki büyük şarihi, İsmail Ankaravî ile Sarı Abdullah Efendi, bütün Mesnevî’yi ilk harfinden başlayarak sonuna kadar, arada bir irtibat olup olmadığına bakmadan, İbni Arabî’nin varlık birliği (vahdet-i vücud) nazariyesine göre şerh ettiler. Bu suretle Mevlânâ’nın fikirleri tamamıyla tanınamaz hale geldiği gibi, Türkiye’nin yegâne tasavvuf telâkkisi İbni Arabî’nin telâkkisi oldu. Mevlevîlik pratik olarak Yeniçerilik ve Bektaşîliğin yasaklanmasıyla birlikte bilvekale onların da ocağı haline geldi. Onların telâkkileri Mevlevîlerin telâkkisi sayılmaya başlandı. Zihin karmaşası daha da arttı. Bu iki grubun Mevlevîliğe doluşmasıyla birlikte Mevlevîlik yeni bir istihale geçirmiş ve köklerinden biraz daha uzaklaşmıştır. Dolayısıyla Mevlevîliğin etrafında bir sürü hurafe (meşreb bidatı) oluşmuştur. Buna mukabil, birilerinin Mevlânâ’yı tahrifini esas alan, bazı zümre de manipülasyon paranoyasıyla Mevlânâ’yı reddetme gafletine düşmüştür. Tahrifata inkârla ve redle mukabele etmişlerdir. Bu da öteki kadar tehlikeli ve derin bir hastalıktır. Bu çerçevede Mikail Bayram gibi kimi zevat Mevlânâ’yı Moğollarla irtibatlı göstererek suçlama cihetine gitmişlerdir. Mevlânâ’ya cephe alan böyle de bir zümre de bulunmaktadır.
***
Çanakkale Destanı veya ruhunun başına da böyle bir kaza gelmiştir. İmanla atılımın ve coşkunun buluşması olan Çanakkale Destanı imanlı kitlelerin motivasyon aracı ve hamle ruhu olmaması için birileri bu ruhu tahrif ederek öldürmek ve söndürmek istemişlerdir, manipülasyona uğratılmak istenmiştir. ‘Şu Çılgın Türkler’ kitabıyla Turgut Özakman buna dair en çarpıcı misallerden birisidir. Özakman’a göre Çanakkale’de manevî yardımlar, harikulâdelikler yoktur. Sadece fizikî çılgınlık vardır ve Türkler savaşı fizikî çılgınlıkla kazanmıştır. Manevî keramet değil, maddî çılgınlık vardır. Halbuki Abdullah Azzam’ın yazdığı gibi, Afgan cihadı Moskof’a karşı İlâhî yardımla kazanılmıştır. Denktaş da benzeri yardımların Kıbrıs harekâtı sırasında görüldüğünü söyler. Bu tahrifatçılardan birisi de Soner Yalçın’dır. Menderes’ten başlayarak bütün milliyetçi, mukaddesatçı ve bilâhare İslâmcı zümrelerin sembollerini ve ileri gelenlerini ‘dönme’likle yaftalayarak, karalayarak gözden düşürmeye çalışmıştır. Manevî dayanaklarını birbir yıkmak istemiştir. En son olarak Hürriyet’te Akif’le alâkalı bir yazısında: “Âkif’in Mısır’a hicretinde hiçbir manevî yön yoktur, cumhuriyet rejimiyle arasındaki uyumsuzluğun hiçbir rolü yoktur. Patronu Abbas Halim Paşa’nın peşine takılarak Mısır’a gitmiştir...” demektedir. Demek istiyor ki, Âkif’in Mısır’a gidişi sadece ve sadece turistik amaçlıdır. Başka bir gayesi yoktur. Demek ki, piramitleri görmeye gitti. Ve ardından da söylemek istediğini yalın bir şekilde söyler: “Mehmet Âkif, softaların elinden kurtarılmalıdır...” Eh işte Mevlânâ’dan itibaren bütün değerler softaların elinden bir bir kurtarılıyor. Mikail Bayram gibi Mehmet Pamak da Âkif’in redcisi olarak İstiklâl Marşı’nın gözden geçirilmesini istiyor. Sanki herşey bitti, bir tek o kaldı. Birileri yanlış sahip çıkıyor ve tahrif ediyor diye bizim ebedî zenginliğimiz olan Mevlânâ, Âkif gibi zevatı red mi edeceğiz ? Onlara sırt mı döneceğiz? Onlara sırt dönersek, kime yüzümüzü döneceğiz? Bu takdirde, biz mi kazanırız yoksa tahrifatçılar mı? Turgut Özakman Çanakkale ruhunu öldürürken, Soner Yalçın da Safahatın ruhunu sefahata çevirmeye çalışıyor. İki çizgiye de uzak olanlar bu hazerata yakın olurlar...
20.03.2007
E-Posta:
[email protected]
|