|
|
ÂYET-İ KERİME MEÂLİ
Üzerlerine tek bir korkunç ses gönderdik de ağıla yığılmış kuru otlara döndüler.
Kamer Sûresi: 31
|
20.03.2007
|
|
HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ
Allah'tan korkun. Nasıl onların sizin hakkınızı gözetmelerini istiyorsanız, siz de çocuklarınız arasında adâletli davranın.
Câmiü's Sağîr, c: 1, no: 70
|
20.03.2007
|
|
Gayr-i meşrû muhabbetin cezası, merhametsiz bir musîbettir
-Dünden devam-
Bir cihet kaldı ki, en mühimi de odur ki, ey nefis, sen muhabbetini kendi nefsine sarf ediyorsun! Sen, kendi nefsini kendine ma’bud ve mahbub yapıyorsun. Her şeyi nefsine fedâ ediyorsun. Âdetâ bir nev'î rubûbiyet veriyorsun. Halbuki, muhabbetin sebebi, ya kemâldir—zîrâ kemâl zâtında sevilir—yahut menfaattir, yahut lezzettir, veyahut hayriyettir, ya bunlar gibi bir sebep tahtında muhabbet edilir. Şimdi, ey nefis! Birkaç sözde kat'î ispat etmişiz ki, asıl mahiyetin kusur, naks, fakr, aczden yoğrulmuştur ki, zulmet karanlığın derecesi nispetinde nurun parlaklığını gösterdiği gibi, zıddiyet itibâriyle sen onlarla Fâtır-ı Zülcelâlin kemâl, cemâl, kudret ve rahmetine âyinedarlık ediyorsun. Demek ey nefis! Nefsine muhabbet değil, belki adâvet etmelisin; veyahut acımalısın; veyahut mutmainne olduktan sonra, şefkat etmelisin. Eğer nefsini seversen—çünkü senin nefsin lezzet ve menfaatin menşeidir; sen de, lezzet ve menfaatin zevkine meftunsun—o zerre hükmünde olan lezzet ve menfaat-i nefsiyeyi nihayetsiz lezzet ve menfaatlere tercih etme. Yıldız böceği gibi olma. Çünkü o, bütün ahbabını ve sevdiği eşyayı karanlığın vahşetine gark eder, nefsinde bir lem’acık ile iktifâ eder. Zîrâ, nefsî olan lezzet ve menfaatinle beraber bütün alâkadar olduğun ve bütün menfaatleriyle intifâ ettiğin ve saadetleriyle mes’ud olduğun bütün kâinatın menfaatleri, ni’metleri iltifatına tâbi bir Mahbub-u Ezelîyi sevmekliğin lâzımdır. Tâ, hem kendinin, hem bütün onların saadetleriyle mütelezziz olasın. Hem, Kemâl-i Mutlakın muhabbetinden aldığın nihayetsiz bir lezzeti alasın.
Zâten sana, sende senin nefsine olan şedid muhabbetin, Onun zâtına karşı muhabbet-i zâtiyedir ki, sen sû-i istimâl edip kendi zâtına sarf ediyorsun. Öyle ise, nefsindeki ene’yi yırt, hüve’yi göster. Ve kâinata dağınık bütün muhabbetlerin, Onun esmâ ve sıfâtına karşı verilmiş bir muhabbettir; sen sû-i istimâl etmişsin. Cezasını da çekiyorsun. Çünkü, yerinde sarf olunmayan bir muhabbet-i gayr-i meşrûanın cezası, merhametsiz bir musîbettir. Rahmânü’r-Rahîm ismiyle, hûrilerle müzeyyen Cennet gibi, senin bütün arzularına câmi’ bir meskeni, senin cismânî hevesâtına ihzâr eden ve sâir esmâsıyla senin ruhun, kalbin, sırrın, aklın ve sâir letâifin arzularını tatmin edecek ebedî ihsanâtını o Cennette sana müheyyâ eden ve her bir isminde mânevî çok hazîne-i ihsan ve kerem bulunan bir Mahbub-u Ezelînin, elbette bir zerre muhabbeti kâinata bedel olabilir; kâinat, Onun bir cüz’î tecellî-i muhabbetine bedel olamaz. Öyle ise, o Mahbub-u Ezelînin, Kendi habîbine söylettirdiği şu ferman-ı ezelîyi dinle, ittibâ et: “Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin.” (Âl-i İmrân Sûresi: 31.)
Sözler, s. 323
Lügatçe:
ma’bud: İbadet edilen.
rubûbiyet: Rablik, terbiye edicilik.
adâvet: Düşmanlık.
mutmainne: Emin, müsterih, şüphesi kalmamış.
intifâ: Menfaatlenme, faydalanma.
Mahbub-u Ezelî: Bütün varlıklar tarafından sevilen Allah.
Kemâl-i Mutlak: Sınırsız kemal sahibi olan Allah.
şedid: Şiddetli.
ene: Ben, benlik.
hüve: Arapça’da “O” mânâsındadır. Allah da kastedilir.
muhabbet-i gayr-i meşrûa: Dine uygun olmayan sevgi.
hevesât: Nefsin arzuları.
tecellî-i muhabbet: Sevginin tecellisi, görüntüsü.
|
20.03.2007
|
|
Kanaat
“Sizi bütün kuvvetimle temin ederim ki, kanaat ve iktisat, maaştan ziyade sizin hayatınızı idame
ve rızkınızı temin eder.”
(Bediüzzaman)
Tüketimi hayatın tek amacı haline getiren, kazanmak ve harcamaktan başka düşüncesi olmayan, dünyalık elde etmekten başka dâvâsı olmayan modern insan aç gözlüdür, cimridir, bencildir ve yalnızca kendini düşünür. Doyumsuzdur, yalnızca kendini düşünecek kadar madde delisidir. Daha fazlasına, daha yenisine, daha lüksüne sahip olma tutkusu bir hayat anlayışı haline gelmiştir. Günümüz insanı, sonu gelmez bir yarışın içerisindedir. Değer yargıları maddeye sahip olmaya dayandırılmış olduğundan herkeste eşya tutkusu kaçınılmaz bir hâl almıştır. Eşya tutkunu olanlar da bencil, cimri, hırslı olurlar.
Böyle insanlar, istedikleri maddeye sahip olmak için her yolu denerler, başkalarının hakkına tecavüz ederler, zulme ve gayrimeşrû yollara başvururlar. Çünkü onlar İslâm’ın ön gördüğü kanaat ahlâkını ve bununla insan ve toplum hayatında sağlanan dengeyi bilmemektedirler.
İnsanlar ekonomik olarak eşit bir şekilde yaratılmamışlardır. Her toplumda zenginler de vardır, fakirler de... Aslında toplumun ahenkli işleyişi için bu farklılık bir bakıma da gerekmektedir. Çünkü sosyal bir varlık olarak yaratılan insanların birbirleriyle ilişki içinde olmaları, yardımlaşmaları ancak bu farklılıkla mümkündür. Diğer taraftan insanların bazısı zenginliği, kimisi de fakirliği ile sınanmaktadır. Öte yandan herkes helâl rızkını elde etmek için çalışmak zorundadır. Allah kiminin rızkını genişletir, kiminkini de daraltır.
Eli-ayağı tutan her insan yapacak bir iş bulabilir. Bir kişi bir mesleği kendi zekâ seviyesine göre bir ila üç sene içerisinde öğrenebilir. Bu kadar sene karın tokluğuna çalışsa bile, daha sonra o mesleği yapabilecek, helâl rızkını daha iyi şartlarda elde edecek bir duruma gelebilir. Önemli olan bu anlayışa sahip olmaktır. Burada dikkat edilmesi gereken bir husus asla hırs peşinde koşmamaktır. Hırs, her zaman hasarete sebep olmuştur. İnsanın rızkını elde etmesi, çalışmasıyla yakından alâkalıdır. Fakat her çalışan insan da zengin olmayabilir. Çünkü Kur’ân’da Cenâb-ı Hak, dünyada dilediği kimselerin rızkını açacağını, genişleteceğini, dilediğinin rızkını da daraltacağını bildirmektedir. Bunun sebeplerinden birisi de insanın bu dünyaya imtihan için gönderilmesidir. Allah, insanı bazen zenginlikle sınadığı gibi, bazen de malda, canda ve ürünlerde noksanlıklarla sınar. Bu yüzden kimisi az çalışır çok kazanır, kimisi çok çalışır az kazanır. İnanan bir insan, çalıştıktan, sebeplere başvurduktan sonra Allah’ın kendisine takdir ettiği rızka “kanaat” etmek durumundadır. Kanaat, şükrün önemli unsurlarından birisidir. Kanaat eden bir insan mutlu bir insandır. Kendisini zenginlerle değil, yoksullarla kıyaslayan insandır. Peygamberimiz (asm), kanaatin tükenmez bir hazine olduğunu bildirmekle, gerçek zenginliğe işaret etmiştir. Gerçek zenginlik, insanın gönlünün tok olmasıdır. Ama ne yazık ki, âyetler ve hadisler, insanın mala karşı çok hırslı olduğunu göstermektedir. İnsan kendisine bir vadi dolusu altın verilse, bir ikincisini isteyecek kadar hırslıdır. Bu insan ise, görünüşte zengin olmasına rağmen, aslında yoksul bir kimsedir.
“Kanaattan hiç kimse ölmedi. Hırsla da hiç kimse padişah olmadı” diyor Mevlânâ ve ekliyor: “Âlemin bal şerbetinden bana ne? İşte önümde benim ayran tasım!
“İskender’e dünyanın zevki ve gamı neden ibarettir?” diye sordukları zaman şu cevabı vermiş: “Dünyanın zevki ve neşesi kısmetine razı olup kanaat etmek, gamı ve kederi ise hırs ve tamahkârlıktır.”
|
Mehmet Abidin KARTAL
20.03.2007
|
|
|
|