Geri kalma ile ilerleme veya irtica ile itila/terakki izafî kavramlardır. Vizyona göre değişir. Sonuç nereden baktığınıza bağlıdır. Bu anlamda, Mehdi Zana’nın ifadesiyle Kürtlerin geri kalması veya bunun 20’inci yüzyılın başlarındaki ifadesi ve tercümesi olan Kürt Teali Cemiyeti gibi arayışların kökeninde millî enaniyetle birlikte ilerlemeci ideoloji veya pozitivizm yatar. Bu hastalık evrensel olsa da bize son yüzyıllarda Batı’nın bir yadigarı ve kötü mirasıdır. Bunu en iyi özetleyenlerden birisi de merhum Muhammed İkbal’dir.
Mekke ve Cenevre şiirinde bunu açıkça ortaya koyar:
“Çağımızda ulusların birbiriyle görüşmesi moda oldu
İnsanlar arasında birlik ise gözlerden saklı kaldı
Batı diplomasisinin amacı (insanları) uluslara bölmektir
Oysa Müslümanlığın hedefi insan birliğidir
Mekke, Cenevre topraklarına şu mesajı verdi:
Cemiyet-i Akvam değil (BM’nin eski adı) insanlar cemiyeti”
İşte Müslüman aydınlar ardından da toplumlar akkültürasyon suretiyle kaptıkları Batı kültür virüsünün etkisiyle gerçeklere şaşı bakmaya başladılar. Kardeşlerine Mekke dürbünüyle bakacağı yerde Cenevre penceresiyle bakmayı yeğlediler. Kendi duruş ve oturuşlarını unuttular. Ve bu umumî bir bela halini aldı.
‘İlla ma rahime rabbi’ denildiği gibi bu hastalıktan çok az kişi kendisini kurtarabilmiştir. Hastalığın umumî ve sarî olması onu hastalık vasfından çıkarmaz belki varlığını tehdit noktasında daha tehlikeli hale getirir. Maddî terakki, manevî terakkiye vabestedir ve bağlıdır. Tek başına maddî terakki ve ilerleme ilerlemeden çok intifah, şişme ve bozulmadır. Deformasyon ve tefessühtür. Kapitalizm suretiyle görülen bu ontolojik irtidat insanlığı kıyametin uçurumuna getirmiştir. Dolayısıyla manevî ölçülere bağlı olmayan ve atbaşı gitmeyen her ilerleme fıtrata ve kâinata yanlış bir müdahaledir. Fıtraten ve ontolojik olarak bir irticadır. Bunun bütün türevleri de böyledir.
Bu anlamda birkaç yüzyıldır İslâm dünyasının geri kalması meselesi tartışılmaktadır ve bu çerçevede iki küllî bakış açısı vardır. Bunlardan birisine göre, İslâm dünyası gerilememiştir. Buradaki gerileme izafî bir değerlendirmedir. Batı’nın ilerlemesi de bir ilerleme olmayıp deformasyon suretinde bir gelişmedir.
***
Aslında bu tartışmalar başaşağı gitme günlerinden çok önce, daha Osmanlı’nın zirve günlerinde başlamıştı. Bu anlamda, İmam Birgivi ve Kadızadeler, Osmanlı’da bir inhiraf çizgisinin başladığını söylemişlerdi. Ardından Koçi Bey, devlet işleyişinde bir halel ve bozukluk arız olduğunu ifade eden günümüzün raporlarına benzeyen; rapor suretinde bir risâle kaleme almıştır. Ondan itibaren de devlete çeki düzen verilmesini ve yeni bir düzen kurulmasını isteyen onlarca risâle yazılmıştır. Gerçekten de önce bir inhiraf ardından da maddî terakkide bir tevakkuf ve atalet devri patlak vermiştir. Maddî suretle gelen çöküntü aslında manevî çöküntünün bir ârazıdır. Bu çerçevede, Şekip Arslan gibiler İslam âleminin geri kalmasının sebeplerini tâdat ve tahlil etmeye ve irdelemeye çalışmışlardır.
Bu bağlamda, Şekip Arslan’dan M. Said Ramazan el Buti’ye kadar birçok müellif tarafından günümüze kadar birçok eser yazılmıştır. Bu hususta kullanılan anahtar kavramlardan birisi inhitat yani gerileme veya çöküntüdür. Ebu’l Hasan en Nedevi de, İslâm âleminin durumuyla alakalı bu kavramı kullanmıştır. Yine bu bağlamda Nakba ve izmihlâl kavramlarını da kullananlar olmuştur. İzmihlâl ise topyekün bir çöküntü halidir. Gerilemenin de ötesinde bir çöküntü devresi.
Batılılar buna zeval mânâsında ‘decadence’ diyorlar. İslâm dünyası siyasî olarak iki dönem böyle bir kısadevre yapmıştır. Birisi Abbasi hilâfetinin yıkılmasıyla, ikincisi de Osmanlı’nın inkırazıyla birlikte. Ama buradaki gerileme bir fetret devrinden ibarettir. Lineer yani düz çizgideki gibi kalıcı değil, geçicidir. Bundan dolayı da İslâm milletinin kısa devreler hariç toptan bir çöküşünden asla söz edilemez. Hatta Kudüs’ün işgaliyle ilgili söylenenlerden birisi, Müslümanların son ümmet ve en son mesajın taşıyıcıları olmaları hasebiyle Kudüs’ün yüz yıldan fazla işgal altında kalamayacağı yönündedir. Fetret yasaları da bunu göstermektedir. Müslümanlar her sürçmeden sonra tekrar ayağa kalkmışlardır. Bunun tek istisnası kıyamet halidir.
***
Müslümanlar bir taraftan çökerken bir taraftan da yenilenmektedirler. Son 200 yıllık devre böyledir. Vahidüddin Han’ın hadislerden çıkardığı mânâ da budur. Dolayısıyla her alanda çökme her alanda tamir ameliyesiyle atbaşı gitmektedir. Bundan dolayı daima en karanlık devrelerde bile bir ışık vardır ve çıkmayan candan ümit kesilmez mânâsında ‘el muslimune bihayr’ denilir.
1987 veya 1988 yılında olabilir, M. Said Ramazan el Buti, Hafız Esad idaresi altındaki Şamlıların durumu sorulduğunda herkesi hayrete düşüren ve şaşırtan bir cevap vermişti: “Şam halkı hâlâ hayırdadır...”
Bu itibarla maddî hezimetle manevî yenilenme içiçedir. Hâlâ değerleri itibarıyla İslâm dünyası Batı’dan üstündür. Maddî inhitatına rağmen gücünü son mesajdan almakta ve ehl-i insaf Batılılar bile bu vasfını kabul etmektedirler.
Bunlardan birisi De Gaulle’dür ve adeta siyasî bir manifesto niteliğindeki şu siyasî vasiyetini yapmıştır: “Fransa’nın İslâm dünyasıyla ilişkileri azami derecede önemlidir. Müslüman ve Arap topluluklarla temasımız bize kaybettiğimiz manevî değerlerimizi, insanlık ruhunu yeniden kazandıracaktır. Bu ruhu yeniden kuşanmamıza yardımcı olacaktır...”
Müslümanlar kadr ü kıymetini bilmeseler de hâlâ insanlığın kurtuluş reçetesi İslâmdadır ve bunun anahtarı da Müslümanların elindedir.
27.03.2007
E-Posta:
[email protected]
|