Mektepliler, Risâle-i Nur’a girmelidirler
Madem Risale-i Nur, makine ile taammüm etmeye başlamış ve madem felsefe ve hikmet-i cedideyi okuyan mektepliler ve muallimler çoklukla Risâle-i Nur’a yapışıyorlar; elbette bir hakikat beyan etmek lâzım geliyor. Şöyle ki:
Risâle-i Nur’un şiddetli tokat vurduğu ve hücum ettiği felsefe ise mutlak değildir. Belki muzır kısmınadır. Çünkü felsefenin hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeye ve ahlâk ve kemâlât-ı insaniyeye ve sanatın terakkiyatına hizmet eden felsefe ve hikmet kısmı ise, Kur’ân ile barışıktır. Belki Kur’ân’ın hikmetine hadimdir, muaraza edemez. Bu kısma Risâle-i Nur ilişmiyor.
İkinci kısım felsefe, dalalete ve ilhada ve tabiat bataklığına düşürmeye vesile olduğu gibi, sefahet ve lehviyat ile gaflet ve dalaleti netice verdiğinden ve sihir gibi harikalarıyla Kur’ân’ın mucizekâr hakikatleriyle muaraza ettiği için, Risâle-i Nur ekser eczalarında mizanlarla ve kuvvetli ve bürhanlı muvazenelerle, felsefenin yoldan çıkmış bu kısmına ilişiyor, tokatlıyor; müstakim, menfaattar felsefeye ilişmiyor. Onun için mektepliler Risâle-i Nur’a itirazsız, çekinmeyerek giriyorlar ve girmelidirler. Fakat gizli münafıklar nasıl ki bir kısım hocaları bütün bütün mânâsız ve haksız bir tarzda ehl-i medresenin ve hocaların hakiki malı olan Risale-i Nur aleyhinde istimal ettikleri gibi, bazı felsefecilerin enaniyet-i ilmiyelerini tahrik edip, Nurlar aleyhinde istimal etmek ihtimaline binaen, bu hakikati Asa-yı Musa ve Zülfikar mecmualarının başında yazılsa münasip olur.
Emirdağ Lâhikası, s. 159
Lügatçe:
ekser: Çoğu.
ecza: Parçalar.
mizan: Ölçü, tartı, denge.
bürhanlı: Delilli.
muvazene: Ölçme, karşılaştırma.
müstakîm: İstikametli.
menfaattar: Faydalı.
taammüm: Genelleşme, umumileşme.
hikmet-i cedide: Yeni fenler, müspet ilimler.
mutlak: Sınırsız, kayıtsız.
hayat-ı içtimaiye-i beşeriye: Beşerin sosyal hayatı.
kemâlât-ı insaniye: İnsani mükemmellikler.
hadim: Hizmet eden.
muaraza: Birbiriyle yarışmak, birbirine karşı gelmek.
ilhad: Dinsizlik.
lehviyat: Kadınlı erkekli haram eğlenceler.
enaniyet-i ilmiye: İlim sahibi olmaktan gelen benlik, gurur ve enaniyet.
|
Kendini bil
Kendimizi tanımak, tüm eylemlerin ve değerlerin en başında gelmektedir. Çünkü insanın en büyük işi, yaratılmışların arasında kendi yerini hakkıyla nasıl doldurduğunu ve insan olarak neleri yapıp, neleri yapmaması gerektiğini bilmektir. Bu, insanın temel ödevidir. Kendini bilmeyen, başkalarını bilemez ve tanıyamaz. Bu, tıpkı “Kendi nefsini terbiye etmeyen, başkasının nefsini terbiye edemez” düsturuna benzer.
Tasavvufun temel düsturu olan “Kendini bilen, Rabb’ini bilir” ilkesi birçok mutasavvıf tarafından prensip edinilmiştir. Mutasavvıflar “Kendini bilen, Rabb’ini bilir” ilkesini aynı zamanda Kur’ân-ı Kerim’deki bazı âyetlerle temellendirmişlerdir. Meselâ, Zariyat Sûresi 56. âyette “Cinleri ve insanları ancak bana iman ve ibadet etsinler diye yarattım” ifadesini mutasavvıflar “Beni tanısınlar” şeklinde yorumlamışlardır.
Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri meşhur eseri Marifetnâme’yi, sırf bu düsturu temellendirmek için yazmıştır. Esasen, adı “bilme”, “tanıma” anlamına gelen Marifetnâme şeklinde olması bunu ispat eder mahiyettedir.
Ayrıca Yunus Emre’nin “İlim ilim bilmektir / İlim kendin bilmektir / Sen kendini bilmez isen / Ya nice okumaktır” dizelerinde de, ilimdeki sırrın ‘kendini bilmek’ olduğu vurgulanmaktadır.
“Kendini bilme” ilkesi, sadece mutasavvıflar ve âlimler tarafından işlenmemiştir. Çeşitli mistik sistemlerde de temel ödev olarak görülmüştür. Meselâ, Delphi’deki ünlü tapınakta, Sokrates’in “İnsan! Kendini tanı” sözü ilgi çekicidir. Aynı şekilde, “kendini tanıma”, aydınlanma çağındaki çeşitli düşünürlerin de düsturu ve odak noktası olmuştur. Elbette mistik sistemlerdeki düşünce tarzı ile tasavvuftaki kendini bilme düsturu farklı olarak ele alınmıştır.
Peki farklı kesimler tarafından, farklı olarak ele alınan kendini bilme düsturuna Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri hangi açıdan bakmıştır? Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri, kendini tanımada atılması gereken ilk adımı şu hitapla dile getirmiştir: “Ey kendini insan bilen insan! Kendini oku. Yoksa, hayvan ve camid hükmünde insan olmak ihtimali var.” (33. Söz, 31. Pencere)
Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri başka bir yerde konuya şöyle yaklaşmaktadır: “Herşey nefsinde mânâ-i ismiyle fanidir, mefkuddur, hadistir, madumdur; fakat mânâ-i harfiyle ve Sani-i Zülcelâl’in esmasına âyinedarlık cihetiyle ve vazifedarlık itibariyle şahiddir, meşhuddur, vaciddir, mevcuddur.” (26. Söz, Zeyl, 4. Hatve). Yani vücudda adem, ademde vücud vardır. İnsan, herşeyi kendinden bilip kendine vücud verirse, elemler, firaklar içerisinde boğulup gider; fakat gururu ve kibiri bırakıp, herşeyin yüzünü Sani-i Zülcelâl’e çevirdiği vakit, nihayetsiz bir vücud kazanır. Çünkü Zât-ı Vâcibü’l-Vücûd’u bulan herşeyi bulur. O’nu tanımayan ise herşeyi kaybeder.
“İnsan zayıftır, belâları çok; fakirdir, ihtiyacı pek ziyâde; âcizdir, hayat yükü pek ağır. Eğer Kadîr-i Zülcelâle dayanıp tevekkül etmezse ve itimad edip teslim olmazsa, vicdânı dâim azab içinde kalır. Semeresiz meşakkatler, elemler, teessüfler onu boğar; ya sarhoş veya canavar eder” diye insanı tanımlayan Bediüzzaman Said Nursî, insanın kendi içerisinde Yaratıcısına bir yol bulmazsa çeşitli sıkıntılar ve buhranlar içerisinde boğulup gideceğini söyler. (6. Söz, 4. Kâr)
Evet insan, kendini okumalı, yaratılmışların içerisindeki yerini bulmalıdır. Ancak bu kendini bilme, kendine vücud verme değil; vücud vereni bilmedir. İnsan bu düstur içinde kendini bilir ve okursa, kâinatı ve tüm yaratılmışları okur ve bilir. Kâinatı okuyan kişi ise, Yaradanı bilir ve tanır. Aksi takdirde yaratılmışlar içerisinde en şerefli varlık olarak yaratılan insan, hayvanlardan daha aşağı bir duruma düşerek, nefsin ve şeytanın esiri olur.
Böylece insan, içinde kurulmuş olan mahkeme tarafından, yani vicdan tarafından cezalandırılır ve daha bu dünyada iken meşakkatler, elemler ve buhranlar içinde boğulup gider.
|