|
|
Davut ŞAHİN |
Kapımızdaki tehlike |
|
İnternetteki şiddet çocukları hasta ediyormuş. Gazetelere geçen habere göre, uzmanlar internette yer alan GTA, MAX Payne, Counter gibi şiddet içeren oyunlarda adam öldürmek, otomobil çalmak, tanker yakmak gibi bazı eylemlerin küçük bedenleri saldırgan, saygısız ve hantal hale getirdiği söyleniyor.
Yrd. Doç. Dr. Cengiz Şahin’in (Ahi Evran Ünv. Öğretim Üyesi) çocuklara internet alışkanlıklarını yasaklamanın çözüm olmadığını ifade ediyor, ebeveynlerin çocukların bilgisayar karşısında geçirdikleri zamanı kontrol etmeleri gerektiğini söylüyor.
Kontrol edemezse?
“İşte bu çok tehlikeli olur” diyor.
Şahin:
“Saldırgan ve şiddet içerikli davranışlar sergileyen kişiler araştırıldığında, çocuklukta yaşadıkları olayların etkisinin yansıması görülüyor. Bilinçaltına yerleşen şiddet zamanla saldırganlığa dönüşüyor. Adam öldürmenin ödül olarak gösterildiği, araç yakmanın puan getirdiği oyunların, çocuklarımıza psikolojik yansımasını toplumumuz artan şiddet olayları bire bir gözlüyoruz” diyor.
Psikolojik yansımanın getirmiş olduğu acı tabloya bakıyoruz:
-İki araç sahibi birbirine yol vermeme yüzünden tartıştı… Konuşma bahanesiyle otomobillerine aldıkları iki genci bıçaklayan saldırganlar, daha sonra gençleri arabadan atıp kayıplara karıştı (Basın).
-Bayrampaşa’daki bir mobilya atölyesinde döşeme ustası olarak çalışan 34 yaşındaki S.C, gece 01.30 sıralarında yürürken kimliği belirsiz 4 kişi tarafından durduruldu. S.C. 4 kişinin bıçak çekip para ve cep telefonunu istemesi üzerine kaçmaya çalıştı. Ancak S.C.’u yakalayan eşkıyalar kalçasından 5 kez bıçakladı. S.C.’un yere yığılması üzerine üzerini arayan 4 kişi, para ve cep telefonunu bulamayınca kaçtı. Kendi imkânlarıyla ayağa kalkan S.C, yaklaşık 1 kilometre yürüyerek G.Osmanpaşa İlçe Emniyet Müdürlüğüne sığındı. (Ana Haber Bültenleri)
-Yer yine İstanbul… Bağcılar.. Hırsızlıktan sabıkalı olduğu iddia edilen 27 yaşındaki Ö.K, önceki gece bir kahvehanede bilardo oynarken bir başkasıyla tartışınca karşılıklı silâhlar çekildi (Basın)
Bunlar gazete sütunlarına ve ekranlara yansıyan şiddet haberleri…
Bir de yansımayan haberler var.
Yer, Bağcılar Yüzyıl.. Oğlum Ömer, bir arkadaşıyla dersaneden dönüyor… Ama o ne? Kendinden yaşça büyük bir grup genç önünü kesiyor.
Caddenin ortasında onlardan para istiyor. Hemen bir dükkâna sığınıyorlar. Bir müddet orada kalıyor… Dükkân çıkışında yine onlar… Para vermeyince, Ömer bir kafa darbesi yiyor. Neyse ki, bir dükkân sahibi müdahele ediyor ve onları kovuyor.
Güpegündüz üstelik cadde ortasında yaşanan bu elim hadise şiddetin kapımızın önüne kadar geldiğini gösteriyor.
Bu elim olayları sadece internetteki şiddet oyunlarına veya “eğitimin yetersizliğine” de bağlayamayız elbette...
Manevî bağların koparılmasıyla birlikte toplumda ne yazık ki, bir takım değerler dejenere ediliyor... Ne saygı kalıyor, ne de sevgi… Hal böyle olunca, gençler gücü yettiğince kendinden zayıfları eziyor… Yaşlı veya çocuklara zulmediyor.
Hapishaneler doluyor. Hastahaneler inliyor. Mezarlar cinayete kurban giden mazlûmlarla doluyor.
Malûm, daha önce sigara, içki ve uyuşturucu gençliği hedef alıyordu. Şimdi ise “çeteleşme” ve “şiddet” olayları tehdit eden en önemli unsur.
Çare?
Toplumda sevgi ve muhabbeti tekrar tesis etmek...
Bunun için devletin yetkili organları, Sivil Toplum Kuruluşlarının faaliyetlerine mümkün olduğu kadar destek vermeli. Hatta, teşvik etmeli. Bizzat ön ayak olmalı.
27.03.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Hüseyin EREN |
Bursa lodosu |
|
Lodos esti, tozu toprağı savurdu havaya… Kasavet kapladı göğü, güneş görünmez oldu… Görünen yağmur yakındı, sıkıntı sıkleti sökün etti döküldü damlalar… Toprağa damlayan her damla bahar müjdecisiydi; çiçekler solmayacak, umutlar sönmeyecekti… Günün sonuna kadar sürdü sevinç yağmuru…
Akşam başka bir perde açıldı, gündüzü örttü gece… Geç değil 47 yıl önce içmişti ölümsüzlük iksirini… Her 23 Mart’ta ölmemişliğini anlıyorduk anışımızla… Açtığı yolu alkışlıyordu ölmemiş kalpler, sönmemiş akıllar, susmamış vicdanlar; konuşan fıtrat hakikatiydi çünkü… Koşuyordu hakikat âşıkları peşi sıra, sıra dağlar gibi imanına yetişmek mümkün müydü? Feragatini, adaletini, hikmetini, şefkatini anlamak, nebevî mesleğini, Kur’ânî hizmetini idrak etmek karanlık asrın bahtiyar insanlarına mahsustu…
Anlamamız gereken “Kur’ân’ın talimiyle ve nuruyla ve Resûl-i Ekrem (a.s.m.) dersiyle” dillendirdiği hakikatleri kâinatla birlikte hayatımıza okumaktı…
Onu sevmek; nebevî mesleğiyle bezenmek, Kur’ânî hizmetiyle hareket etmekti… “Hayat faaliyet ve harekettir, şevk ise matiyyesidir” dersiyle durmadan imana çalışmaktı…
Kalbiyle Kur’ân’dan aldıklarını kalbimize akıtıyor, öyleyse ele değil kalbe bakmak gerekiyor…
Sevgiyi verenin sevgisi adına seviyoruz onu… Şevkimiz, gönül denizinde yansıyan esmâ şavkından…
Şükrümüz, bizi iman nimetine eriştiren Rahman’a… Şikâyetimiz nefisten, şerir şeytandan, insi ve cinnilerinden…
Hamdimizi ilân ediyoruz gündüzde yağmurlar yağdıran, gecede nur yüzlü ve yüreklileri muhabbetle buluşturan Rahman ve Rahim’e…
Bir başkaydı Bursa… 23 Mart 2007’de… Lodos süpürdü yağmur tozunu aldı şehrin, gecede nuraniyetle yağdı muhabbet… Nesiller nur selinde serinlendi… Şevk yağdı yüzlerden yüreklere, hamd damladı gönüllerden gözlere…
Bediîleşti Bursa… Bediîleşecek Bursa’lar… Toprağa düşen tohumun suyla buluşmasındandı coşku… Nur sular bahar belirtisiydi…
Acele etmiyoruz Üstadım, bahar geliyor… Her ne kadar lodos esse, ortalık toz duman olsa da yağmurlar yakın… Nurla yıkanmayı bekliyor yeryüzü… Zulüm pislikleri süpürülecek yerin her yerinden… Beli kırılmış küfür, kötürüm oldu kalkamıyor yerinden, fitne elleri, sefahat oyunlarıyla karıştırıyor kafaları kalpleri… Bir lodosluk canları kaldı… Biz muhabbet fedaisiysek zalimi sevecek değiliz ya.
Gün olacak Bağdat’ta, Filistin’de Afganistan’da, Avrasya’da, Amerika’da göreceğiz baharın zuhurunu, huzurun doğuşunu…
Yaşasın şevk, ölsün yeis… Esin rüzgârlar esin, Rahmet yüklü nur bulutları getirin, getirin de yürek yangınlarını söndürün.
Cuma günü lodosla başladı, yağmurla sürdü, nurla sükûna erdi… Gece pırıl pırıldı, ay doğmuş, yıldızlar parlıyordu… Şehrin şehr-âyinine gök gülümsüyordu… Selâm, muhabbetle doğacak, nurla dolacak güne, günlere…
27.03.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Kazım GÜLEÇYÜZ |
AİHM’e liberal aday |
|
Liberal Düşünce Topluluğunun önde gelen isimlerinden Prof. Dr. Atilla Yayla’nın Kemalizmi eleştiren sözleri sebebiyle maruz kaldığı linç kampanyası bilâhare yatışır gibi oldu.
Bu kampanya çerçevesinde Yayla’yı öğrencilerine ders vermekten men eden Gazi Üniversitesi Rektörlüğü, bir bilim kurumuna yakışmayan bir tehevvürle aldığı bu kararı daha sonra kaldırdı. Ama âdet yerini bulsun kabilinden, Yayla’yı bütün bütün cezasız bırakmayıp “kınama” cezası verdi. Ve Yayla buna itiraz etti.
Derken olayın kapanmış gibi göründüğü bir noktada İzmir Savcılığı Yayla hakkında “Atatürk’e hakaret”ten dâvâ açtı. Sanıyoruz, Yayla da “olay” sözleri sebebiyle kendisini “hain”likle suçlayan gazeteye tazminat dâvâsı açmıştı.
Bakalım, bu dâvâlar nasıl sonuçlanacak?
Yayla cephesinde son durum bu iken, yakın arkadaşlarından Prof. Dr. Mustafa Erdoğan da şu günlerde bazı çevrelerce boy hedefi yapıldı.
Sebep, AİHM’de görev süresi dolan Türk hakim Rıza Türmen’in yerine hükümetin aday gösterdiği isimler arasında onun da yer alması.
İlginçtir, Erdoğan’ın AİHM üyeliğine karşı çıkanlar, onun “anayasa hukukçusu” kimliği için söyleyebilecek bir lâf bulamıyor; buna karşılık resmî ideoloji ve statükoya karşı hukuk ve demokrasi zemininde yaptığı cesur çıkışları kusurmuş gibi göstermeye çalışıyorlar.
Söz gelişi, Anayasa Mahkemesini ideolojik bekçilik yapmakla ve üyelerini hukukî formasyon açısından yetersiz olmakla eleştiren sözleri sebebiyle mahkeme üyelerinin açtığı dâvâda tazminat ödemeye mahkûm edildiğini hatırlatıyorlar.
Ya da “cumhursuz cumhuriyet” dediği ve 1999 seçimi öncesinde dönemin hükümetince yayınlanan bir genelgeyi “Seçimlere sıkıyönetim” olarak eleştirdiği için 159’luk olmasını defo olarak gösteriyorlar.
Bu meyanda, seneler önce beyaz perdenin Minyeli Abdullah’ı olarak şöhret olan, ama bilâhare CHP milletvekili olarak siyasette arz-ı endam eden kişinin ortaya attığı son suçlama:
Prof. Erdoğan’ın bir yazısında, 12 Eylül anayasasının başlangıç kısmının ve 2. maddedeki “Atatürk milliyetçiliğine bağlılık” ibaresinin kaldırılmasını istemesi skandal olarak eleştiriliyor.
Oysa bunlar bir hukuk adamı için kusur ve nakîse değil, tam tersine, hukuk dışı zihniyet ve uygulamalara karşı verilen cesur ve kararlı mücadelenin şeref nişaneleri olarak görülmeli.
Ve AİHM üyeliği için artı bir tercih sebebi olmalı. Çünkü Erdoğan’ın bedelini de ödeyerek yönelttiği o eleştiriler, Türkiye’nin AB kriterlerine uyum çabalarını zora sokan, engelleyen, geciktiren statükoyu ve resmî görüşü hedef alıyor. Dolayısıyla, bu görüşlere sahip bir üyenin heyete girmesi, AİHM’i Türkiye’nin demokratik dönüşümünde daha etkili bir konuma getirebilir.
Dışişleri Bakanı Gül’ün imzasıyla Avrupa Konseyine gönderilen listede iki isim daha var.
Üç adayın, önce seçimi yapacak olan Avrupa Konseyi Parlamenter Asamblesinin ilgili komitesinde mülâkata alınacağı ve sonra asamble üyesi parlamenterlerin, AİHM’de Türkiye’yi temsil edecek olan üyeyi seçecekleri belirtiliyor.
İlk gönderdiği listeyi geri çekip bu üç ismi bildiren hükümet bir manevra daha yapmazsa...
Neticenin şimdiden hayırlı olmasını diliyoruz.
27.03.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Akibet önemli |
|
Yokluk karanlıklarından kurtulup varlık nimetine kavuşmak; bir cansız, bir bitki, bir hayvan olmayıp insanlık mertebesine yükselmek konusunda hiçbir gayretimiz olmadı. İman ve İslâma kavuşma da öyle değil mi? Bu konuda da niyet, rıza, memnuniyet, irademizi yönlendirmekten öte birşey yok elimizde.
İnsan diyebilir ki, “Bak, ben şunlara şunlara sahibim. Şöylesine meziyetlerim var. Şu şu konularda üzerime yok.”
On Sekizinci Söz’de bu minvalde söylenen sözlere, “Deme ki, halk içinde ben intihap edildim [seçildim]. Bu meyveler benim ile gösteriliyor; demek bir meziyetim var” denildikten sonra nefis şöyle susturulur: “Hayır, hâşâ, belki herkesten evvel sana verildi. Çünkü herkesten ziyade sen müflis ve muhtaç ve müteellim olduğundan, en evvel senin eline verildi.”1
Demek sahip olduğumuz nimetler birer ihsan-ı İlâhîden başka birşey değil. İhtiyacımıza binâen verilmiş.
Kimbilir belki de rahmet-i İlâhiyenin hoşuna giden güzel, hoş bir yanımız oldu da Cenâb-ı Hak o nimeti bize ihsan etti.
Ali Beyin mazisine baktığınızda inançsız, ateist, bir o kadar da kavgacı, şirret, ayık gezmeyen biriyle karşılaşıyorsunuz. “Bundan adam olmaz!” deyip geçersiniz. Ama bir gün yattığında rüyasında dünyada emsâlini görmediği nuranî zatların kendisine iltifat ve hürmette bulunduklarını görür Ali Bey. “Ben kimim ki bana böyle hürmet gösterilsin!” der, aldırış etmez, önemsemez. Ama rüyayı üç gece peşpeşe görünce, uyanır gaflet uykusundan. “Yaratanım beni seviyor. Bense ne yapıyorum?” demekten kendini alamaz. “Kalk hanım,” der “İbadete başlıyoruz.”
Ali Bey kendini Allah yoluna o kadar verir ki, “Cemaatle kılmadığım namazları namaz saymam” diyecek noktaya gelir. “Aman Allah’ım, önceden ayak kokuları var diye secdeye varmaktan çekindiğim halılar var ya onları yalayasım geliyor. Her şey hoş, her şey güzel. Allah’ın kulu olmak, kullukta bulunmak ise hepsinden güzel” der.
Kimbilir Ali Beyin mazisinde onu o noktaya yönelten neler vardı? Sarhoş Bişr-i Hafî’yi yükselten sır çamurlar arasında gördüğü Besmele-i Şerifi çamurdan alıp temizleyip rafta uygun bir yere itinayla yerleştirmesi değil miydi? “Bundan birşey olmaz. Ateistin, sarhoşun, biri” diye kesip atma yerine, sonunu, daha önemlisi sonumuzu görmeli. Başkaları yerine kendimize baksak, övünme, gururlanma yerine, “Acaba kulluğum kabul edildi mi?” diye düşünsek, hele hele “Ne kadar kullukta bulunsak geçmişte aldığımız nimetlerin şükrü için” diyebilsek daha isabetli hareket etmiş olacağız.
Kısaca akibet önemli.
Dipnotlar: 1- Sözler, s. 210.
27.03.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Ali FERŞADOĞLU |
Ressamı inkâr etmeyen... |
|
İnsanlık tarihinin en iyi resimlerinden birisi kabul edilen Mona Lisa için 1503 yılında çalışmaya başladığı söylenen Leonardo da Vinci, bu resmi tamamladıktan sonra hiç yanından ayırmamış, tüm seyahatlerinde yanında götürmüştü. Vincent Willem van Gogh, (1853-1890) çok değerli manzara resimleri arasında “Ayçiçekleri” meşhurdur. Hiç şüphesiz, “Bu resimleri siz yapmadınız” veya “Bunların hiçbir değeri yok, basit resimler işte!” demek, hem hakaret, hem iftira, hem yalandır. Ve hiç kimse, bu resimlerin kendi kendine meydana geldiğini, tabiatın tesadüfen yaptığını ve sebeplerin meydana getirdiğini iddia edemez. Eden olursa, deli diye tımarhanelik olduğuna hükmedilir!
Veya, lokantalar zincirine sahip cömert birisi; hergün iki öğün yüzlerce kişiyi şahane yediriyor-içiriyor. Onlar, “Hayır, bize bu yemekleri patron değil, garsonlar veriyor, onlara minnettar olur, teşekkürümüzü onlara yaparız!” dese, ahmakçasına bir karar değil mi?
Ayçiçeği veya Mona Lisa resimlerinin bir ressamı, san'atkârı var da; onların üç boyutlu, renkli, canlı, ruhlu hakikilerinin yaratanı yok mu?
İşte, kâinatın Sahibini inkâr, eblehçesine ve nankörcesine, dehşetli bir durum, müthiş bir yalan, kâinat çapında bir iftiradır. Halık, Sâni’ (Sanatkâr), Hakim, Kerim, Rezzak olan Yaratıcı, kâinatı yokluk karanlıklarından çıkararak muhteşem bir saray gibi yarattı. Tüm varlıklara her an çeşitli nimetler ikram ediyor; yediriyor, içiriyor, besliyor! İnsan, “Hayır, bu kâinatı yaratan, şu yiyecekleri ikram eden biri yok; (garsonlar) sebepler veya tabiat yaratıyor!” dese, yukarıdaki iddialardan daha aptalca ve nankörce değil mi?
İnsan; Allah’ın varlığı ve birliğine sayısız aklî/mantıkî, ilmî deliller; varlıklar adedince belgeler; ikramlar, rızıklar sayısınca göstergeler; sergiler/mevsimler sayısınca bürhanlar varken, neden ve nasıl inkâr ediyor? Bunun çok çeşitli sebepleri vardır: * Cehalet. * Ele geçirememek. * İnanmak istememek, inkâr ile kolaycılığa kaçmak. * İnat: Aslında gerçeği bilirler, ama, duygularına mağlup olurlar ve inkâr ederler. Ebu Cehil, akıllı idi, ama, inadından inkâra saptı. * İlgilenmemek. * Mesuliyetten ve görevden kaçmak. * Nefsine, şeytana mağlûp olma, inkârcı çevresine uyma.
Gerçekten de inkâr eden insan, kendisine yazık ediyor. Çünkü, inkârı, Allah’a zarar vermiyor, gerçek değişmiyor! Ancak, inkâr eden, kendi dünyasını berbat ve sonsuz hayatını mahvediyor!
27.03.2007
E-Posta:
[email protected] [email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Osman Ağanın komşuları iniltiye dayanamadı |
|
Ali Şükrü Bey, 27 Mart (1923) gecesi katledilmişti. Fakat, onun bir cinayete kurban gittiğine dair endişeler, ancak 2–3 gün sonra açığa çıktı.
Hükümet yetkililerine müracaat eden Ali Şükrü Beyin ailesi, onun iki günden beri kayıp olduğunu bildirdi.
Meselenin Meclis gündemine gelmesi ise, hadisenin üçüncü günü, yani 29 Mart'ta mümkün olabildi.
O günlerin şahidi olup, hatıra notlarında gelişmeleri kısmen de olsa aktarmaya çalışan önemli birkaç şahıs var. Bunların arasında Falih Rıfkı Atay, Rıza Nur ve Kılıç Ali gibi isimleri saymak mümkün.
Ayrıca, ortada Meclis Zabıtları var.
Ne var ki, bütün bunlar, cinayetin perde gerisini aydınlatmaya yetmiyor.
Resmî tarih kitapları ise, bırakın olup bitenleri olduğu gibi aktarmayı, ne yazık ki pekçok doğruların kasten çarpıtıldığı birer doküman niteliği taşıyor.
Durum böyle olunca, yakın tarihimizin karanlık safhalarını hakkıyla aydınlatabilmek, hiç de kolay ve basit bir iş olmasa gerek.
Buna rağmen ümitsiz değiliz. Ayrıca, yılmak ve pes etmek de "hakperest lûgat"ımızda yer almaz.
İşte, bu nokta–i nazardan bakarak Ali Şükrü Bey cinayetiyle alâkalı bazı bilgileri sizlere sunmaya çalışıyoruz.
Bugün aktaracağımız bilginin kaynağı, yukarıda sıraladığımız şahısların, özellikle Kılıç Ali'nin hatıra notlarıdır.
O Kılıç Ali (gazeteci Altemur Kılıç'ın babası) ki, Ali Şükrü Beyin en katı, en muannit muhaliflerinden biri olup, sayısız mazlûmu darağacına gönderen İstiklâl Mahkemelerinin en cellât ruhlu bir üyesidir.
Kılıç Ali'nin 1955'te Sel Yayınları arasında çıkan "Hatıraları"nın 88–96. sayfalarında Ali Şükrü Bey cinayeti ile ilgili gelişmelerin bazı safhaları anlatılıyor. Ne var ki, bazı safhaların ise kasten anlatılmadığı ve es geçildiği âşikâre görülüyor.
Meselâ: 1) Cinayetin tetikçisi yarbay Topal Osman'ın o günlerde Çankaya Köşkü'nü silâhlı adamlarıyla niçin bastığı ve neden M. Kemal'i vurmak istediği. 2) Topal Osman'ın niçin muhakeme edilmeden, yani konuşturulmadan öldürülmek istendiği. 3) Teamül dışı bir yöntemle öldürülen Topal Osman'ın niçin kafasının kesildiği ve Meclis'in kapısında ayaklarından asılarak iki–üç gün süreyle öylece bekletildiği. 4) Topal Osman'ın bu cinayeti niçin ve kimin emriyle işlemiş olduğuna dair görüş ve iddiaların niçin perdelendiği. 5) Topal Osman'ın öldürülmesinden hemen sonraki gün, neden seçim kararı alındığı ve muhaliflerin devre dışı edilmek istendiği gibi hususlar.
Bütün bu bilinmeyenlerin yanı sıra, Kılıç Ali, cinayetin Topal Osman tarafından planlanarak nasıl işlendiğini—kısmen de olsa—özetle şöyle anlatıyor:
"29 Mart (1923) sabahı Meclis'e girdiğim zaman, manzara pek hazindi. Heyet–i Umumiyede (Meclis Genel Kurulunda) büyük bir heyecan vardı. Bazı mebuslar, Ali Şükrü Beyin kayboluşunu ve iki–üç gündür bulunamayışını (gaybubetini) siyasî bir şekle tasvir ederek, hükümeti şiddetle tenkid ediyordu. Bir yandan da, 'Bu gaybubet eğer siyasî ise, demek ki bu memlekette herhangi bir fikrin serdarı (öncüsü) ölecektir' diye imalı beyanatta bulunuyordu.
"Bu mebuslar, 'Biz mâsuniyet istiyoruz; mücadele etmeliyiz!' diye bağırıyorlar ve celâdet gösteriyorlardı." (Not: bu mebusların hemen tamamı, bilâhare ya siyasî oyunlarla veya tehdit edilmek sûretiyle bertaraf edildi. Bir kısmı da, değişik tertiplerle öldürüldü. M.L.S.)
Hatıra notlarında, cinayetle ilgili şüphelerin Osman Ağa üzerinde yoğunlaştığını kaydeden Kılıç Ali, soruşturma esnasında tesbit edilen delillerden birini de şöyle anlatıyor: "Ali Şükrü Beyin gaybubeti akşamı, Osman Ağanın Samanpazarı'ndaki evinden acı acı birtakım sesler işitildiğini, hatta bu iniltilere dayanamayan üst kattaki diğer kiracıların korkarak evden kaçtıkları ve geceyi başka yerde geçirdikleri tesbit edildi."
Evet, iş bu acı gerçek, daha sonra iyice anlaşılır. Topal Osman'ın üst kattaki komşuları, işkence ile katledilen Ali Şükrü Beyin iniltilerini duymaya tahammül edemeyip evlerini terk etmişler.
Bu kaçışın farkına varan Osman Ağa ise, onlara şu açıklamayı yapar: "Neden korkup kaçtınız? Bizim müfrezeden iki nefer münasebetsizlik yapmıştı. Onları iyice bir dövdüm."
Oysa, bir başka görgü tanığı da, o gecenin alacakaranlık sabahında eşya nakli bahanesiyle, Osman Ağanın kapısının önüne bir arabanın yanaştığını soruşturma heyetine anlatmıştı.
Hayret, ibret ve taaccüp yüklü bütün bu gelişmelerin devamını bir sonraki yazıya bırakalım.
27.03.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Nimetullah AKAY |
Birlik ve beraberlik |
|
Dahilde boğuşanların müsbet hareket edemeyeceği gerçeğini kimse inkâr edemez. Müsbet hareket etmeyenlerin yaptıkları işlerde başarılı olma şansları bulunmamaktadır. Bu durumun örnekleri, tarihin derinliklerinden başlayarak günümüzün olaylarına kadar devam eden süre içinde bir çok kere görülmüştür. İçerde birbirine düşen insanlar dışarıdan gelen tehlikelerden kendilerini koruyamamışlar, izzet ve şevketlerini yitirerek tarihten silinmekle karşı karşıya kalmışlardır.
Büyüklerimiz, birlik ve beraberliğin önemini bizlere anlatmak için, her zaman tek başına olan bir çubuğun çok kolay kırılabileceği, birkaç çubuğun birleştirilmesiyle meydana gelen oluşumun kolay kolay kırılmayacağı örneğini hatırlatmaktaydılar. Babalarımız bu örneği, çoğunlukla kardeşler arasında meydana gelebilecek ihtilâf ve boğuşmaların zararlı neticelerini bizlere hatırlatmak için anlatırlardı.
Rabbimizin “Muhakkak mü’minler kardeştirler; siz de kardeşlerinizin arasını düzeltin” emr-i mübini, kardeşler arasındaki fitne ve fesadın şeytanî bir iş olduğunu bize hatırlatmaktadır. Buradan inananlar arasındaki birlik ve beraberliğin Allah’ın emri olduğu sonucunu açık bir şekilde çıkarabilmekteyiz.
Peygamber Efendimiz (asm), “Mü’min için mü’min, sağlam yapılmış bir binanın birbirine kuvvet veren taşları gibidir” mânâsındaki hadis-i şerifiyle Müslümanlar arasındaki birlik ve beraberliğin ehemmiyetini çok güzel bir şekilde ifade buyurmuştur.
Yavuz Sultan Selim, “Milletimde ihtilâf-u tefrika endişesi / Kûşe-i kabrimde bikarar eyler beni” şeklindeki beytiyle İslâm toplumunun parçalanması durumunun tehlikesine dikkat çekmek istemiştir. İslâm toplumlarını tek millet olarak kabul eden Kur’ânî anlayışa sahip olan bütün insanlar, her zaman “İttihad-ı İslâm”ın önemini zikretmişlerdir.
Ne yazık ki, tesanüdün, birlik ve beraberliğin bu kadar açık önemine rağmen, çoğu zaman inananlar bu mesajların aksine hareket etmiş ve bu yanlış hareketin de çok açık cezasını görmüşlerdir. Bu ihtilaf hatalarının neticesinden sadece inananlar değil, inananların adil davranışlarına muhtaç olan bütün insanlık zarar görmüştür. Çünkü Müslümanların yekvücut oluşlarından bütün bir insanlık fayda görecektir.
İslâm inancında barış esastır. İnsanlar çevresine zarar vermediği müddetçe istedikleri inanca bağlı olmakta serbesttirler. Bu sebeple İslâmî hükümlerin uygulandığı toplumlarda gayr-i Müslim olanlar da rahat ve huzur içinde yaşamışlardır. Bu durum da bizlere, dünyada sulh ve sükunun tesisi için Müslümanların İslâm inancına uygun bir hayat modeliyle topluma örnek olmaları gerektiği gerçeğini hatırlatmaktadır.
Günümüzde İslâm’ı en güzel bir şekilde yaşamakla topluma örnek olmak için didinenlerin ve iman ve Kur’ân hizmetini hayatlarının en önemli maksadı haline getirenlerin birlik ve beraberliği çok daha önemlidir. Böyle bir hizmet için en başta gelen “ihlâs” düsturunu hayata geçirmek çok ehemmiyetlidir. Şeytanın yönlendirdiği his ve duygular, her an inananları İlâhî rızaya nail edecek hareket ve davranışlardan uzaklaştırmaya çalışmaktadır.
Çoğu zaman, hedefe varmak için içimizde bulunup da bizimle ufak tefek ihtilafları bulunanların bertaraf edilmesi gerektiğine kendimizi inandırır ve her şeyden önce aynı dâvâya hizmet ettiğimiz bu kardeşlerimizle mücadele etmeyi bir marifet telâkki ederiz. İyi niyetle yaptığımız bu mücadeleden hayırlı bir sonucun çıkması oldukça zor olacaktır. Zira içerde boğuşanların başarıya ulaşması eşyanın tabiatına aykırıdır.
Birbiriyle kenetlenmesi gereken insanları birbirine düşürenlerin büyük bir vebal altına girdiklerini unutmamamız gerekir. İnançlı insanın, hep kendisini haklı görüp, başkalarının da haklı olabileceği gerçeğinden uzaklaşması ancak şeytanları ve şeytanların yolunda olan insanları sevindirir. Çünkü şeytanlar, mü’minler arasında ihtilafa sebep olan düşüncelerin yayılmasını arzu etmektedirler. Ve en büyük emelleri de, Allah’ın rızası dairesinde çalışan inananların birbirine düşmesi, birlik ve beraberliklerinin bozulmasıdır. Unutmayalım ki, günümüzde, her zamankinden fazla birlik ve beraberlikle hedefe yürümeye ihtiyacımız bulunmaktadır.
27.03.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Manevî hastalıklarımız ve çareleri |
|
Antalya’dan Musa Gökkaya: “Hutbe-i Şamiye’de geçen hastalıkları ve gösterilen çareleri kısaca açıklar mısınız?”
“Hutbe-i Şâmiye” Bediüzzaman Hazretleri’nin 1911’de Şam’da Emeviye Camii’nde ulemanın ısrarı üzerine yüz ehl-i ilim ve yaklaşık on bine yakın cemaat karşısında îrad ettiği bir hutbedir. Arapça irad edilen bu hutbe, Şam’da peş peşe iki defa basılmış, bilâhare 1922’de İstanbul’da üçüncü defa basılmış; daha sonraki yıllarda Üstadın bizzat kendisi tarafından Türkçe’ye yapılan tercümesi binlerce defa basılmıştır.
Bu hutbede Bediüzzaman, İslâmiyet’in maddî-manevî üstünlüğünü önemle vurgular ve İslâmiyet’in geçmişte de, günümüzde de, gelecekte de bütün hâdiselere mutlak sûrette hâkim olduğunu ispat eder. Bediüzzaman’a göre; Avrupalılar ve ecnebiler yükseldikleri halde, Müslümanların maddî cihette orta çağda durmaları altı hastalıktan kaynaklanmaktadır. Bunlar şunlardır: 1- Ümitsizlik, 2- Doğruluğun ölmesi, 3-Adavete muhabbet, 4- Ehl-i imanı birbirine bağlayan nurânî bağları bilmemek, 5- İstibdat, 6- Şahsî menfaat düşkünlüğüdür.
Bu altı hastalığa, altı maddede çareler sunar Said Nursî Hazretleri: Ümitsizliğin çaresi emeldir. Yani Allah’ın rahmetinden ümit kesilmemelidir. Doğruluğu sosyal hayatımızda ihyâ etmeliyiz. Muhabbete mutlak sûrette muhabbet duyulmalı; adavete adavet beslenmelidir. Müslüman’a adavet asla beslenmemelidir. Millet ve memleket menfaati mutlak sûrette şahsî menfaatin önünde tutulmalıdır. Meşveret, şûrâ ve hürriyet muhakkak tesis edilmelidir.
Bu altı maddelik reçeteyi ayrı ayrı izah eder Bediüzzaman. En fazla “emel” üzerinde durur ve Müslümanların, üzerlerindeki ümitsizlik ve yeis tozlarını silkmelerini ister.
İslâmiyet gibi cihan-şümûl bir dînin mensupları aslâ ümitsizlik içine girmemelidirler. Ümitsizlik İslâmiyet’in özü ve ruhu ile taban tabana zıttır. Allah’ın rahmetinden nasıl ümit kesilebilir? İslâmiyet’in hem mânen, hem de maddeten terakkî etmeğe istidadı ve kabiliyeti mükemmel derecededir.
Üstad Hazretleri buraya daha sonra koyduğu haşiyede, ilginç bir şekilde, Kuzey Avrupa devletlerinden İsveç, Norveç ve Finlandiya’nın dinsizliğe karşı sed olmak üzere Kur’ân’ı kabul ettiğini; İngilizlerin Kur’ân’a ilgi duyduklarını; Amerika’nın da dinî hakikatlere taraftar olduğunu nazara verir. 2000’li yıllarda bugün Avrupa’ya ve Amerika’ya baktığımızda aynı istikametin devam ettiğini, hayra, hukuka ve kemâle doğru kararlı bir yükselişin kesintisiz sürdüğünü görmek, elli sene önce yapılan o tesbitlerin ne kadar isabetli olduğunu göstermektedir.
Bir özeleştiri yapar Bediüzzaman kitabın devamında. Bizim, İslâm ahlâkını ve iman hakikatlerinin kemâlâtını fiillerimizle izhar etmemiz hâlinde, sair dünya milletlerinin cemaatlerle İslâmiyet’e gireceklerini hem müjdeler, hem de bize yükümlülüğümüzü hatırlatır.
Sürekli akla ve ilme vurgu yapan ve değer veren Kur’ân’ın, aklın, ilmin ve fennin hükmettiği istikbalde söz sahibi olacağını, doksan yıl önceki hutbesinde müjdeler.
Geçmişte İslâmiyet’in bütün dünyaca anlaşılmasını önleyen mânialar olduğunu belirten Said Nursî Hazretleri, ecnebilerin cehaleti ve dinlerine taassubu ile papazların tahakkümünü bunların başında sayar. Ve beşerde uyanan fikir hürriyeti ile hakikati arama meylinin bu mâniaları kırdığını kaydeder. Bizdeki engellerin ise istibdat ve kötü ahlâkımız ile yeni fenlere İslâmiyet’in muhalif zannedilmesi olduğunu esefle beyan eder. Bu mâniaların da hakiki marifetle aşılacağını ve İslâmiyet’in dünya medeniyetinde lâyık olduğu yere geleceğini müjdeler.
Keza Kur’ân’ın yer verdiği Peygamber Kıssalarını yeni bir yorumla ele alan Bediüzzaman, bu kıssaların insanoğluna maddî terakkî kapısını ardına kadar açtığını örneklerle izah eder. Kur’ân’da, Peygamberlerin manevî noktadan olduğu gibi, maddî noktadan da beşeriyetin birer kılavuzu olduklarının vurgulandığını söyler. Başka bir ifadeyle, Kur’ân’ın Peygamber Mucizelerinden bahsedişinin bir hikmeti de, beşeri bu mucizelerin benzerlerini yapmaya teşvik etmektir, beşere terakkî kapısını açmaktır.
Meselâ, Hazret-i Süleyman’ın (as) iki aylık yolu bir günde rüzgâr üzerinde almasından bahseden Kur’ân, insanoğluna havada uçmanın mümkün olduğunu hatırlatır ve uçmaya teşvik eder. Meselâ, Hazret-i İsa’nın (as) en dehşetli hastalıkları tedavi ettiğini ifade eden Kur’ân, insanoğluna tıp açısından eşsiz bir ufuk açar. Kur’ân tıbba destek verir. Meselâ, Hazret-i Musa’nın (as), asası ile taşlardan on iki gözlü su fışkırttığını zikreden Kur’ân, beşere yerin altındaki eşsiz hazineleri gösterir ve bu hazinelerin çıkarılmasını ve istifade edilmesini teşvik eder...1
Netice itibarîyle, beşere terakki kapısının bizzat Kur’ân tarafından açılmış olduğunu önemle vurgulayan Said Nursî Hazretleri, böyle bir kitabın, bütün gözlerini ilerlemeye ve yükselmeye dikmiş olan beşerin istikbaline hükmetmeye hakkı ve kabiliyeti bulunduğunu, beşerin de hakikati araştırma meyli ile bunu muhakkak teslim edeceğini ve Kur’ân’ın dünya medeniyetince kabul göreceğini müjdeler.
Dipnotlar: 1- Hutbe-i Şâmiye, s. 31; Sözler, s. 229
27.03.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
İlerlemeci ideoloji |
|
Geri kalma ile ilerleme veya irtica ile itila/terakki izafî kavramlardır. Vizyona göre değişir. Sonuç nereden baktığınıza bağlıdır. Bu anlamda, Mehdi Zana’nın ifadesiyle Kürtlerin geri kalması veya bunun 20’inci yüzyılın başlarındaki ifadesi ve tercümesi olan Kürt Teali Cemiyeti gibi arayışların kökeninde millî enaniyetle birlikte ilerlemeci ideoloji veya pozitivizm yatar. Bu hastalık evrensel olsa da bize son yüzyıllarda Batı’nın bir yadigarı ve kötü mirasıdır. Bunu en iyi özetleyenlerden birisi de merhum Muhammed İkbal’dir.
Mekke ve Cenevre şiirinde bunu açıkça ortaya koyar:
“Çağımızda ulusların birbiriyle görüşmesi moda oldu
İnsanlar arasında birlik ise gözlerden saklı kaldı
Batı diplomasisinin amacı (insanları) uluslara bölmektir
Oysa Müslümanlığın hedefi insan birliğidir
Mekke, Cenevre topraklarına şu mesajı verdi:
Cemiyet-i Akvam değil (BM’nin eski adı) insanlar cemiyeti”
İşte Müslüman aydınlar ardından da toplumlar akkültürasyon suretiyle kaptıkları Batı kültür virüsünün etkisiyle gerçeklere şaşı bakmaya başladılar. Kardeşlerine Mekke dürbünüyle bakacağı yerde Cenevre penceresiyle bakmayı yeğlediler. Kendi duruş ve oturuşlarını unuttular. Ve bu umumî bir bela halini aldı.
‘İlla ma rahime rabbi’ denildiği gibi bu hastalıktan çok az kişi kendisini kurtarabilmiştir. Hastalığın umumî ve sarî olması onu hastalık vasfından çıkarmaz belki varlığını tehdit noktasında daha tehlikeli hale getirir. Maddî terakki, manevî terakkiye vabestedir ve bağlıdır. Tek başına maddî terakki ve ilerleme ilerlemeden çok intifah, şişme ve bozulmadır. Deformasyon ve tefessühtür. Kapitalizm suretiyle görülen bu ontolojik irtidat insanlığı kıyametin uçurumuna getirmiştir. Dolayısıyla manevî ölçülere bağlı olmayan ve atbaşı gitmeyen her ilerleme fıtrata ve kâinata yanlış bir müdahaledir. Fıtraten ve ontolojik olarak bir irticadır. Bunun bütün türevleri de böyledir.
Bu anlamda birkaç yüzyıldır İslâm dünyasının geri kalması meselesi tartışılmaktadır ve bu çerçevede iki küllî bakış açısı vardır. Bunlardan birisine göre, İslâm dünyası gerilememiştir. Buradaki gerileme izafî bir değerlendirmedir. Batı’nın ilerlemesi de bir ilerleme olmayıp deformasyon suretinde bir gelişmedir.
***
Aslında bu tartışmalar başaşağı gitme günlerinden çok önce, daha Osmanlı’nın zirve günlerinde başlamıştı. Bu anlamda, İmam Birgivi ve Kadızadeler, Osmanlı’da bir inhiraf çizgisinin başladığını söylemişlerdi. Ardından Koçi Bey, devlet işleyişinde bir halel ve bozukluk arız olduğunu ifade eden günümüzün raporlarına benzeyen; rapor suretinde bir risâle kaleme almıştır. Ondan itibaren de devlete çeki düzen verilmesini ve yeni bir düzen kurulmasını isteyen onlarca risâle yazılmıştır. Gerçekten de önce bir inhiraf ardından da maddî terakkide bir tevakkuf ve atalet devri patlak vermiştir. Maddî suretle gelen çöküntü aslında manevî çöküntünün bir ârazıdır. Bu çerçevede, Şekip Arslan gibiler İslam âleminin geri kalmasının sebeplerini tâdat ve tahlil etmeye ve irdelemeye çalışmışlardır.
Bu bağlamda, Şekip Arslan’dan M. Said Ramazan el Buti’ye kadar birçok müellif tarafından günümüze kadar birçok eser yazılmıştır. Bu hususta kullanılan anahtar kavramlardan birisi inhitat yani gerileme veya çöküntüdür. Ebu’l Hasan en Nedevi de, İslâm âleminin durumuyla alakalı bu kavramı kullanmıştır. Yine bu bağlamda Nakba ve izmihlâl kavramlarını da kullananlar olmuştur. İzmihlâl ise topyekün bir çöküntü halidir. Gerilemenin de ötesinde bir çöküntü devresi.
Batılılar buna zeval mânâsında ‘decadence’ diyorlar. İslâm dünyası siyasî olarak iki dönem böyle bir kısadevre yapmıştır. Birisi Abbasi hilâfetinin yıkılmasıyla, ikincisi de Osmanlı’nın inkırazıyla birlikte. Ama buradaki gerileme bir fetret devrinden ibarettir. Lineer yani düz çizgideki gibi kalıcı değil, geçicidir. Bundan dolayı da İslâm milletinin kısa devreler hariç toptan bir çöküşünden asla söz edilemez. Hatta Kudüs’ün işgaliyle ilgili söylenenlerden birisi, Müslümanların son ümmet ve en son mesajın taşıyıcıları olmaları hasebiyle Kudüs’ün yüz yıldan fazla işgal altında kalamayacağı yönündedir. Fetret yasaları da bunu göstermektedir. Müslümanlar her sürçmeden sonra tekrar ayağa kalkmışlardır. Bunun tek istisnası kıyamet halidir.
***
Müslümanlar bir taraftan çökerken bir taraftan da yenilenmektedirler. Son 200 yıllık devre böyledir. Vahidüddin Han’ın hadislerden çıkardığı mânâ da budur. Dolayısıyla her alanda çökme her alanda tamir ameliyesiyle atbaşı gitmektedir. Bundan dolayı daima en karanlık devrelerde bile bir ışık vardır ve çıkmayan candan ümit kesilmez mânâsında ‘el muslimune bihayr’ denilir.
1987 veya 1988 yılında olabilir, M. Said Ramazan el Buti, Hafız Esad idaresi altındaki Şamlıların durumu sorulduğunda herkesi hayrete düşüren ve şaşırtan bir cevap vermişti: “Şam halkı hâlâ hayırdadır...”
Bu itibarla maddî hezimetle manevî yenilenme içiçedir. Hâlâ değerleri itibarıyla İslâm dünyası Batı’dan üstündür. Maddî inhitatına rağmen gücünü son mesajdan almakta ve ehl-i insaf Batılılar bile bu vasfını kabul etmektedirler.
Bunlardan birisi De Gaulle’dür ve adeta siyasî bir manifesto niteliğindeki şu siyasî vasiyetini yapmıştır: “Fransa’nın İslâm dünyasıyla ilişkileri azami derecede önemlidir. Müslüman ve Arap topluluklarla temasımız bize kaybettiğimiz manevî değerlerimizi, insanlık ruhunu yeniden kazandıracaktır. Bu ruhu yeniden kuşanmamıza yardımcı olacaktır...”
Müslümanlar kadr ü kıymetini bilmeseler de hâlâ insanlığın kurtuluş reçetesi İslâmdadır ve bunun anahtarı da Müslümanların elindedir.
27.03.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Vehbi HORASANLI |
Utanılası milliyetçilik |
|
Yeni Asya Vakfının tertiplemiş olduğu avukat Ömer Faruk Uysal’ın sunduğu “Milliyetçilik” konulu semineri izledim ve çok istifade ettim. Seminer sırasında dikkatimi çeken birkaç hususu sizlerle paylaşmak istiyorum.
Milliyetçiliğin kökü, şeytanın Allah’ın emrine karşı gelmesine kadar uzanır. Kur’ân’dan öğrendiğimize göre şeytan “Ben ateşten yaratıldım, Âdem ise topraktan yaratıldı” diyerek kendi nev'înin üstünlüğünü öne sürmüş ve Allah’ın emrine isyan etmişti. Halbuki üstünlük yine Kur’ân’ın ifadesine göre, takva yani günahlardan çekinmek ile ilgilidir. Kaldı ki Hz. Âdem’e Cenâbı Allah talim-i esmayı öğretmişti.
Hazreti Âdem’e icmalen (kısaca) öğretilen Allah’ın güzel isimleri Peygamberimize (asm) bütün mertebeleri ile tafsilen öğretilmişti. Nev olarak insan, ahsen-i takvim yani en güzel surette yaratılmıştı.
Hiç kimsenin Allah’ın takdirine karşı çıkması mümkün değildir. O neyi isterse o olur. Onun “Ol” demesi yaratılması için kâfidir. Şeytan gibi isyan edenlere Rabbimizin azabından küçük bir esinti azıcık dokunsa yeterlidir. Kahhar, Cebbar ve Müntakim gibi isimleri olan Allah’tan korkmalı ve kendi nev'îmizin veya ırkımızın üstünlüğünü ifade eden davranışlardan kaçınmalıyız vesselâm…
Günümüzdeki milliyetçilik anlayışı Fransız İhtilâli ile başlar ve feodal beyliklerin yıkılıp güçlü devletlerin kurulması ile devam eder. 18. yüzyılın sonlarına doğru Almanya, İtalya gibi devletler milliyetçilik dalgasını arkalarına alarak birliklerini sağladılar ve büyük bir imparatorluk kurarak sahneye çıktılar.
Milliyetçilik bu ülkelerle birlikte İngiltere ve Fransa’da olumlu etki yapmakla birlikte Avusturya ve Osmanlı devletinde tam bir yıkıma yol açtı. Farklı etnik kökenden gelen insanların meydana getirdikleri bu güçlü devletler bir anda paramparça olup yıkılmaya yüz tuttular.
Kısaca milliyetçilik bazı ülkeleri birleştirip güçlendirdiği halde, tek bir ulustan meydana gelmeyen geniş coğrafyaya ve zengin kültüre sahip ülkeleri yıkıma yöneltmiştir.
Elbette bu ilişkiyi fark eden İngiliz ve Fransız imparatorlukları bir fitne ateşi gibi milliyetçilik kavramını allayıp pullayarak içimize salmış ve tarih sahnesinden trajik bir şekilde çekilmemize yol açmışlardır.
Doymak bilmeyen emperyalist iştahlarını hâlâ güçlü tutan bu ülkeler günümüzde aralarına Amerika’yı da alarak yıkıma devam etmektedirler. Türkiye gibi çok çeşitli kültürlerden gelen insanların bulundukları ülkeleri ırkçı söylemler ile bölmeye ve parçalamaya çalışmaktadırlar.
Bu ülkelere çok fazla bir şey söylemeye hakkımız yok. Zira onlar kendi menfaatleri için bizi ateşe atıp bir insanlık suçu işliyorlar. Benim asıl söz söylemek istediğim yaptığı yanlışın farkına varamayan zavallı milliyetçileredir.
Bizdeki milliyetçilik birçok yönden sakattır. Zira batıdan ve kuzeyden gelen değerlere hiç utanmadan sıkı sıkıya sahip çıkılır. Güneyden ve doğudan gelen değerler ise reddedilir. Yani Avrupa’nın her türlü sefahatine sahip çıkıldığı halde, İslâmdan aldığımız değerlere aynı şekilde bakılmaz.
Türk Ceza Kanunu, Türk Ticaret Kanunu ve Türk Medenî Kanunu adı verilen ve sadece baş tarafına Türk lâfzı yerleştirilerek önümüze konulan kanunlar birer tercüme metnidir. Ne yazık ki bu kanunlar hayata geçirilirken kendi kültür ve geleneklerimize ait hiçbir değere yer verilmemiştir. Adeta milletle alay edilerek zorla kabul ettirilmiştir.
Şimdi karşımıza çıkıp “ulusalcılık” veya “milliyetçilik” adı altında dil dökenler önce şu çelişkiyi bir düzeltsinler. Eğer kendi ulusunu yüceltmeyi esas aldıklarını iddia ediyorlar ise Batıdan alınan ve hiç tereddüt edilmeden kabul edilen bu kanunların bizi aşağıladığını hiç düşünmüyorlar mı?
Kimse kusura bakmasın, bizim dilimizde bu tür davranışa “ikiyüzlülük” denilir. Eğer milliyetçilikte samîmî olan birisi varsa bana öncelikle bu tek taraflı hayranlığı izah etsin. Sonra karşıma çıkıp “Sen ne biçim insansın, kendi değerlerini korumaya çalışmıyorsun” desin, vesselâm….
27.03.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Serdar MURAT |
Sorun demokrasi anlayışında |
|
Cumhurbaşkanlığı tartışması öylesine alevlendi ki, siyasî kulislerde başka bir konuyu tartışmak, başka bir şeyi konuşmak mümkün değil.
Türkiye, cumhurbaşkanını halkın seçeceği bir düzenlemeyi getirene kadar da bu tartışmalardan kurtulamayacak.
Ancak cumhurbaşkanlığı tartışması öncesinde bu konuyu gündemimize alıyoruz, “Bu sefere yetişmez” diyor, ondan sonra da 7 yıl boyunca derin dondurucuya kaldırıyoruz.
Cumhurbaşkanını cumhura seçtirmedikten sonra Türkiye bu sancıdan kurtulamayacak.
Çünkü işin temelinde rejim tartışması yatıyor.
Demokratik cumhuriyet mi olacak, militarist cumhuriyet mi?
Çankaya konusunu da güçlü bir demokratik iradeye teslim etmeden bu işin içinden sıyrılmamız güç olacak.
Demokrasi bir kurumlar ve kurallar rejimi. Yapılan işin anayasa ve yasalara uygun olması her şeyden öte ise, meşruiyeti konusunda bir tartışma olmaması lâzım. Bu normal bir demokratik ülkenin kriteri.
Demokrasilerde anayasa ve yasalara karşı bir noksanlık görüldüğü zaman, demokrasiye uygunluğu tartışma konusu olur. Bizde ise, sorun tam tersine.
Ülkemizde anayasa ve yasalara uygun olması ve meşruiyeti konusunda bir sorunun bulunmaması asıl sorun kaynağını teşkil ediyor.
Tabiî birilerinin kafasında…
Önümüzde bir örnek var.
Recep Tayyip Erdoğan’ın cumhurbaşkanı adayı olması anayasanın 102. maddesinde tarif edilen kriterlere uyuyor mu? Uyuyor.
Peki yasal bir sıkıntı söz konusu mu?
Bu konu yasa ile değil, anayasa ile düzenlendiği için, orada da bir noksan yok.
Peki meşruiyet konusunda bir soru işareti var mı?
Demokrasilerde meşruiyetin kaynağı millet.
Cumhurbaşkanını seçmek bu parlamentonun görevi.
Geçmişte sorunlar parlamentonun cumhurbaşkanını seçmesinden değil, seçmemesinden kaynaklanmıştı. 12 Eylül’ün en büyük gerekçesi bu değil miydi? Zaten anayasaya göre 4 turda da cumhurbaşkanı seçemediği zaman Meclis kendini feshediyor.
Erdoğan, Meclis’te 354 milletvekili ve yüzde 35 oy desteği ile en büyük siyasî iradenin lideri değil mi? Evet.
Burada da bir sorun yok demektir.
Özal cumhurbaşkanı seçildiğinde, ANAP’ın oy oranı bazı çok bilmişlerin dediği gibi yüzde 36 değildi. 1989 yerel seçimleri yapılmış ve ANAP yüzde 21.75’e düşmüştü. Zaten Özal da bu sonucu gördüğü için, ilk seçimde muhalefete düşeceğini fark edip Çankaya’ya kaçtı.
AKP için öyle bir sorun da yok. Anketlerde oyunu koruduğunu gösteriyor.
Hatta CHP’nin “seçtirmem” hırçınlığı AKP’ye yarıyor.
Peki burada sorun nerede?
Toplumsal gerginlik olur?
Demokrasilerde toplumsal talepleri de dikkate almak gerekiyor.
Ancak toplumdaki gerilimi ölçebilecek bir barometre henüz elimizde yok. Toplumun desteği siyasî iradenin arkasında var mı, yok mu, ancak ona bakabiliriz.
Toplumun desteği bu partinin arkasında devam ediyor.
Bu ülkede yüzde 13 ila yüzde 17 arasında bir oy oranına sahip olan CHP’den başka da rahatsız olan kimse yoktur.
Eğer Recep Tayyip Erdoğan o denli tehlikeli bir adamsa, başbakan olmasının önünü niye açtınız?
Erdoğan’ın Siirt’ten milletvekili seçilip, başbakan olmasını bizzat Baykal sağlamadı mı? O zaman doğru olanı yaptı.
Başbakan olur, ama cumhurbaşkanı olamaz.
Tüm kriterlere uyduğuna göre sorun nereden kaynaklanıyor?
Ruhat Mengi’nin kriterlerine uymuyor.
Deniz Baykal’ın kriterlerine de uymuyor.
Tuncay Özkan, Emin Çölaşan’ın kriterlerine de aykırı.
Demokrasiyi böyle tarif etmeye kalkışırsak, o zaman ortaya 74 milyon kriter çıkar.
Bu militarist bir zihniyet.
Hasolar, Memolar, yani “Ey millet iktidar olabilirsin, ama cumhurbaşkanı olamazsın.”
Niye?
Çünkü sen milletsin...
Kim olur?
Bir avuç militarist kafa.
Yok öyle yağma.
Bu AKP kadar korkak ve pısırık bir parti görmedim.
Millet iradesi burada tecelli etmiş.
Bu iradeyi temsil etmekte sıkıntı çekiyorlar.
Peki yüzde 35 oy oranı, 354 milletvekili olsa Baykal bu eleştirilere pabuç bırakır mı?
Bırakın cumhurbaşkanı seçmeyi onu ebedî cumhurbaşkanı bile ilân etmeyi hedeflerler.
Ne de olsa millî şef geleneğinden geliyorlar.
27.03.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|