Bir dramdır akıp gidiyor, yıllardır ekranlarımızda.
Televizyonun renksiz ve tek kanallı olduğu yıllarda da, renkli, üstelik yüksek çözünürlüklü, yüzlerce kanallı olduğu yıllarda da, bir hüzün, bir ağıt, bir mutsuzluk akıp gidiyor.
Birileri sürekli gözyaşı döküyor. Birileri sürekli acı çekiyor. Birileri sürekli yas tutuyor.
Yıllar geçiyor, nesiller nesilleri takip ediyor, yönetim defalarca değişiyor, ama ekranlardaki dram değişmiyor.
Komşuyla akraba gibi olunan yıllarda da, komşunun evi soyulduğunda haberdar olunmayan yıllarda da, hayali kahramanların hayalî acılarını izliyoruz, ağzımız bir karış açık. Yorumlar, tahminler, temenniler dökülüyor dudaklarımızdan. Kızıyor, ümitleniyor, hayal kırıklığına uğruyoruz.
Bizim hayatımıza hiç benzemeyen, bizim gibi konuşmayan, bizim gibi yiyip içmeyen, bizim çektiklerimizi çekmeyen insanların dertleriyle dertleniyoruz.
Belki o dertler bizde yok diye avunuyoruz. Belki o şaşalı hayatlara bakıp imreniyoruz. Belki oyuncunun üstündeki elbisenin, evdeki mobilyaların modelini beğeniyoruz. Ama gözümüzü o dramdan alamıyoruz.
Oyuncular değişiyor, kahramanlar değişiyor, isimler değişiyor; ama hikâyeler üç aşağı beş yukarı aynı kalıyor. Biz aynı dramın farklı sürümlerini seyredip duruyoruz.
Biz seyrettikçe onlar yenilerini çekiyor, onlar çektikçe biz seyrediyoruz, biz seyrettikçe onlar eski senaryoları yeniden yazmaya, eski filmleri yeniden çekmeye devam ediyor.
Belki bu sırada gerçek bir dramı atlıyoruz. Belki elimizi uzatsak kurtarabileceğimiz bir hayatı kaybediyoruz. Belki dua bekleyenleri kaçırıyoruz. Belki gerçek mutsuzlara mutluluk verme şansından kendimizi uzaklaştırıyoruz.
Ve belki gerçek dramları görüp, bir şey yapamamanın vicdan azabından kendimizi kurtarıyoruz. Başkası açken tok yatabilmenin rahatlığını elde ediyoruz. Birileri ağlarken, hiçbir şey olmamış gibi yaşayabilmenin formülünü buluyoruz.
Belki annelerimizin sıkça kullandığı ama bizim düzeltmeye çalıştığımız gibi, sadece “televizyona bakıyoruz.”
26.03.2007
E-Posta:
[email protected]
|