|
|
Murat ÇETİN |
Televizyona bakmak |
|
Bir dramdır akıp gidiyor, yıllardır ekranlarımızda.
Televizyonun renksiz ve tek kanallı olduğu yıllarda da, renkli, üstelik yüksek çözünürlüklü, yüzlerce kanallı olduğu yıllarda da, bir hüzün, bir ağıt, bir mutsuzluk akıp gidiyor.
Birileri sürekli gözyaşı döküyor. Birileri sürekli acı çekiyor. Birileri sürekli yas tutuyor.
Yıllar geçiyor, nesiller nesilleri takip ediyor, yönetim defalarca değişiyor, ama ekranlardaki dram değişmiyor.
Komşuyla akraba gibi olunan yıllarda da, komşunun evi soyulduğunda haberdar olunmayan yıllarda da, hayali kahramanların hayalî acılarını izliyoruz, ağzımız bir karış açık. Yorumlar, tahminler, temenniler dökülüyor dudaklarımızdan. Kızıyor, ümitleniyor, hayal kırıklığına uğruyoruz.
Bizim hayatımıza hiç benzemeyen, bizim gibi konuşmayan, bizim gibi yiyip içmeyen, bizim çektiklerimizi çekmeyen insanların dertleriyle dertleniyoruz.
Belki o dertler bizde yok diye avunuyoruz. Belki o şaşalı hayatlara bakıp imreniyoruz. Belki oyuncunun üstündeki elbisenin, evdeki mobilyaların modelini beğeniyoruz. Ama gözümüzü o dramdan alamıyoruz.
Oyuncular değişiyor, kahramanlar değişiyor, isimler değişiyor; ama hikâyeler üç aşağı beş yukarı aynı kalıyor. Biz aynı dramın farklı sürümlerini seyredip duruyoruz.
Biz seyrettikçe onlar yenilerini çekiyor, onlar çektikçe biz seyrediyoruz, biz seyrettikçe onlar eski senaryoları yeniden yazmaya, eski filmleri yeniden çekmeye devam ediyor.
Belki bu sırada gerçek bir dramı atlıyoruz. Belki elimizi uzatsak kurtarabileceğimiz bir hayatı kaybediyoruz. Belki dua bekleyenleri kaçırıyoruz. Belki gerçek mutsuzlara mutluluk verme şansından kendimizi uzaklaştırıyoruz.
Ve belki gerçek dramları görüp, bir şey yapamamanın vicdan azabından kendimizi kurtarıyoruz. Başkası açken tok yatabilmenin rahatlığını elde ediyoruz. Birileri ağlarken, hiçbir şey olmamış gibi yaşayabilmenin formülünü buluyoruz.
Belki annelerimizin sıkça kullandığı ama bizim düzeltmeye çalıştığımız gibi, sadece “televizyona bakıyoruz.”
26.03.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Şaban DÖĞEN |
Sevginin kucaklayıcılığı |
|
“Gelin tanış olalım,/ İşi kolay kılalım,/ Sevelim, sevilelim,/ Dünya kimseye kalmaz” der Yunus.
Madem ki kalbimize kâinatı istilâ edecek bir sevgi yerleştirilmiştir. Önce Allah’ı, sonra da Allah adına yaratıklarını sevmekten başka yapabileceğimiz ne olabilir ki?
22. Mektup’ta uhuvvet, yani kardeşlik konusunu işleyen Bediüzzaman da sevgiyle düşmanlığın ışık ve karanlık gibi birbirlerine zıt olduğunu söyler. Işık geldiğinde karanlık, karanlık geldiğinde ışık kaybolduğu gibi, bir kalbe sevgi yerleştiğinde de düşmanlığa orada yer kalmaz. O duygu acımaya dönüşür. Düşmanlık yerleşince de sevgiden söz edilmez. Sevgi de yapmacık söz ve davranışlardan ibaret kalır.
Mü’min, mü’min kardeşini sevmek zorunda. Bu imanın gereği. Onda Kâbe hürmetinde iman, Uhud Dağı azametinde İslâmiyet ve dağlar büyüklüğünde sevgi, saygı, şefkat, cömertlik, fedâkârlık, v.s. gibi yirmi-otuz masum ve güzel sıfat varken bir iki tane hata, kusur, yanlış ve canî sıfatı yüzünden ona kin bağlamak, düşman kesilmek imanla, İslâmla, insafla, vicdanla bağdaşmaz. Allah Resûlü (a.s.m.), “Siz iman etmedikçe Cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de tam iman etmiş olamazsınız” buyurmuyor mu?
Öyleyse mü’min' mü’min kardeşini sevmeli. Fenalığı için sadece acır ve lütufla islâhına çalışır.
Peki, şu siyasî tercihler konusunda Müslümanların—bilhassa mazide—birbirlerine değişik gözle bakmalarını, ãdetâ kin ve düşmanlığa varır tarzda davranışlar içerisine girmelerini nasıl açıklamalı?
Sorunun cevabını siz buladurun. Ben sadece sonucuna dikkat çekmek isterim. Hz. Ebû Bekir’in, “Kendinizi hizaya sokunuz. Yoksa zaman sizi hizaya sokar” vecizesi gereğince biz kendimizi İslâmın ve imanın potasında tam eritemediğimiz için Kader öyle olaylarla bizi tokatladı ki, ehl-i iman ister istemez birbirlerine yaklaşma, omuz omuza verme, kaynaşma, birbirlerine anlayış ve hoşgörüyle bakma ihtiyacını hissetti.
Evet, birbirimizi anlamak işin başlangıç noktası. Bizi bir araya getiren, birleştiren bağlar o kadar çok ve kuvvetli ki ne cemaatî ve siyasî tercih farklılıkları hiçbir zaman iman kardeşliğinin önüne geçemez.
Herkes bir cemaate mensup olmalı veya olabilir. Ama bu hiçbir zaman diğer cemaatleri karalama, onlara düşman olmayı gerektirmez. Herkes cemaatini İslâma hizmet etme metod ve yarışı olarak görmeli.
Siyasî tercihlerde de farklı mülâhazalar olabildiği için aslâ aynı camide omuz omuza geldiğimiz kardeşimize farklı gözle bakma vesilesi olmamalı.
İmanın gereği olan sevgi bunu gerektirmiyor mu?
26.03.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Nimetullah AKAY |
Yaşıyor olabilmenin zorluğu |
|
Bugün yaşıyor olabilmenin bize neler kazandıracağını veya neler kaybettireceğini tam bilemeyiz şüphesiz. Yaşamak, dünya hayatının nimetlerinden istifade edebilme imkânına sahip olmak, bizler için bir nimet olabileceği gibi, bir kaybetme vesilesi de olabilir. Bu sebeple, yaşantıyı sürdürüyor olabilmek her zaman bizlere sevinçler kazandırmayabilir.
Hep hazır lezzeti önemseyen insanlar olarak, el’an yaşıyor olabilmemizin gelecekte bizlere neler kazandırabileceğini pek düşünmüyoruz ne yazık ki. Geçmişte yaşadıklarımızdan ders alma cihetine gitmediğimiz gibi, geleceğin de bizler için nelere gebe olabileceği ihtimallerini hiç düşünmek istemeyiz.
Gününü gün etme felsefesi adeta ruhumuza işlemiştir. Öyle ki, her şeyi bu dünya hayatından ibaret görmeye başlamışız. Ruhumuzu bu felsefenin karanlık safsatalarından ve zehirli bal şeklindeki yalancı lezzetlerden arındırmayı başarmazsak, insan olma yolunda hedefe ulaşabilmemiz mümkün olmayacaktır.
Neredeyse görüyor gibi inandığımız dünya sonraki hayata, inancımız nisbetinde hazırlık yapmadığımız, itiraz etmemiz ve yalanlamamız mümkün olmayan bir gerçektir. İnanıyoruz, ama inandığımız gibi yaşama konusunda başarılı olamıyoruz. Gerçekleri görmesi gereken gözlerimizi kaplayan kara perdeler, bizim gerçekleri görmemize muvakkaten de olsa engel oluyor. Böylece başıboş bir hayatın karanlık vadilerinde mutlak sona doğru adım adım ilerlemekteyiz.
Bir rüyadan ibaret olan dünya hayatını düşündüğümüz kadar, ebedî olarak yaşayacağımız ahiret hayatını düşünmemek, insanlığın müptela olduğu en ağır manevî hastalıklardandır. Bu meselede kendimizi kolay kolay mazur duruma düşürebilecek gücümüz bulunmamaktadır. Her yaşadığımız gün bizlere mahcubiyet gerektiren günahlar kazandırmaktadır. Ama o kalın ve kara gaflet perdeleri bu mahcubiyetimizi bize hatırlatmak istememektedir.
Bizlere hayat kazandıracak bir hayat yaşıyor olabilmek, asıl meselemiz olmalı iken, sonu karanlık olan yaşantılarla bize emanet verilen zamanları tüketmek, en büyük uğraşımız haline gelmiştir. Yine de dünyada yaşıyor olmayı bir kazanç olarak görüyoruz. Dünyadaki hayatımızın uzun olmasına seviniyor, gerçekler âlemine götürecek sebeplerden ise olabildiğince ürküyoruz.
Aslında bu dünya hayatına veda eden nice inançlı insanlar, imkânları olsa dahi dünyamızın semtine bile uğramak istemeyeceklerdir. Çünkü onların nereden nereye gittiklerini ancak onlar bilir. Onların cansız bedenleri zahiren toprağın bağrına terk edilse de, aslında ruhları yüksek diyarlarda, dünya hayatının çirkin haletlerinden çok uzak memleketlerde sürurlar içinde yeni bir hayata başlamışlardır.
Bizler kendimize üzülmemiz gerekirken, ölüm nimetiyle aydınlık âlemlere kanat açan yakınlarımıza üzülüyor, gözyaşı döküyor ve ölümü onlar için büyük bir kayıp olarak değerlendiriyoruz. Kendi halimize acımamız gerekirken, dünyadan kurtulan o bahtiyarların gidişine üzülüyoruz. Oysa ölümle bu dünyadan ayrılanların, yeterince gittikleri memleket için hazırlık yapmadıklarına üzülmeli ve bundan kendimize ciddî mânâda dersler çıkarmalıyız.
Giden imanlı insanların günah defterlerinin kapanması, bırakmış oldukları güzel eserlerden ve manevî şirketlerden dolayı sevap defterlerinin açık olması cihetini düşündüğümüz zaman işin güzel yönünü daha iyi görürüz. Artık onlar için sadece kazanç bulunmaktadır. Rabb-i Rahîmin rahmeti de imdatlarına yetişirse, dünya hayatıyla kıyaslanmayacak bir yaşantı onları güzelliklerle baş başa bırakacaktır.
Biz dünyada kalanlar ise şiddetli bir imtihan yaşamaya devam edeceğiz. Günah oklarından korunmak için büyük bir çaba ve gayrete ihtiyacımız olacaktır. Nefis ve şeytanın telkinlerine kulak asmadığımız oranda dünya hayatını kendimiz için verimli bir hale getirebileceğiz. Dünyanın geçici heveslerine ilgi duymadığımız takdirde gerçek bir kul olmak, ihlâslı bir âbid olmak yolunda önemli adımlar atabileceğiz. Aksi takdirde dünyada uzun bir hayat sürmenin menfî kazanımları ebedî hayatımızın mahvına sebep olacaktır. Rabbim rahmet ve merhametini bizden esirgemesin...
26.03.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
M. Latif SALİHOĞLU |
Ali Şükrü Bey cinayetiyle, yakın tarihin seyri değişti |
|
Hadisenin üzerinden üç çeyrek asırlık bir zaman dilimi geçmiş olmasına rağmen, Ankara'da işlenen Ali Şükrü Bey cinayeti bugün hâlâ aydınlatılabilmiş değil.
Oysa, yeni Meclis'te 27 Mart 1923'te işlenen bu ilk cinayetin mutlak sûrette aydınlatılması gerekir.
Aksi halde, yakın tarihin doğru şekilde anlaşılması, anlatılması, öğrenilmesi, öğretilmesi mümkün görünmüyor.
Zira, hemen o gün ve o tarihte, özellikle Türk siyasî tarihinin seyri değişti.
Meselâ: Yeni seçim kararı alındı; muhalifler birbirine gözdağı verdi; vekiller hayatından emin olmamaya başladı; Lozan antlaşması karambole getirildi; gizli celselerde muhalefetin sesi kıstırıldı; vesaire...
Evet, tâ cinayet gününe kadar da Meclis'te iki grup vardı ve bu durum gayet normaldi.
Birinci grubun başını M. Kemal ile İsmet Paşa, ikinci grubun başını ise Ali Şükrü Bey ile Hüseyin Avni Bey çekiyordu.
İkinci gruptakiler, Lozan görüşmelerinin Avrupa basınındaki yansımaları ile Meclis'e sunulan bilgiler arasında ciddî çelişkiler olduğunu, deliller göstererek savunuyordu.
Birinci gruptakiler ise, bu tarz bir malûmat yüksekliğini bir türlü hazmedemiyordu.
Zaman zaman ortam gerildi, ve bu iki grubun mensupları biribirlerinin üzerine yürüdü.
* * *
Bir başka nokta, her iki grubun da ayrı matbaası ve gazetesi vardı.
Birinci grubun lideri M. Kemal'in Hakimiyet–i Milliye, ikinci grubun lideri Ali Şükrü Beyin ise Yenigün isimli günlük gazetesi çıkıyordu.
İki grup arasında, hemen her yönüyle derin bir muhalefet söz konusuydu.
Gerilim had safhaya varınca, birinci gruptakiler, özellikle Ali Şükrü Beyi gözden çıkarma noktasına geldiler.
Bu havayı sezen Çankaya Muhafız Komutanı Topal Osman, kendince bir plan hazırladı. Ali Şükrü Beyi tuzağa düşürdü. Onu evinde işkence çektire çektire öldürdü. Ardından da götürüp bir bağda toprağa gömdü.
Birkaç gün sonra, ceset ortaya çıkartıldı ve bu cinayetin Topal Osman tarafından işlendiği anlaşılmış oldu.
Meclis, câninin asılarak idam edilmesine karar verdi...
* * *
Yeni Meclis'in üzerine sıçratılan bu ilk kan lekesinin Topal Osman'ın eliyle icra ve tatbik edildiği nihayet anlaşıldı anlaşılmasına da, ancak Topal Osman'ın bu işi tamamen kendi inisiyatifi ile yapıp yapmadığı bir türlü açıklığa kavuşturulamadı.
Bunun muhakkak ki çok önemli sebepleri var.
Birincisi: Meclis'in idamına karar verdiği Topal Osman, üzerine gönderilen askerlerle girdiği müsademe neticesi vurularak öldürüldü. Öldürülmekle de kalınmadı, her ihtimale karşı kafası kesilerek başı gövdesinden kopartıldı. Böylelikle, delil karartılmış ve soruşturmanın önü tamamiyle kesilmiş oldu.
İkincisi: Topal Osman'ın üzerindeki şahsiyetlerden, yani amirlerinden hesap sorulamadı, mahkeme yoluyla ifadeleri alınamadı; dolayısıyla, bu cinayetle bağlantılarının olup olmadığı anlaşılamadı, bağlantılar büyük çapta karanlıkta kaldı. Aynı durum ve şartlar bugün de değişmiş değil. Bu sebepten, cinayetin arka planı aydınlatılamıyor.
* * *
Tarihin bu karanlık sayfası, acaba hep karanlıkta mı kalacak? Günün birinde her şey apaçık ortaya konulabilecek mi?
Bu sorulara kesin ve net cevabın verilmesi şimdilik mümkün görünmüyor.
Biz, hadisenin bilinen taraflarını sizlere takdim edelim, gerisini siz muhakeme ederek bulmaya çalışın.
Ali Şükrü Bey cinayetiyle alâkalı önemli bazı bilgileri de, kısmetse yarınki yazımızda sizlere aktarmaya çalışalım.
E–mail mesajları
Teknik bir hata veya engelleme sebebiyle olacak, bazı okuyucularımızla e–mail üzerinden mesajlaşamıyoruz.
Ya onların mesajı bize, ya da bizim cevabımız onlara bir türlü ulaşamıyor.
Bundan dolayı da, okuyucularımızın gücenmemesini istirham ediyoruz.
İçinde tehdit, küfür ve hakaret olanların dışındaki hemen hiçbir mesajı karşılıksız bırakmadığımızı, aziz okuyucularımızın bilmesini isteriz.
Bu sebeple, âcil konuları mesai saatleri içinde bize telefonla bildirmelerini istirham ederiz. M.L.S.
GÜNÜN TARİHİ 26 Mart 1917
Filistin'de İngiliz fitnesi
Birinci Dünya Savaşının en önemli sahnelerinden biri de bugün itibariyle Filistin'in güneyindeki Gazze bölgesinde yaşandı.
Osmanlı ve İngiliz kuvvetleri arasında yaşanan bu Birinci Gazze Savaşını İngilizler kaybetti.
İngiltere'nin Birleşik Krallık Kuvvetlerinin içinde, ayrıca Avustralya ve Yeni Zelanda askerleri de yer almaktaydı. Buna rağmen galebe çalamadılar.
Ne var ki, Birleşik Krallık (Britanya) kuvvetleri geri çekilmesine rağmen, Filistin ve Ortadoğu üzerindeki emellerinden vazgeçmedi.
Bir süre sonra tekrar harekete geçip savaştılar. İkincisini üçüncü Gazze Savaşı takip etti.
Ne yazık ki, 1917 yılı sonlarına doğru Gazze ve Kudüs ile birlikte, hemen bütün Filistin toprakları İngiliz hakimiyeti altına girdi.
Bu fecî mağlûbiyetin yegâne sebebi—kasıtlı şekilde tekrarlandığı gibi—yerli Müslüman halkın Osmanlı'ya yardım etmemesi falan değil. Belki, en önemli sebep, daha sonra bu bölgeye giden İttihatçı paşaların kasdî ihmal ve umursamazlıklarıydı.
Evet, Arap âlemi ve İslâm kardeşliği, orada vazife başındaki İttihatçı paşaların hiç de umurunda değildi. Zira, onlar komitacıydı ve "Türkçü–Turancı" diye geçiniyorlardı. Araplara da antipatileri vardı.
Bu sebeple, mücadeleyi gevşek tuttular ve bölgeyi âdeta İngilizlere peşkeş ettiler.
O tarihte Filistin'e girip yerleşen İngilizler, bölgede Yahudî hakimiyetini sağlayıncaya kadar da çekilmediler.
Tıpkı, daha evvelki yıllarda Kıbrıs'ta uyguladıkları "Rumlaştırma politikası"nda olduğu gibi...
26.03.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Süleyman KÖSMENE |
Denk bir nasip ararken |
|
Antalya’dan okuyucumuz: “Bir oğlum var, denk bir nasip arıyorum. Ölçülerimiz ne olmalı? İyi bir geçim birliği ve ebedi saadet açısından düşünürsek, hangi konularda denklik aranmalı? Ayet ve hadislerle açıklar mısınız?”
Çocuklarımızın nasiplerini ararken onlara denk olanları tercih etmeliyiz. Evlilikte denk olmak, evlenecek kız ve erkeğin soy ve sopta, boy ve bosta, yaş ve başta, mal ve mülkte, hür olup olmamakta, servet ve meslekte, din ve inanç anlayışında, huy ve ahlâkta mümkün mertebe birbirine yakın değerler taşıması demektir.
Bunlardan en önemlileri dinde ve dindarlıkta denkliktir. Sırayla görelim:
1-Dinde denklik: Evlenecek kız ve erkeğin dinde birbirine denk olması Allah’ın emridir, yani farzdır. Her ikisi de Müslüman veya kadın en azından ehl-i kitap olmalıdır. Müslüman bir erkeğin müşrik bir kadın alması haram olduğu gibi, Müslüman bir kadını müşrik bir erkekle evlendirmek de haramdır.
İlgili ayetler şöyledir:
*“İman etmedikçe putperest kadınlarla evlenmeyin. Beğenseniz bile, putperest bir kadından, imanlı bir câriye kesinlikle daha iyidir. İman etmedikçe putperest erkekleri de (kızlarınızla) evlendirmeyin. Beğenseniz bile, putperest bir kişiden inanmış bir köle kesinlikle daha iyidir.”1
*“Mümin kadınlardan iffetli olanlar ile daha önce kendilerine kitap verilenlerden iffetli kadınlar da, mehirlerini vermeniz şartıyla, namuslu olmak, zina etmemek ve gizli dost tutmamak üzere size helâldir.”2
*“Ey iman edenler! Mümin kadınlar hicret ederek size geldiği zaman, onları, imtihan edin. Allah onların imanlarını daha iyi bilir. Eğer siz de onların inanmış kadınlar olduklarını öğrenirseniz onları kâfirlere geri göndermeyin. Bunlar onlara helâl değildir. Onlar da bunlara helâl olmazlar. Onların (kocalarının) sarf ettiklerini (mehirleri) geri verin. Mehirlerini kendilerine verdiğiniz zaman onlarla evlenmenizde size bir günah yoktur. Kâfir kadınları nikâhınızda tutmayın, sarf ettiğinizi isteyin. Onlar da sarf ettiklerini istesinler. Allah’ın hükmü budur. Aranızda O hükmeder. Allah bilendir, hikmet sahibidir.”3
2-Dindarlıkta denklik: Evlenecek kız ve erkeğin dindarlıkta, dîni yaşama arzûsunda, âhirete hazırlanma kaygısında, güzel huyda, güzel ahlâkta, edep ve terbiyede, iffet ve nâmûsta, dürüstlük ve doğrulukta, haramlara karşı hassasiyette ve helâlleri tercih etme duyarlılığında, hizmet anlayışında ve usûlünde ve Allah korkusunda birbirine denk olması sünnettir.
İlgili hadisleri buraya alalım. Peygamber Efendimiz Aleyhissalâtü vesselâm buyurmuştur ki:
*“Kadınlar ile dört tür hasleti için evleniliyor: 1-Malı, 2- Soyu, 3-Güzelliği, 4-Dindârlığı. Ey Mü’min! Sen bunlardan dindar olanını seç! Yoksa fakirliğe düşersin!”4
*“Kadınları sırf güzellikleri için nikâhlamayınız! Çünkü onların güzelliği onları böbürlenmek ve kibirlenmek gibi tehlikelere sürükleyebilir. Kadınları sırf malları için nikâhlamayınız! Çünkü mal üstünlüğü onları azdırabilir ve isyana sevk edebilir. Lâkin kadınları dindarlıkları için nikâhlayınız! Şüphesiz burnunun bir kısmı kesik, kulağı delik ve teni siyah dindar bir cariye dindar olmayan hür ve güzel kadından daha efdaldir.”5
Bu hadislerin tefsirini yapan Üstad Bedîüzzaman nikâhı, insanın en fazla ihtiyacını tatmin eden kalbe mukabil bir kalp ile sevgilerini, aşklarını ve şevklerini karşılıklı yaşayabilecekleri, lezzetlerde birbirine ortak, gam ve kederde birbirine yardımcı olabilecekleri önemli bir saadet kurumuna atılan adım olarak tanımlar.6
Üstad Hazretlerine göre bu saadet kurumunda kadın ve erkek dindarlıkta, güzel ahlâkta ve Allah korkusunda birbirine denk olmalıdırlar. Ebedî hayatta eşini kaybetmemek için, eşinin dindarlığını örnek alan ve eşini dindarlığı ve güzel ahlâkı için seven erkek dünya-âhiret elemsiz mutluluğu yakalamış demektir. Kocasının dindarlığına bakıp, ebedî hayatta kocasını kaybetmemek için Allah korkusuna ve takvaya giren kadın da bahtiyardır, ebedî mutluluğa ulaşmış demektir.
Yoksa, sâlihâ kadınını ebedî kaybettirecek sefâhette ve kötü davranışlarda bulunan erkek kendisine yazık etmiş olur. Kadın da, Allah korkusunu yaşamaya çalışan kocasının izinden gitmemesi nedeniyle, o ebedî arkadaşını kaybederse kendisine yazık eder. Kadın ve erkek ise birbirinin fısklarını, günahlarını ve kötü davranışlarını taklit ediyorlar ve böylece birbirini ateşe atıyorlarsa, sevgilerine, aşklarına ve mutluluklarına binlerce defa yazık etmiş olurlar.7
Eşinin maddî ve fizikî güzelliğinden ziyade, huy ve ahlâk güzelliğine, şefkatin madeni ve Rahmetin hediyesi oluşuna sevgisini bağlayan bir erkeğin, eşinden aynı derecede sevgi ve hürmet göreceğini bildiren Üstad Saîd Nursî Hazretleri, bu karşılıklı hürmet ve muhabbetin her iki taraf yaşlandıkça ve çirkinleştikçe artacağını, böylece dünya hayatının da bir mutluluk yumağına döneceğini, yoksa yalnızca suret güzelliğine bağlanan bir sevginin çok geçmeden bozulacağını ve yerini geçimsizliklere bırakacağını haber verir.8
Üstad Bedîüzzaman’ın ifadesiyle, eşini latîf şefkatine, güzel hasletine, güzel huyuna ve güzel ahlâkına dayalı olarak sevmenin ve böylece eşini günahlara girmekten korumanın âhiretteki neticesi ise, Rahîm-i Mutlak tarafından ebedî Cennette hûrilerden daha güzel, daha alımlı ve daha câzibedâr bir fizikî ve rûhî güzellikle eşinin kendisine ebedî bir eş, latîf bir dost, güzel bir arkadaş ve sâdık bir sevgili olarak verilmesidir.9
Çocuklarımızın böyle büyük mükâfatlara ermelerini temin için, evliliklerinde dinde ve dindarlıkta mutlaka denklik aramalı, sair unsurları çok fazla abartmaya değer görmemeliyiz.
Dipnotlar: 1- Bakara Sûresi: 221 2- Mâide Sûresi: 5 3- Mümtehine Sûresi: 10 4- İbn-i Mâce, Nikâh, 1858 5- İbn-i Mâce, Nikâh, 1859 6- İşârâtü’l-İ’câz, s. 196 7- Lem’alar, s. 257 7- Sözler, s. 587 9-Sözler, s. 591
26.03.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Hakan YALMAN |
Varlığı anlamak kendini anlamaktır |
|
Meyillerinden dolayı kişinin suçluluk duygusuna kapılması çoğu zaman kendini iyi tanımamaktan kaynaklanır. Varlığı doğru algılamak ve anlamak için kendini doğru algılamak gerekir
Bazen insanlar özellikle hayatı kendilerine problem haline getirirler. Önemli olmayan problemler büyütüldüğü için büyük algılanır. Şeytanın genel stratejik planı da insanın bu zaaf noktasından istifade etmek üzerine bina edilmiştir. Diğer yandan, “iktiran” adı verilen iki şeyin aynı anda, ya da yan yana gözlenmesinin bunlar arasında bir irtibat olduğu inancını oluşturması da şeytanın vesveseye sürüklediği alanlardan biridir.
Meselâ bir hocayı ya da dindar bir şahsı meyhaneden çıkarken gördüğümüzde bir anda aklımızda binlerce soru işareti oluşur, şahsın kötü yola düşmüş olmasından dolayı büyük sıkıntı ve endişe duyarız. Bu durumda çoğunlukla şahsın oraya birine bakmak için hatta birilerini o bataklıktan kurtarmak için girmiş olabileceği aklımıza gelmez. Zihin meyhanenin kötü imajını, anında şahsın temiz olduğuna inandığı ahlâkına bulaştırma eğilimindedir. Aile hayatında eşler arası problemlerden bir çoğu da aynı mekanizma ile bir tarafın peşinen diğer tarafı suçlamasından kaynaklanmaktadır. Soğukkanlılık ve sükûnet ile olayı anlamak ve “bera-yı zimmet asıldır”, yani suçlu olduğu isbatlanana kadar şahsın masum olduğu kabul edilmelidir ya da “hüsn-ü zan”, yani ilk planda hep iyi yönü düşünmek gereklidir gibi düsturlar uygulanmayıp üstelik tam aksi yönde hareket edilmesi çoğunlukla problemlerin başlangıç noktasını teşkil etmektedir.
İnsanın varlıkla ilgili en büyük zaaf noktalarından biri yan yana gördüğü iki şeyi birbiri ile alâkalı ya da birbirini etkiliyor olarak kabul etmesidir. Bu zaaf sebebiyle çabuk suçlamalar ve peşin hükümler sıklıkla önümüze çıkan problemlerdir. Meselâ, bir şahıs kendi düşüncesine zıt fikirde insanların arasında veya onların kurumlarında görüldüğünde hemen suçlanır ve “O da onların safına geçmiş, onlardan olmuş!” düşüncesi doğar. Bu yüzden insanlar çoğunlukla farklı fikirde olan kişi ve kurumlardan kaçma, onlarla bir arada bulunmaktan uzak durma eğilimindedirler. Bu hal iktiran zaafının birlikteliği kaynaşmayı ve çoğunlukla diyaloğu engelleyen yönünü ifade ediyor olmalıdır.
Bu bölümde Bediüzzaman, bulaşmanın her zaman bir arada ya da yan yana olmanın sonucu olmadığını, bazen iki şey yan yana bulunsa bile birbirini hiç etkilemeyebileceğini çarpıcı bir örnekle ortaya koymaktadır. Kulluğun en belirgin ifade şekillerinden biri olan namaz için en önemli şartlar arasında bedende ve elbiselerde temizlik yer almaktadır. Bu durum sadece dış temizliği gerekli kılmaktadır. Aksi takdirde kişinin dinen temiz olması hiç mümkün olmaz. Çünkü barsakları içinde sürekli olarak dinen necis kabul edilen gaita ve idrar yolları içinde yine dini açıdan necis kabul edilen idrar bulunmaktadır. Namaz ise, bütün yönleri ile temiz ve her türlü pislikten arınmış olmayı gerekli kılan bir ibadettir.
İşte ferdin içinde yer alan necaset, çok yakınında hatta içinde olduğu halde kişinin namazına ve temizliğine zarar vermez. İnsanlar içlerinde pislik taşıdıkları için birbirlerinden iğrenmezler. Bilâkis beden genel olarak çok lâtif ve nezih kabul edilmektedir. Bu nezahet ve temizlik o derece kabul edilmiştir ki, bedenin içindeki bu pislikler çoğu zaman akıla bile gelmez ve hatırlanmaz. Çünkü bilinir ki bu bedenin en normal ve fizyolojik halidir.
Benzer şekilde insanın duygularını, meyillerini, arzularını ayarlayan pek çok hormon ve sinir sisteminin işleyişi insan vücudunun fizyolojik işleyişinin parçalarıdır. Özellikle gençlik döneminde bu duyguların daha galeyanda olduğu esnada, hormonlarının değişimi açısından önemli bir dönüm noktası olan bu zamanda içinde her türlü meyil bulunabilir. Bu meyillerin bulunması aynen idrar yollarında ve sindirim sistemindeki necaset gibidir. Bunların dışarı çıkmaması halinde bedenin temizliğine zarar vermemeleri gibi, kötüye meyillerin de icraata geçmemiş içte kalan durumları ruh için aynı hükümdedir. Ferdin iç âleminde ve hayal dünyasında yaratılışı gereği pek çok hormonun işleyişiyle bağlantılı olarak karşı cinse meyiller olacaktır. Bunların varlığından dolayı suçluluk duygusuna kapılmakla, karnındaki pislikten dolayı abdestinin bozulduğunu düşünmek arasında özde hiçbir fark yoktur.
İnsanın iç âleminde iyi ve kötü her türlü meyil bulunabilir. Suç ancak bunların icraata geçirilmesi ve fiilen ortaya konması ile doğar. Adil-i mutlak iradeleri dışında yüzleştikleri ve yan yana geldikleri hallerden dolayı kullarını cezalandırarak bir zulüm ve şefkatsizlik hali sergilemekten münezzeh ve son derece uzak olmalıdır. İç âleminde kötü meyiller olması ile bu meyillerrin sonucu olan uygulamalar aynı şeyler değildir. Meyillerden dolayı kişinin kendini suçlaması son derece yanlıştır. Önemli olan bu meyillerin emri doğrultusunda hareket etmeyen bedeni iradeyi ortaya koyabilmektir. İşte bu noktada kul, imtihanını başarı ile vermiş ve Halık-ı Kerim’in en çok hoşuna giden sevimli hali sergilemiş olur.
Aynı mânâyı Bediüzzaman, mukaddes mânâların düşünülmesi esnasında bedenin bir ihtiyacından dolayı hayal âleminin bu ihtiyaçla bağlantılı suretler dokuması ve bu suretlerin mânâlarla yan yana gelmesinden dolayı mânâların kirlendiğinin zannedilmesi örneği ile açıklar. Hisler, çoğunlukla beden içinde işleyen hormonal mekanizmaların oluşturduğu durumlarla yakından alâkadardır. Hormonal mekanizmalar ise bedenin pek çok yerinde bulunan ve reseptör adı verilen uyarı alıcıları ile bağlantılı olarak çalışırlar. Mesanenin dolu olduğunun bildirilmesi, barsaklardan gaitanın atılması gereği gibi fizyolojik işleyişler bu reseptörler aracılığı ile beyne uyarı iletirler. Bu uyarılar esnasında beyindeki pek çok işleyiş durumla alâkalı ya da yakınında gibi gözlenir.
Meselâ bir âyetin kutsi mânâlarını tefekkür esnasında göze ilişen bir suret, kulağa gelen bir ses, idrar yapma ya da defekasyon ihtiyacı bir anda zihinde ve hayal âleminde bunlarla bağlantılı suretler dokunmasını netice verebilir ve dokunan suretler âyetin mukaddes mânâlarına çok zıt olabilir. Mânâlar ve suretler iç içe gibi gözlense de birbirlerine dokunmazlar mukaddes mânâlar çirkin suretlerin içinden onlara hiç değmeden geçip aslî menzillerine ulaşırlar. Bu noktada kulun içine düşebileceği en büyük yanlışlık iç âleminde çirkin suretler ve mukaddes mânâların birlikteliğinden dolayı iç âleminin tefessüh ettiği kalbinin bozulduğu zannına kapılmasıdır. Bu zan şeytanın hileli oyunlarından biridir ve kulu gereksiz bir suçluluk duygusuna sokarak “battı balık yan gider” noktasına getirmeyi hedefler. Üstelik bu suçluluk duygusu ile bütün dikkat çirkin suretlere yönelir ve onları kulun âleminde daha belirgin hale getirir.
Yersiz bir hassasiyet, cahilcesine bir suçluluk duygusu gibi masumiyet noktasından her şeyini kaybetmişliğin ve insanlıktan çıkmışlığın zannı sonucu bütün ümitleri yitirerek gerçek bir canavara dönüşmeyi ya da kurtuluşu yoklukta aramayı netice verebilir. Bu vahim sonuçtan kurtulmanın tek yolu kendini iyi tanımak, şeytanın hilelerini bilmek, gereksiz telâştan ve hassasiyetten uzak, makul ve mutedil bir yaklaşımla meyillerinin değil aklının ve kalbinin sevki ile vahyin çizdiği yolda ilerleyebilmektir.
26.03.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Mustafa ÖZCAN |
Pozitivist tarih anlayışı |
|
İlerlemeci tarih anlayışı pozitivist tarih anlayışıdır. Bu tarih anlayışı kırılmaları olmayan ve ucu açık bir tarih anlayışıdır. Ucu kapalı, dairevi bir anlayış değil, aksine ucu açık ve düz bir çizgide ilerlemeyi esas alan tarih anlayışıdır. Bu tarih anlayışına göre kıyamet yoktur, sadece tarihin sonu ve son durağı vardır.
Marks’ın öngördüğü veya Fukuyama’nın yazdığı gibi tarihin sonu vardır. Bu son durakta komünizmin veya liberalizmin mutlak zaferi vardır. Marksizm ve liberalizm ikisi de kendisi açısından düz tarih (linear tarih anlayışı) anlayışından yola çıkarak tarihin sonundaki son düzlükten veya son duraktan bahsederler. Guya tarihin son durağını, tarihin sonu olarak ilân etmişlerdir. Halbuki tarihi vetireler ve süreçler bize tarihin ucunun açık değil kapalı olduğunu ve kendisini tekrarladığını ve inişli çıkışlı olduğunu gösterir. ‘Ve tilkel eyyamu nüdaviluha beynennasi (o günleri biz insanlar arasında döndürüp dolaştırırız)’ sırrı ve cilvesi de tarihin inişli çıkışlı, yani dairevi olduğunu ispat eder. Öteki tarz ilerlemeci anlayış tek yanlı, tek boyutlu ilerlemeci bir anlayıştır. Maneviyattan kopuktur. Haz verir ama saadet vermez.
Bu anlamda Şamlı medeniyetler tarihçisi olan Şevki Ebu Halil medeniyeti ikiye ayırır. Bunlardan birisi maddi medeniyet diğeri de zülcenaheyn olan maddi ve manevi medeniyettir. Mimli medeniyet ve mimsiz medeniyet diye de taksim ve tasnif edebiliriz. Maneviyattan kopuk medeniyet, güce dayalı ve adaleti temin edemeyen medeniyettir. Hem madde hem de mânâya dayalı ve onlarla kaim uygarlığa biz kısaca medeniyet diyoruz. Diğeri de, tek yanlı ilerlemeci anlayışın sonucu olarak ahireti unutarak dünyada fani olmak ve körü körüne onu imar etmektir. Maddi terakki üzerine müesses olan medeniyete hadaret (ümran) diyoruz. Bu tarz medeniyet ruhsuz ve mimsiz medeniyettir.
***
Günümüzdeki uygarlık tek yanlı bir gelişmenin ürünüdür. Pozitivist medeniyettir. Bu medeniyet Roma gibi kuvvetlidir, beşeriyete lezzet verir, ama saadet veremez. Bunun bir yansıması içinde bulunduğumuz Batı medeniyetidir. Merhametsizdir. Tek gözlü ve Akif’in deyimiyle tek dişi kalmış bir canavardır. Bediüzzaman işte mevcut madde medeniyetinin inkişaından yani örtüsünün kaldırılmasından ve perdesinin yırtılmasından İslâm medeniyetinin zuhur edeceğini ifade etmiştir. Bu mevcut medeniyet hakiki medeniyeti gölgeliyor ve perdeliyor. Maddi medeniyetin uful ve inkişa etmesiyle birlikte ötekisi zuhur edecektir. Bu medeniyet maddi zaferleri istismar ederek maneviyatı mağlup etmiştir. Bu bağlamda Şeyhülislâm Mustafa Sabri ve Bediüzzaman’ın gözlemlediği gibi, Yunan zaferi inkilapların üssü esası ve dayanağı olmuştur. İnkilapların imrarını kolaylaştırmış ve bunları tatbikat mevkiine koymayı kolaylaştırmış ve manevi sarhoşluk içinde muarızları susturmuştur.
1973 Ramazan savaşının 1979 Camp David barış anlaşmasına meşruiyet sağlaması gibi. İslâm medeniyeti ise maneviyata ve dürüstlüğe dayalı bir medeniyettir. Bundan dolayı olsa gerek, Cenâb-ı Hak pozitivizmin İslâm dıyarlarına taşıyıcısı durumunda kalacağı için Osmanlı’ya nusret etmemiştir. Bediüzzaman bunu çok veciz bir şekilde ortaya koyar ve şöyle der: “İKİNCİ MESELE : Yirmi sene evvel tab’ edilen Sünuhat irsalesinde hakikatlı bir rüyada alem-i İslâmın mukadderatını meşveret eden ruhani bir meclis tarafından bu asrın hesabında Eski Said’den sordukları suale karşı verdiği cevabın bir parçası şimdilik tezahür etmiştir. O zaman, o manevi meclis demiş ki: ‘Bu Alman mağlubiyetiyle neticelenen bu harbde Osmanlı Devletinin mağlûbiyetinin hikmeti nedir?’
“Cevaben eski Said demiş ki: Eğer galip olsaydık, medeniyet hatırı için çok mukaddesatı feda edecektir-nasıl ki yedi sene sonra edildi. Ve medeniyet namıyla alem-i İslâm, hususen Haremeyn-i Şerifeyn gibi mevaki-i mübarekeye Anadolu’da tatbik edilen rejim kolaylıkla, cebren teşmil ve tatbik edilecekti. İnayeti İlahiye ile onların muhafazası için kader mağlûbiyetimize fetva verdi.
“Aynen bu cevaptan yirmi sene sonra, yine gecede ‘Bitaraf kalıp, giden mülkünü geri almakla beraber; Mısır ve Hind’i de kurtararak, bizimle ittihada getirmek, siyaseti âlemce en büyük muzafferiyet kazanmak varken, şüpheli, dağdağalı, faidesiz bir düşmana (İngiliz) taraftarlık göstermekle muzaaf bir surette ve zararlı bir yolu tercih etmek, böyle zeki, belki dahi insanların nazarında saklı kalmasının hikmeti nedir?’ diye sual benden oldu.
“Gelen cevap, manevî canibden geldi. Bana denildi ki: ‘Sen, yirmi sene evvel manevî suale verdiğin cevap, senin bu sualine aynı cevaptır. Yani, eğer galip taraf iltizam edilseydi (tutulsaydı), yine mimsiz medeniyet namına galibane mümanaat görmeyecek bir tarzda bu rejim, âlem-i İslâma mevki-i mübarekeye teşmil ve tatbik edilecekti. Üç yüz elli milyon İslâmın selâmeti için bu zahir yanlışı göremediler, kör gibi hareket ettiler...”
***
Demek ki bazen zafer hezimet süretinde gelir ve görünür. Bu surette tevakkuf etmek ayni zaferdir yani zaferin ta kendisidir. Aksi takdirde, mağluptur bu yolda galip (dışı zafer içi hezimet hali) tekerlemesine maruz kalmamak mümkün değildir. Bazen hakikatla zafer veya insan ters düşebilir. Bu durumda insan kendisi için zafer isterse namerttir. Nitekim, Selahaddin Eyyübi’nin selefi olan Nureddin Zengi buna dikkat çekmiş ve şöyle buyurmuştur: “Allahümme unsur dinek valaa tensur Nureddin/ Yarabbi dinine nusret et, ama Nureddin’e nusret etme’ ihlâs bunu iktiza eder. Zira Nureddin ile dinin yolları ayrıldığında Nureddin’in zaferi dinin hezimetidir. Bazen tarih ‘kazan kazan’ ekseninde değil ‘kaybet-kaybet’ çizgisinde ilerler. Osmanlı’nın yıkılma dönemindeki gibi. Burada yapılacak olan zararın en hafifini ihtiyar etmek olacaktır. Anın zaferi odur. Türkiye’deki mevcut yapı Kürtlerin dindarlarıyla ve dindarlıklarıyla uğraşmış olmakla neticede kendisinin benzerlerini üretmiştir. Bu itibarla, Bush Nejad’ın nedeni olması gibi Kürtçülüğün nedeni de Türkçülük ise de çözümü değildir. Çözüm görenler zinhar çıkmaz sokaktadırlar. İfrat ve tefrit birbirinin nedenidir, ama çözümü değildir. Çözüm, itidaldir. Haddi vasattır.
26.03.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Yeni Asyadan Size |
Teşekkürler |
|
Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin vefat yıldönümü vesilesiyle 23 Mart’ta hazırladığımız gazete ve o günün hatırasına verdiğimiz ek büyük ilgiyle karşılandı. “Biz Muhabbet Fedaileriyiz” adlı ilâvenin hediye olarak verildiği gazetede, ‘Çağın Mevlânâsı’ olan Üstad Hazretlerinin her zaman geçerli olmakla beraber, özellikle bu zamanda çok daha önem kazanan ve ihtiyaç duyulan güncel görüşleri aktarıldı. İman, sevgi, şefkat, birlik ve kardeşlik temaları üzerinde duruldu.
O gün, 9-10 kat fazlasına varan bir tiraj artışı yaşadık. Tiraj artışında Ankara 20 bin ek gazete ile başı çekerken, İstanbul 12 bin, Bursa 12 bin, Antalya ve İzmit 8 bin, Şanlıurfa 7 bin, İzmir 6 bin, Diyarbakır 3 bin, Bolu, Konya ve Eskişehir 2500, Isparta ve Alanya 2 bin, Kayseri ve Adana 1500, Gaziantep ve Cizre 1200, Batman ve Bandırma 1000’er gazete ile sıralandılar. Bu il ve ilçelerimizi, kendi imkânları ölçüsünde diğer bölgelerimiz takip etti. Şahsî olarak bu kampanyaya katılıp sayısı binleri bulan ilâve gazete satın alarak dağıtılmasını temin eden okuyucularımız da vardı.
Bediüzzaman’ı vefatının 47. yılında rahmetle anarken, bizi böyle bir günde ilgi, destek ve duâlarıyla yalnız bırakmayan temsilci ve okuyucularımıza teşekkür ediyor, az da olsa dağıtımda yaşanan aksamalar için özür diliyoruz.
***
Bediüzzaman Haftası
Bediüzzaman Haftası etkinlikleri bütün Türkiye’de heyecan fırtınası estirdi. Konusu ‘toplumsal barış için sevgi’ olarak belirlenen bu seneki faaliyetlerde konuşmacılar, sevgisizliğin tezahürü olarak ortaya çıkan şiddete, ihtilâflara, manevî bunalımlara, aile içi iletişimsizliğe Kur’ân’dan, Peygamber ahlâkından ve Risâle-i Nur’dan alıntılar yaparak çözümler sundular.
Bediüzzaman Said Nursî’nin vefat tarihini içine alan günlerde yoğunluk kazanan etkinliklerde konuşmacılar, Said Nursî’nin dile getirdiği “Muhabbet şu kâinatın bir sebeb-i vücududur,” “Biz muhabbet fedaileriyiz, husumete vaktimiz yoktur” gibi; derin, kapsamlı ve kucaklayıcı bir sevgi felsefesinin çarpıcı ve vurucu ifadesi olan sözlerinden yola çıkarak, sevgi ve şefkatin fert ve toplum hayatındaki tezahürleri ile ilgili mesajlarına da atıfta bulundular.
İstanbul ve Bursa’daki panellere Bediüzzaman Hazretlerinin hizmetinde bulunmuş talebelerinden Mustafa Sungur ve Mehmet Fırıncı da katılarak, yaşanan güzel sahnelere ayrı bir renk kattılar.
Risâle-i Nur Enstitüsünün evsahipliğinde gerçekleşen etkinliklerin hafta mânâsını pekiştirecek bir şekilde önümüzdeki yıllara da taşınması hedefleniyor.
***
Bizim Radyodan naklen yayın
104.4 frekansından yayın yapan Bizim Radyo, İstanbul ve Bursa panellerinden gerçekleştirdiği canlı yayınla bu seneki Bediüzzaman Haftasına önemli bir katkı sağladı. İnternet üzerinden, www.yeniasya.com.tr ve www.bizimradyo.com adreslerinden de bütün dünyaya aktarılan yayın, dinleyicilerce takdir ve ilgiyle karşılandı.
***
Yeni hediyemiz Rüya Tabirleri
Yola çıkış şiarı “Vatan sathını bir mektep yapmak” olan Yeni Asya’nın kültür hizmeti hız kesmeden sürüyor. Kampanyamızın son halkası Rüya Tabirleri. Eser, bir yönüyle önceki kampanyamızın hediyesi olan Rüya Ansiklopedisini tamamlayıcı bir fonksiyon üstleniyor.
Rüyanın fıtrî bir ihtiyaç, yoruma değen rüyaların ise Peygamber Efendimizin tabiriyle rüya-ı sadıka olduğu gerçeğinden hareketle hazırlanan eserin kupon neşrine 1 Nisan’da başlanacak.
Bu fırsatı kaçırmamanızı tavsiye ediyor ve kampanyalarımızdan dostlarınızı da haberdar etmenizi diliyoruz.
Bir not:
Bu kampanyamızla birlikte gazetemize abone olan okuyucularımız, bir önceki hediyemiz olan Rüya Ansiklopedisini de uygun bir bedelle edinebilirler. Bunun için abone ve satış temsilcimizle görüşmeniz yeterli olacaktır.
Hepinize hayırlı haftalar...
26.03.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
İsmail BERK |
Trabzon’un kanatları |
|
Bediüzzaman’ı anma programı için Trabzon’dayım. Toplumsal barışın sevgi ilmeklerini örmek üzere düzenlenen programdayız. Risâle-i Nur Enstitüsü ve Yeni Asya Trabzon Temsilciliklerini hummalı bir çalışmanın içinde gördük.
Zorlu Grand Otel’de gerçekleştirilen ve ilginin oldukça yoğun olduğu program, doğrusu beni fazlasıyla heyecanlandırdı, ümitlerime can kattı.
Trabzon, kanatlarını açıp uçmak isteyen bir kuş gibi Karadeniz enginliğinin üzerinden, kuzeyi güneye bağlayacak şekilde, yönü kıbleye dönük uçarken sağında Giresun solunda Rize, birlikte uçacak şekilde kendine yoğunlaşmış.
Kuşun uçtuğu alan, kalkınmanın dinamitlendiği ‘take off’ noktasına götüren bir uçuş pistidir aynı zamanda. Karadeniz bölgesinde, Trabzon’un kanatları altında Rize, Gümüşhane, Giresun, Artvin ve Ordu var. Trabzon’un merkezi konumu, diğer Karadeniz illeriyle bir ağ kurmuş. Farklı sosyo-ekonomik parametrelere ve tarihsel mirasın kültürel dokularına sahip.
Trabzon’un uçan kuşu, Huma kuşu. Çünkü “Huma kuşu, yükseklerden seslenir”. Tepelerden seyretmenin kararlılığını ve enerjisini içinde tutup, bunu bir sinerjiye, planlı gelişmeye ve büyümeye transfer etmeye aday bir ilimizdir.
“Baykuş” sesleri arada bir gelse de, toplum; değerlerinin hassasiyetine sahiptir.
Özetle söylemek gerekirse, Trabzon;
1- Bölgenin hava ve deniz ulaşımını temin eden merkezi bir önceliği var.
2- Bölgenin köklü üniversitesine sahip. 51 yıllık bir geçmişi var. Akademik birikimleri koruyor. Yeni açılan üniversiteleri besliyor.
3- Rusya üzerinden Türkiye’ye gelen mal/insan transferinin sahil şehri. Özellikle Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliğinin dağılması ile birlikte Trabzon, bir dönem tabiri yerindeyse Rus kadınlarının istilâsına uğradı. Bu sosyal patlama, aile dramlarını etkiledi. Şimdilerde toparlanıyor.
4- “Rum Pontus”ların bu bölgeye yönelik fikirleri dikkatle incelendiğinde, şuyuu vukuundan beter değerlendirmeler ve tahrikler, hassasiyetlere ve reflekslere dönüşebilmektedir.
5- Kapalı coğrafi yığılma, geleneksel kültürün derin izleri ve bölgesel mizacın tepki verme cesareti yayana geldiğinde, bölgenin enerjisi, olumlu mecrada akıtıldığı takdirde kalkınmanın dinamosu olabilecekken, kanalize edilemediği takdirde, sonuçlarını kendilerinin de tahmin edemeyeceği kırılmalara sebep olabilmektedir.
6- İşsizlikle birlikte, eğitim seviyesinin ortalama değeri göz önüne alındığında, ciddî bir eğitim altyapısı gerekmektedir. Okul öncesi eğitim programlarından başlayarak okullaşma oranını yükseltmek gerekiyor.
7- Gençliğin eğitim ve istihdam problemi, onları sıkışık ve daralmış bir şehir yapısında gerdiriyor. Kafeler ve internet salonları, onları fazlasıyla meşgul eden birer zaman öldürücü. Aynı zamanda bezdirici psikolojinin sebepleri olarak zikredilebilir.
8- Bu arada kültürel tahrip, yukarıda saydığımız bir çok sağlıksız süreçten dolayı en çok pay alan bir konu. Belki de kanamayı bu noktada durdurmak gerekiyor. Kültürel çıtanın geliştirilerek korunması, yaşatılması ve günümüze cevap vermesi, ihmale gelmemesi gereken bir hassasiyettir.
Buradan hareketle; üretime, sosyal faaliyetlere, dinamizme ve farklılıkları kabule yönelmiş bir Trabzon, gençliği de bu sürecin içine dahil ettiği takdirde, kısa zamanda pozitif etkisi yüksek büyümeye yol açabilir.
Bu anlamda, ciddî çabaların ve planlı adımların atılmak üzere olduğunu gördük. Yeni atanan Vali Nuri Okutan, bu yaklaşımın öncülerinden. Hizmet ve heyecan dolu birikimini Trabzon’a adamaya kararlı. Şehrin duygu dünyasına şimdiden ulaşmış görünüyor.
26.03.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Zeynep GÜVENÇ |
Müslüman imajı |
|
New York Hahamlar Kurulu Başkanı Joseph Potasnik ile yapılmış son derece ilgi çekici bir röportaja rastladım. “Amerika Zaman”da yer alan röportajın özeti şöyle: Bütün Müslümanlara terörist gözüyle bakan zihniyet hastadır. Medyanın İslâm ve Müslümanlığı sunuş biçimi negatif ve yanlıdır. Bu da halkı olumsuz yönde etkilemektedir. Ayrıca Müslümanlar, demokratik yollardan daha fazla seslerini duyurmalıdırlar. Yapılan ‘diyalog’ çalışmaları elbette faydalıdır, fakat bütün bunlar İslâmın doğru bir biçimde tanıtılması için yeterli değildir.
Bu meyanda bizim de Amerika’daki Müslüman imajına şöyle bir göz atmamız yerinde olur.
* Cinsiyet farkı: Müslümanları bayan ve erkek olarak iki farklı şekilde ele almalıyız. Çünkü yapılan araştırmalar sonucunda öyle görünüyor ki, Müslüman erkekler, bayanlara göre daha fazla itham altında bırakılıyor, olumsuz bakış açısını daha fazla üzerlerinde taşıyorlar. İsimlerinin Muhammed ya da Abdurrahman olması kendilerine potansiyel terörist gözüyle bakılması için yeterli oluyor. Tesettürlü Müslüman kadınların, Türkiye ve diğer Avrupa ülkelerine göre, toplum içinde daha rahat, kem gözlerden uzak olduklarını görüyoruz.
* Medyanın gücü: Sinema filmlerinde işlenen konu her ne olursa olsun “Müslüman-terörist” bakış açısını empoze ediyor.
* Türkiye açısı: Ortadoğu Arap ülkelerinin yanında Türkiye farklı bir konumda değerlendirilse bile, bize nereli olduğumuz sorulduğunda “Türkiye” deyince, “Orası güvenli mi? Korkmuyor musunuz?” sorusuyla karşılaşabiliyoruz. Fakat yine de İslâmı anlama ve yaşama konusunda Türklerin Arap milletlere göre birkaç adım önde giden portresi çizilmekte. (Daha ‘modern’ sayıldıkları için)
* Müslüman imajı: (Negatif) Müslüman olduğunuzu söylediğinizde aldığınız tepki, “Anladım, siz şu terörist dinindensiniz!” (Pozitif) Bayanların kıyafetlerinden fark ediliyorsa eğer, yanınıza gelip “Müslüman mısınız?” diye sorduktan sonra, “Selamun aleyküm” diyor ve gülümsüyorlar (alt cümle: “Sizin hakkınızda olumsuz olarak ne söylenirse söylensin inanmıyor ve reddediyorum. Sizi tanıyor ve kabul ediyorum.”)
İslâm dünyası üzerine araştırmalarıyla ünlü Yazar John Esposito (1), uzun zaman önce kendisiyle yapılan bir röportajda şunları söylüyor: “İslâm dinini seviyeli bir şekilde anlamak gerekir. İslâm bir komşu, kardeş medeniyeti dinidir. İslâm, uzaklarda yaşanan bir tehdit değil, içimizde varolan bir olgudur. İslâm, aynı zamanda Batı için bir meydan okumadır. Çünkü İslâm bugün için dünyada en hızlı yayılan dindir.”
Amerika ve Avrupa Müslümanları olarak durumu değerlendirirsek şu sonuca varıyoruz:
1- Geri kalmış, Batılılaşamamış yaftası taşıyanların “öteki”lerle aynı ülkede yaşama fırsatı elde etmesi, durumu bire bir hale getirdi. Artık Avrupalı onlar için “öteki” olmaktan çıktı, fiili olarak.
2- En iyi üniversitelerde akademik kulvarda boy gösteren Müslüman ilim adamlarının, tiltleriyle yeterince konuştukları ve bunun da vizyon açısından önemli bir merhale katetmek anlamına geldiği, toplumun üst tabakası tarafından kabul gördü.
Şimdi biraz da aynayı kendimize tutalım: Müslüman camianın kaçırdığı bir noktayı da özellikle belirtelim; (Amerika ve Avrupa’da yaşayanlar) Müsbet ilimlerde sınır tanımaz başarılara imza atanlar mühendislik, fizik, kimya gibi alanlara o kadar yoğunlaştılar ki, din adına en son altı yaşında öğrendikleriyle kaldılar. Dini ilimler sahasında kendilerini geliştirme, yenileme yoluna gitmekten yüksündüler yahut vakit olmadı. İşte tam da bu noktada Mısır ve diğer Arap ülkelerindeki bilimciler, İslâmî ilimlere hız verdi. Amerikalılardan Müslüman olanlar, derhal bir Arap ülkesine gidip İslâmî ilimleri tahsil etmeye başladılar. Hayatlarından 10 yılı gözlerini kapatıp Kur’ân ilmine adadılar.
En son çocukken öğrendiği sûrelerle namaz kılan, Kur’ân tefsiri, hadis usulünden habersiz olanlar, yanlış anlaşılmayı hak ettiler aslında. Kâinat kitabı hayatın içine dahil olamadıktan sonra her yerde bir eksik kalır, her köşede yaşanılmamış bize ait bir parça.
Sonra da kötü imaj kurbanı oluruz masumca (!) Şu soru hep gözden kaçar: “Emrolunduğumuz gibi dosdoğru bir hayat yaşıyor muyuz?”
(1) (EKOPOL Dergisi, 2000, Mülâkatın İngilizcesi için bkz. “Islam and the West - Deconstructing Monolithic Perceptions: A Conversation with Professor
John Esposito” The Journal of Muslim Minority Affairs (April 2001), pp. 155-163)
26.03.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Serdar MURAT |
Erhan Tuncel hangi ülkelere gitti? |
|
O gündü. 17 Ağustos depreminin ardından hep bir ağızdan, “Unutmadık, unutmayacağız” dedik. Tetiği çeken O.S.’ydi. Hrant Dink öldürülmüştü. O gün de “bu işin peşini bırakmayacağız” dedik.
İstanbul Emniyet Müdürüne göre “milliyetçi duyguları kabaran gençlerin işi”ydi. Trabzon Emniyet Müdürü ise babacan tavırlarıyla bir sürü nasihat verdikten sonra, “milliyetçi çocuklar kızmış, gitmiş vurmuş” diyordu.
Zaten Şemdinli’dekiler de, “İyi çocuklar”dı. Büyüklerimizin sözüne uysak, “iki cahilin işi” deyip geçecek, sırtlarını sıvazlayıp, “Bir daha yapma ha. Yoksa ağzına biber sürerim” deyip affedecektik. Zaten O. S. yakalandığında da buna benzer bu muamele görmüştü.
Koluna girilmiş, emniyete götürülmüş, çay ikram edilip, sigarası yakılmış, sonra eline bir Türk bayrağı tutuşturulup, kameraların karşısına geçip, ‘sağdaki katil, ben polis’ işareti çakılıp sağ profilden, olmadı sol yanaktan görüntüler çektirilmişti.
İşler bu minvalde gidiyor, bu işte bir iş var diyenler komplocu ilân ediliyordu ki bir şeyler oldu. Yani tam da cezaevine çocukları ziyarete lolipop şekeri alıp gitmeye hazırlandığımız saatlerde. O. S.’nın arkasında bir abisinin bulunduğu haberi çıktı.
Tetiği çekenin arkasında bir tetiği çektiren vardı: Yasin Hayal. ‘Yetkililer’ bu haberden çok rahatsız oldular. Önce yalanlama cihetine gittiler. Tam da işin üstü küllenmişti ki “bu da nereden çıktı?” dediler. İş tam da kapatılma aşamasındayken, devletin bir başka istihbarat birimi, işin örtüldüğünü görüp haberi sızdırmıştı. Yasin Hayal ismine oradan ulaşıldı. Aman da aman. Bir de ne görülsün? Yasin’in arkasında da bir başkası vardı. Matruşka bebekler. Bir bebeğin karnından bir başka bebek daha çıkıyor. “Büyük abi Erhan Tuncel” ismiyle işte orada müşerref olduk.
Karşımızda müthiş bir tablo vardı. Her yönüyle bizden kendisini yorumlamamızı istiyordu. Trabzon’da Jandarma Bölgesinde olan bir Pelitli Beldesi vardı. Burayı polise bağlamak istemişler, jandarma karşı çıkmıştı. Yasin Hayal bölgede tanınan biriydi. McDonald’s’ın bombalanma işinde içeri girmiş-çıkmış, bir rahibi de keserin sapıyla dövmüştü.
Hayal’in bir süredir “Hrant Dink’i öldüreceğim” diye ortalıkta dolaştığını marketçi, fırıncı, kahvehane işletmecisi duymuş ama bir tek devlet duymamıştı. Yasin’in arkasında ise çok zeki olmasına rağmen üniversiteyi yedi yıldır bir türlü bitiremeyen Erhan Tuncel vardı. Bir dönemler Trabzon Alperenler Ocağına girmiş çıkmışlığı vardı. Sonra Erhan’ın polis muhbiri olduğu ortaya çıktı.
Muhbirin bir yıl içerisinde tam 17 kez Yasin Hayal’in Hrant Dink’i öldüreceği ihbarında bulunduğu belirlendi. Zaten ihbarda bulunmasa belki devlet korurdu. Ancak devlet kendine güvenmediği için ihbara da güvenmeyip Dink’i korumamıştı. Ama dönemin Trabzon Emniyet Müdürü Ankara’ya tayin olunca onun yerine gelen yeni müdür ilişkiyi kesmişti. Fakat istihbarattan bir polis memuru ile irtibatı vardı.
Dink’in öldürüldüğü gün Tuncel’i arayan polis memuru, “Cinayeti sizinkiler mi işledi? O. hani teslim olacaktı? Bana anlattığınız gibi mi oldu her şey? Yasin mi yaptı?” diye sormuştu. Anlaşılan cinayetin nasıl işleneceği ona anlatılmış, ama o devlete anlatmamıştı. Ya da polis Z.K. devlete anlatmış, devlet polisine güvenmemişti.
Erhan Tuncel’in ev arkadaşı T. U. ise cinayetten 4 gün önce mesaj çekip “7.65 mermilerinin gelip gelmediğini” sormuş. Mermi bu, belki çocukların canları kestane patlatması çekti. Büyüklerimizi dinlemeyip işin peşini bırakmadığımız için bakın nelere ulaştık? Yine masallara kanmayıp gerçeklerin izini sürelim diyorum.
Şu soruların cevabını aramakta fayda var: Hem polisi hem Yasin Hayal’i idare ettiği söylenen Erhan Tuncel’in başka bir istihbarat birimiyle bağlantısı var mıydı? Ayrıca Erhan Tuncel kaç defa yurt dışına çıktı, hangi ülkelere gitti? Çok zor değil canım. Pasaportunun kaşeli olan taraflarına bakarsanız, orada yazıyordur.
Kurtarma ekipleri bir enkazın altında canlı olup olmadığını tesbit etmek için hani, “Sesimi duyan var mı?”diye bağırırlar ya. Aynen öyle. “Sesimi duyan var mı?” diye bağırmaya devam… Çünkü matruşka gibi bir bağlantının içinden başka bir bağlantı çıkıyor.
26.03.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
Faruk ÇAKIR |
Gerçekleri öğretmek yasak mı olsun? |
|
Yıllar yılı ‘yanlış bilgi’lerle uyutulmaya çalışıldığımız için, ortaya çıkan her ‘doğru bilgi’ birilerini rahatsız ediyor. Tartışmalı konuların başında da ‘tarih’ bilgilerimiz geliyor. Son yıllarda kısmen düzelmekle birlikte, okullarda okutulan tarih kitaplarında ecdadımız, Osmanlı baştan sona kötülenmiştir.
Fatih Sultan Mehmed ve Kanunî Sultan Süleyman gibi, dünyanın da kabul ettiği padişahlara bir şey diyemeyenler, Osmanlı Devletinin son yıllarındaki yöneticiler için en ağır itham ve iftiraları yapmaktan geri kalmadılar. Meselâ, lisede okuduğumuz tarih kitaplarında Sultan 2. Abdülhamid’e “Kızıl Sultan” denildiğinin şahidiyiz.
En ağır ithamların yapıldığı padişahlardan biri de Sultan Vahdettin’dir. Onun da ‘vatanı İngilizlere sattığı ve ülkeden kaçtığı’ iddia edilmiş ve bu konu ‘ders konusu’ olarak okutulmuş, anlatılmıştır.
Tabiî ki gerçeklerin ilânihaye/ sonsuza kadar gizli kalması mümkün değildir. Son yıllarda ‘tarihî geçrek’ler yazılmaya başlandı ve şimdiye kadar milletin ‘gözünü boyayanlar’ da bundan rahatsız olmaya başladı. “MEB kitabında Padişah Vahdettin propagandası” başlıklı haber bunun en çarpıcı örneği. Habere göre, MEB’in lise son sınıflar için hazırlattığı İnkılâp Tarihi kitabında Padişah Vahdettin’in aklanmaya çalışıldığı öne sürülmüş. Vahdettin’in Sevr Anlaşması’nı imzalamadığı belirtilen bölüme, tarihçi ve yazarlar tepki göstermiş. (Akşam, 23 Mart 2007)
Aslında bu haber(ler), tarih kitaplarında şimdiye kadar devam eden ‘küfür’lerin sona ermesinden duyulan rahatsızlıktan başka bir şey değil. Çünkü, ‘rahatsız olduğu’ belirtilen tarihçilerin bu ve benzeri hadiselere bakışları tartışmalı. Bunlardan biri, Sultan Vahdettin hakkında Nutuk’taki beyanları ‘delil’ olarak öne sürüyor ki, bunu da haklı görmek mümkün değil. Bir başkası da ‘gerçek’leri inkâr edemediğinden, “Kitaptaki ifadeler hilâfetçi, teokratik bir düzen kurmak isteyenlerin ürünü” iftirasını dile getirmiş. (agg.)
Peki, “Sevr Antlaşması Sultan Vahdettin tarafından imzalandı mı?” Belgelere dayanan tarihçilerin cevabı: “Hayır, imzalanmadı.”
Tarih konusundaki yazılarıyla tanıdığımız Mustafa Armağan, bu konuyu şöyle izah ediyor:
“Hayır, imzalanmadı. Neden? Çünkü o sırada Osmanlı Meclisi kapatılmıştı. Önce Meclis-i Mebusan’ın antlaşmayı görüşüp kabul etmesi, sonra da imzalamak üzere Vahdettin’e göndermesi gerekiyordu. Tabiî Meclis kapalı olduğu için görüşülemedi, dolayısıyla Vahdettin’in masasına bile gitmedi Sevr Antlaşması.
“Nitekim Meclis-i Mebusan kendi kendisini 11 Nisan 1920’de feshetmiş, Sevr Antlaşması ise bundan 4 ay sonra, yani 10 Ağustos’ta imzalanmıştı, ama Meclis’in ve Sultan’ın imzalaması şartı vardı. Böylece Sevr, hukuken geçerlilik kazanmamış bir antlaşma olarak kalmış, zaten bunun gerçekçi ve uygulanabilir bir antlaşma olmadığına kendileri de ikna olan İtilaf Devletleri, Birinci İnönü Savaşı’ndan kısa bir süre sonra, 21 Şubat 1921’de Sevr’in bazı maddelerinin hafifletilmesi ve böylece kabul ettirilmesi için Londra Konferansı’nı organize etmişlerdi.”
(http://pazar.zaman.com.tr/?bl=5&hn=200)
Bu hadise sadece bir örnek. Daha onlarca, yüzlerce ‘uyutma’ örnekleri sırada bekliyor. Gerçekler gün yüzüne çıktıkça, birilerinin rahatsızlığı artacak. Ne var ki, gerçekleri öğrenmek milletin en temel hakkı ve inşallah öğrenecek...
26.03.2007
E-Posta:
[email protected]
|
|
|
|