Düşünenler için her dönemden çıkarılacak dersler ve ibretler vardır. Bu açıdan Endülüs de bitmez tükenmez bir madendir. ‘Kayıp veya yitik cennet Endülüs’ bir dönem Sultan Abdünnasır gibi insaflı bir sultan ile Münzir bin Said gibi âdil bir kadı'nın buluşmasına sahne olmuştu. Bu buluşma Endülüs’te tatlı esintilere yol açmıştır.
Muhammed Recep el Buyumi’ye göre işte bu istisnaî buluşmalar sonucunda Endülüs, Roma’nın 8 yüzyılda gerçekleştiremediğini bir asır gibi kısa bir sürede gerçekleştirmiştir. Sultan Nasır imarete düşkündür ve geride şanını yüceltecek kalıcı eserler bırakmak istemektedir. Bu alanda neredeyse tefani sırrına erer ve muhallet ve ölümsüz eserlerinden birisi olan Medinetü’z Zehra’yı inşa eder. Hiçbir masraftan kaçınmaz. Eskiden şehirler kölelere yaptırılır ve onların sırtında yükselirdi. Piramitler (Ehramlar) için böyle söylenir. Bu şekilde masraftan kaçınılırmış. Halbuki Medinetü’z Zehra’da bir ilk olarak hep paralı ustalar ve işciler çalıştırılmış. Günümüzde bile şaşaalı yapılar devlet nezaretiyle ikmal edilse bile halkın yardımıyla yapılabilmektedir. Sözgelimi Daru’l Beyza olarak bilinen Kazablanka’da yapılan İkinci Hasan Camii memur maaşı kesintileriyle ikmal edilebilmiştir. Medinetü’z Zehra’nın yapımında renkli ve halis mermerler kullanılmıştır.
Halife Nasır şehrin yapımında bizzat ustalar ve işcilere nezaret etmekten öte, eşlik etmiştir. Bu meşgalesi ve kendisini bu kadar şehrin yapımına vermesi Cumaları kaçırmasına neden olur. Bunun sonucu üst üste üç Cumayı kaçırmıştır. Ancak dördüncü Cumaya yetişebilmiştir. Ve dördüncü Cumada hatip Münzir ibni Said’in karşısındadır, hesap alma ve hesap verme vaktidir. Önce Şuara Sûresinin 127’inci ayetini okur: “Siz her yüksek mevkiye bir kule yapıp eğlenir misiniz?” Ve ardından 136’ıncı âyete kadar devam eder: “Bize öğüt versen de vermesen de birdir...” Bilahare hitam-ı misk kabilinden Nisa’nın 77’inci âyetini okur ve nasihat görevini tamamlar: “Dünya metaı ve zevki azdır. Ahiret muttakiler için daha hayırlıdır...” Münzir bin Said dolaylı olarak dünyaya önem vermenin ve onda fani olmanın gaflet olacağını ve Allah’ın gazabını çekeceğini söyler ve Sultan Nasır bu hitabın kendisine yönelik olduğunu fark eder ve gözyaşları döker ve yaptıklarından pişmanlık duyar ve nedamet getirir.
***
Münzir el-Baluti kalbinden konuşmaktadır. Sözleri ciğerinden sökülmekte ve dökülmektedir. Kalbi şerha şerha, parça parça, gözü yaşlı ve azaları da titrektir. Bütün erkânı; kalıbıyla ve kalbiyle Allah’a yönelmiştir. Bu bir ihlas iksiridir ki dağları yerinden oynatır, sarsar ve insanları halden hale sokar. Bazıları yağcılık olsun diye bu hususta Melik Nasır’ı aksi istikamette teşvik ederler. Ve Medinetü’z Zehra ve içindeki ulu camiyi yapmakla adını şanını ebedileştirdiğini söylerler.
Bu bağlamda şairlerden Ebu Osman Bin İdris bir kaside söyler. Bu kasidesinde Sultan Nasır’ın Zehra kentinin yapımında harcadıklarıyla malını mülkünü zayi ve tebdit (çarçur) etmediğini, boşa harcamadığını söyler. Bunun üzerine Münzir bin Said karşı bir kaside söyler ve adı çiçekten alınma olan Zehra’nın birgün çiçek gibi solacağını ifade eder. Akibetinin solmak olduğunu söyler. ‘Çiçek gibi solmasa Allah için ne revnaktar olurdu’ diye bu yapının geçiciliğine işaret eder. Bu sözler Sultan Nasır’ı yolundan çevirmese de öfkeye sevketmez. Yerine kendi kendi gerekçelerini arz eder: “Ey Ebu’l Hakem: İçinde, zikir halkaları ve hanini enin rüzgârlarının estiği, gözyaşları ve hûşû damlalarının suladığı bir mübarek şehir için yapılanlar değmez mi? Bilâkis. İnşaallah zikir halkaları devam ettikçe Zehra’nın Ezher’i ve çiçeği solmayacaktır...”
Münzir’in cevabı ise görevini yapmış insanın rahatlığıdır ve şöyle der: “Allah’ım, olan bilgimi şaçtım ve nasihat konusunda gayrette bir kusurda bulunmadım: Şahidim ol!” Eskilerin dediği gibi ‘el müslimu yuhadinu vela yudahini/ Müslüman uzlaşır, ama yağcılık yapmaz...” Münzir de böyle biridir.
***
Zehra şehrinin ve içindeki ulu caminin şaşasının yapılan zikirlere ve içinde akıtılan gözyaşlarına değeneceğini düşünür ve kendi amelini istihsan eder ve güzel görür. Belki hakkıdır da. Ama Medinetü’z Zehra’ya zamanın nazarı ve gözü değmiştir ve bir fitne esnasında Sultan Nasır’ın asar-ı bakiye umuduyla kurduğu Zehra şehri harabu turab olur. Enkaz yığınına döner. Ve haklı çıkan ne yazık ki Kadı Münzir olmuştur. 15 Şubat 1009’da Kurtuba Devrimi adıyla bilinen bir kasırga kargaşası yaşanır ve bu kargaşanın sonucunda Halife Abdünnasır’ın yaptırdığı o muhteşem bağ-ı İrem veya Medinetü’z Zehra tarihe karışır, yerle bir olur. Geride sadece ibret yığını kalmıştır. Ve hak ortaya çıkmıştır. Münzir’in dediği gibi önemli olan kalp imaretiydi. Hadiseler onu haklı çıkarmıştır.
Yoksa dünya da, bir bağ-ı İrem ve Medinetü’z Zehra değil midir? O da büyük bir Medinetü’z Zehra olarak aynı akibeti beklememekte midir? Münzir’in dediği gibi onun da gülleri ebediyyen solmayacak mı? Öyleyse elde olana değil, kalpde olanı imar etmeye çalışmak daha evlâ değil midir?
02.04.2007
E-Posta:
[email protected]
|