Bu yıl hacca gitmek için ön kayıt yaptıranlar rekor kırmış. Ortaya çıkan rakamları farklı şekillerde yorumlayanlar olabilir, ama bizce bu rakamlar “Müslüman Türkiye”yi gösteriyor: Hac için müracaat edenlerin sayısı yarım milyonu aşmış ve 625 bine ulaşmış!
İsterseniz önce ilgili haberi özetleyelim: 2000’den bu yana ön kayıt sayısı ortalama 90 bin ila 120 bin arasında değişirken bu yıl hacca gitmek için 625 bin kişi başvuruda bulundu. Hac başvuruları 2005 yılında ise 300 bin olmuştu.
“Rekor”u değerlendiren bir uzman şöyle demiş: “Hac öncelikle bir ibadettir. Vatandaşın ibadete karşı saygısı, sevgisi, ibadeti yerine getirme arzusu artıyor. İkincisi hacdaki hizmet kalitesi düzeldi. Günümüz şartlarında ulaşım daha kolaylaştı. Ayrıca iklim yönünden daha ılıman aylara denk geldi. Ekonomik yönden de demek ki bir alt yapı var.” (Yeni Şafak, 31 Mart 2007)
Kayıt yaptıranların illere göre dağılımında ilk sırayı 99 bin başvuru ile İstanbul almış. Onu 50 bin kayıt ile Ankara ve 28 bin kayıt ile Konya izliyor. Bu ‘rekor’un bir anlamı da ilk defa kadınların, hacca gitme talepleri konusunda erkekleri ‘sol’layıp öne geçmiş olması. 301 bin erkek hacı adayına karşılık, 323 bin kadın aday hac için müracaat etmiş durumda.
Bu kadar yoğun hac talebi, Türkiye’yi ‘idare edenler’e şunu hatırlatmalı: Milletimizin büyük çoğunluğu Müslümandır ve inşaallah Müslüman kalacaktır. O halde, lütfen bu mahallede ‘salyangoz’ satmaya çalışmayın!
Bu hac rekoru, 1970’li yıllarda yaşanan başka bir hatırayı akla getirdi. Merhum Ali Ulvi Kurucu anlatıyor: “1970’lı yıllardan birinde, Endonezya’nın eski başbakanlarından Dr. Muhammed Nâsır Medine-i Münevvere’ye gelmişti. Kaldıkları Medine Otelinde kendilerini ziyaret etmiştim. Selâmlaşmamızdan sonra ilk sordukları sual şu olmuştu. ‘Bu sene de Türkiye’den hacı var mı?”
“Var, elhamdülillah, demem üzerine: ‘Acaba adedi ne kadar?’ diye sordular. Yüz elli bin, dedim. ‘Yüz elli bin mi? diyerek, ağlamaya başladılar ve derhal odasındaki serili seccadesinin üzerine secdeye kapandılar.
“Bu manzara karşısında hayretler içinde kaldım. Ne yapacağımı şaşırdım. Çünkü büyük devlet adamı üstad, secdede ağlıyordu.... Hıçkırıklar sesini boğmuş, ne dediği anlaşılmıyordu. Secdeden kalkıp da yerlerine oturduklarında, kendilerine şöyle demiştim: Efendim, verdiğim haber, zat-ı devletlerini çok heyecanlandırdı. Bugün sizi her zamankinden daha hisli buldum. Acaba bu hassasiyetinizin sebebini öğrenebilir miyim?
“Büyük insan, derin mânâlar dolu bir ‘ah!’ çekerek, şu şekilde cevap verdi: ‘Aziz dostum! (...) Ben Lozan Muahedesini (antlaşmasını) çok iyi bilen bir diplomatım. O muahedenin hedef-i aslisine göre Müslüman-Türk bugünleri görmeyecekti. Çünkü Türkiye’nin başını yemek için İngiliz Murahhas Hey’eti reisi Lord Gurzon’un başkanlığındaki kuzgunlar, Türkiye’nin Hıristiyan olması gerektiğini teklif ediyorlar ve Türk hey’etini, bu ağır teklifi kabule zorluyorlardı. (...) Demek, yıllar yılı bir tek Müslümanı dahi hac farizasını ifaya göndermeyen Türkiye Cumhuriyeti hükümetleri, yüz elli bin hacıya pasaport vererek, (...) hacca gönderecek ha!? Bu ne azametli tecelli sahnesidir, ya Rabbi! Ben, Senin zalimleri saraylarının enkazı altında boğan kahır kudretinin karşısında nasıl yerlere serilmem ve seccadelere kapanmam?” (Gecelerin Gündüzü, Neşre Hazırlayan: M. Ertuğrul Düzdağ, s. 277-281, Marifet Yayınları, 2000)
Özetlemeye çalıştığımız bu hatırada başka ‘bilgi’ler de var elbette. Ama Endonezya’nın eski başbakanlarından Dr. Muhammed Nâsır bu günü de görseydi acaba daha çok sevinmez miydi? Haza min fazlı Rabbi!
02.04.2007
E-Posta:
[email protected]
|