Mart’ın sonlarında kutlanan Kütüphaneler Haftası ile Tiyatrolar Haftası, bana hep birbirini tamamlayan aynanın ön ve arka yüzlerini hatırlatır. Bu yüzden, bu iki önemli unsur bende oldum olası hep farklı anlamları çağrıştırır. Meselâ başta biz, sonra kâinat ve daha sonra bunların ötesi (metafizik, hep keşfedilecek sırları bünyesinde taşır. Ve bütün bunlar, insan için hep anlamak ve anlatmak ihtiyacını doğurur. Tâ ki insan olma şerefini idrak seviyesine erişip bu seviyeyi devam ettirme şuurunu elde etmek için.
Evet, insanoğlunu ifade ettiğim unsurlar karşısında bir ayna gibi kabul edersek, bunun mutlaka bir ön ve bir de arka yüzü olmalıdır. Bu yüzler de bence anlamak ve anlatmak diye vasıflandırılabilir. Belki de insanın en bariz vasfıdır anlamak ve anlatmak dürtüsü. Çünkü insan her şeyi anlamak ister ki, “Ben kimim? Nereden geldim? Nereye gideceğim?” gibi temel sorular bunu gerektirir. Peki bunu nasıl yapacak? Karşısında anlamlandırılmayı bekleyen yığınla eşya âlemi varken, kendisine pusula görevini üstlenecek unsurlar neler olabilir? Elbette kitap. Kitaplar ki, her biri tecrübe edilmiş hayatlardan süzülmüş bilgi demetleri sunar insanlığa. Ve insanlığın yapacağı tek şey, demetlerin düğümlerini çözümleyip anlam dünyasını zenginleştirmek…
İşte ben kütüphane(cilik) meselesinden, bunu anlıyorum: Anlamayı, idrak etmeyi… Şöyle bir hayal kuralım: Bir kütüphaneye girmişsiniz. Elinize aldığınız her kitap âdeta akıl ve kalp arasında ilmek ilmek dokunan bir bilgi sunumu için hazır kıta sizi beklemekteler. Kapağı açtığınız an, sanki farklı bir dünyaya girip o dünyanın hayatını benliğinizde yaşıyorsunuz. Okuduktan sonra, hayatınız kitaptan önce ve sonra olmak üzere değişmiştir artık. Meselâ bir roman okuduysanız, roman kahramanının düştüğü yanlışlıkları gerçek dünyanızla irtibatlandırıp aynı yanlışları tekrar etmeme gibi bir lükse sahip olabiliyorsunuz. Daha ötesi, çevrenizde uçuşup duran kavram meteorlarının ne olduklarını artık anlayabiliyorsunuz belki. Bu da tabiî olarak, “gelişerek değişmek ve değişerek gelişmek” gibi bir anlayışa doğru sizi götürüyor.
Bu kısa ve bir o kadar gerekli hayali kısa keselim biraz. Ve şöyle düşünelim: Bu hayal güzel de, bunun neresindeyiz acaba? Cemil Meriç, “Kitaptan korkmayın, kitapsız olmaktan korkun” derken, ne kadar haklı! Maalesef onca uğraşıya rağmen, toplum olarak hâlâ okumaya karşı soğuk davranıyoruz. Öyle ki, çokça kitap okumak bile, “Ne işine yarayacak?” gibi anlamsız ve güdük sorularla muhatap kılabiliyor kişiyi. Kişi başına düşen kahvehane sayısı, kütüphane sayısından fazla olabiliyor. Kahvehaneler kütüphanelerden daha fazla müşteri çekebiliyor. Kullanılmaya kullanılmaya tozlanan kitaplarla birlikte; hayal, duygu ve düşünce dünyamız da hiç tereddütsüz tozlanmaya terk edilebiliyor. Sonuç: Kitleleşmiş bir toplum. Yani sürüleşmek…
Kütüphane ve kitap konusu bir yana, bir de tiyatroyu anmakta fayda var. Tiyatronun kültür hayatına etkisi elbette yadsınamaz. Ve önemi hakkında da çok şey söylendiği için, çok fazla bahsetmeye gerek görmüyorum. Ancak ben her zaman şunu düşünmüşümdür: Tiyatro sadece sahnede icra edilen bir faaliyet değildir. Şöyle dikkatle bakıldığında, aslında hayatın ta kendisi bir tiyatro. Herkes, bir şekilde edindiği yahut üstlendiği rolle bir şeyler “anlatma”ya çalışıyor. İşte size aynanın ön yüzü! Peki aynanın ön yüzü nasıl işlevsel olur? Elbette ki arka yüzünün daha kesif olmasıyla. Yani anlatmak dediğimiz yetenek, anlama derecemize göre işlevselliğini sürdürür.
Başka bir deyişle; ne kadar çok okursan, o kadar anlarsın. Ne kadar anlarsan, o kadar anlatırsın. Sonuçta herkes anladıkları ve anlattıkları kadar bir mânâ katabilir çevresine. Sahi sizin “anlamak ve anlatmak”tan oluşan hayat rolünüz hangi mânâ örgüsüyle meşgul? Bir düşünün bakalım…
31.03.2007
E-Posta:
[email protected]
|