Türkiye, kendisine her bakımdan çok şey kaybettiren darbelerin hiçbiriyle hesaplaşamadı. Millet, oylarıyla iktidara getirdiği insanları darağacına çıkaran 27 Mayıs’la da, ülkeyi koalisyonların kargaşasına sürükleyen 12 Mart’la da, anarşiyi kullanarak yönetime el koyan 12 Eylül’le de yüzleşmeyi hâlâ başaramadı.
Bunda, darbeleri “iyi ve kötü” diye tasnif ederek ona göre tavır alan anlayışın da payı var.
Meselâ bir kesime göre, Yassıada ve idam utançlarına imza atan 27 Mayıs, ülkeye “özgürlükçü bir anayasa” kazandırdığı için iyi. Buna karşılık “özgürlükler”i tırpanladığı için 12 Mart ve “dincilere ödün verdiği” için 12 Eylül kötü.
27 Mayıs’ı reddederken, “Ülkeyi anarşiden kurtardı” gerekçesiyle, neler kaybettirdiğine bakmadan 12 Eylül’e minnet duyanlar da var.
Oysa bizatihî darbe veya müdahale olayına demokrasi adına karşı çıkma şuuru teşekkül etmiş olsa, böyle çelişkili yorumlar olmayacak.
Ve darbelerin tamamının, demokrasiyi kesintiye uğratıp hak ve özgürlükleri kısıtladığı için kötü olduğu ve kötü sonuçlar doğurduğu görülerek buna uygun bir tavır geliştirilebilse, demokrasinin de, Türkiye'nin de önü açılacak.
Ve daha önemlisi, evvelki darbelerin toplum nazarında yaptırımsız kaldığını, hattâ tam tersine bir kesim tarafından desteklendiğini görmenin cür’et ve cesaret verdiği yeni darbe girişimleriyle karşı karşıya gelmeyeceğiz.
Darbelerin bilumum tahripkâr sonuçlarıyla beraber kamuoyunda tartışmaya açılması ve bu tartışmanın sonuç alınıncaya kadar sürdürülmesi bu bakımdan son derece önemli bir konu.
“Millet darbelere cevabını seçim sandığında veriyor” söyleminin ötesinde, toplumda kök salacak derin bir demokrasi bilincinin mutlaka pekiştirilmesi gerekiyor.
Ve bunun için, bazı münferit örneklerde görüldüğü gibi, illâ “Darbeciler yargılansın” kampanyaları açmaya gerek yok. Çünkü böyle bir talebin yasal zemini de, tatbik şartları da yok.
Onun yerine, darbelerin ve müdahalelerin toplum ve devlet bünyesinde yol açtıkları çok yönlü tahribatı, sebep oldukları mağduriyetleri, kime ne haksızlık yapıldıysa hiçbir ayrıma gitmeden ortaya koyan tesbitler kamuoyunun gündemine getirilmeli ve zihinlerde iyice yer ettiğine kani oluncaya kadar takipçisi olunmalı.
28 Şubat’la ilgili değerlendirmelerde bu nisbeten başarılmış olmalı ki, onuncu yıldönümünde ortaya çıkan tablo, Ertuğrul Özkök gibi sürecin en sıkı ve yılmaz savunucularından birine dahi, “Galiba 28 Şubat’ı destekleyen tek ben kaldım” diye yazdırıyor (Hürriyet, 28.2.07).
Süreçte aktif rol oynayan ve “Beşli çete” olarak anılan meslek örgütlerinin o dönemde görev yapan başkanları da, esnaf örgütünün başındaki isim hariç, pişmanlık izhar ediyorlar.
Bu kamuoyu duyarlılığı ve takipçiliği, daha da geliştirilerek devam etmeli. 28 Şubat’ın her alanda yol açtığı olumsuzluklar sürekli gündemde tutularak, sorumluları toplum ve tarih önünde özeleştiri yapmaya mecbur bırakılmalı.
Ama bu takip yıkıcı bir intikam mantığıyla değil, açılan yaraları bir an önce sarmayı hedefleyen yapıcı yaklaşımlarla gerçekleştirilmeli.
Gelecek kuşaklar eski darbelerin tahribatını taşımamalı, yeni darbe utancıyla tanışmamalı.
02.03.2007
E-Posta:
[email protected]
|