Click Here!
      "Gerçekten" haber verir 02 Mart 2007

Eski tarihli sayılar

Görüş, teklif ve
eleştirilerinizi
[email protected]
adresine bekliyoruz.
 


Vehbi HORASANLI

Küçük gibi görünen büyük suçlar



Çalıştığım şirketin gemilerinden bir tanesi karaya oturdu. Çok şükür yaralanma ve herhangi bir deniz kirliliğine yol açmadan gemi kurtarıldı. Vardiya tutan gemi zabitinin dalgınlığından meydana gelmesine rağmen bütün suç gemi kaptanına yüklendi.

Denizcilikte kaide böyledir, kim ne kusur işlerse işlesin kabak kaptanın başına patlar. Nitekim bahsettiğim olayda da öyle oldu. Gemide her şey kusursuz çalışırken, birçok gemici vazifesini iyi bir şekilde icrâ ederken bir zabitin küçücük bir ihmali büyük problemlere yol açabiliyor.

Şirketimizin yaşadığı bu olaydan gerekli dersler çıkarıldı. Olayın tekrarlanmaması için gerekli birçok önlem alındı. Şirketin diğer kaptanlarına yani bizlere talimâtlar verildi.

Benzer bir olayın tekerrür etmemesi için bizim de düşüncelerimizi sordular. Biz de tecrübelerimizden istifade ederek fikirlerimizi söyledik. Bir çoğunu derhal uygulamaya soktular. Allah hiçbir denizci kardeşimizin başına böyle bir felâket vermesin…

Bu olaydan sonra Risâle okurken Bediüzzaman’ın bazı örnekler vererek Kur’ân’ın insanlar hakkındaki azim şikâyetleri ile ilgili bahsini okuma fırsatını buldum.

Bir kısım âyetlerde insanlar hakkında büyük tehditler ve mevcudâtın şikâyetleri bulunmaktadır. Bunun hikmeti ile ilgili olarak Bediüzzaman, bizim şirketin gemisinin başına gelen olay benzeri bir örnek gösterir ve tahribatın tamirden çok kolay olduğunu söyler. Örnek şöyledir:

Büyük bir gemide adi bir adam, küçücük bir vazifesini terk etmesi ile gemideki birçok kişinin emeğini mahvettiğinden bütün o gemiciler adına gemi sahibi o kişiyi şiddetle cezalandırmaktadır.

Burada “Zavallı bir kişi için bu kadar büyük tehditlere ne gerek vardır?” denilemeyeceğini, zira bir şeyin meydana gelmesi için birçok şartın yerine gelmesi gerektiği halde o şeyin olmaması sadece bir şartın yerine gelmemesi ile yeterli olduğu öne sürülmektedir.

Gerçekten de gemi dümenine kumanda eden serdümenin küçücük bir hatası büyük felâketlere yol açabilmektedir. Serdümenin “Ben büyük bir hata yapmadım, sadece 5 derece sancağa dönmedim” demesi kendisini sorumluluktan kurtaramaya yetmez. Gerçi yapmadığı küçücük bir fiildir, lâkin o küçücük fiil bazen insanların canına mâl olmakta yüzlerce insanın emek vererek elde edebildiği bir işin felâketle sonuçlanmasına yol açmaktadır.

İşte insan da “Ben sadece Allah’a iman etmedim” diyerek kendi suçunun büyüklüğünü gizleyemez. Zira o, Allah’a iman ve ibadet etmek için yaratılmıştır. Bunun aksine bir davranış göstermesi yani Allah’ı inkâr etmesi, büyük bir sorumluluk ve suçu işlemiş olması demektir.

Ayrıca Cenâb-ı Allah’ın güzel isim ve sıfatlarının tecellisine mazhar olan bütün varlıkların, kendi fiillerinin inkârı nedeniyle pek büyük bir şikâyet etmeye hakları bulunmaktadır.

Kendi mesleğim ile ilgili bir örnek vererek konuyu biraz daha açayım. Şimdi ben gemide bir görev yapıyorum. Benimle birlikte güverte ve makineci birçok kişi çalışıyor. Şimdi biri çıkıp dese ki “Siz hiçbir iş yapmıyorsunuz, sizin hiçbir amaç ve gayeniz yoktur, her şey kendi kendine oluyor”, elbette biz bütün denizciler bu kişiden hesap sorarak hukukumuzun iadesini isteriz. Aynen bunun gibi yaratılmış bütün mevcudât, biz açık bir şekilde duymasak bile Cenab-ı Allah’ı tesbih etmekte, onun isim ve sıfatlarının tecellisine mazhar olmakla iftihar etmektedir. Bunun aksini söylemek yani Allah’ı inkâr etmek, bütün varlıklar adedince suçu işlemek demektir. Buradan Cehennem azabının sonsuz olmasının hikmeti bir parça anlaşılabilmektedir.

02.03.2007

E-Posta: [email protected]




Şaban DÖĞEN

Evlendirirken dikkat



Allah Resûlü (asm) bir kızla dört özelliği için evlenileceğine dikat çeker. Bunlar güzelliği, malı, asaleti ve dinine bağlılığı. “Sen dinine bağlı olanını tercih et. Mutlu olursun” buyururlar.

Bunu bizzat Resûl-i Ekrem (asm) kendi kızlarında uygulamıştı. Damat edindiği Hz. Osman olsun, Hz. Ali olsun gerçekten birer ahlâk ve fazilet âbidesi insanlardı.

Evet, Allah Resûlü (asm) 33 yaşındayken dünyaya gelen, çocuk yaştayken kendini İslâmın kucağında bulan kızı Hz. Rukiyye’yi evlenme çağına gelince edep ve haya timsâli olan Hz. Osman’la evlendirmişti. Birlikte Habeşistan’a hicret etmişler, çileli günleri birlikte omuzlamışlardı. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem (asm) “Lut’tan sonra ailesiyle birlikte Allah yolunda hicret edenlerin ilki Osman’dır” buyurmuşlardı.

Hz. Rukiyye’nin Hicretin 2. yılında ağır bir hastalığa yakalanıp vefat etmesiyle Hz. Osman’ın Resûl-i Ekrem’le (asm) akrabalık bağları sona ermişti. Hanımına mı üzülsün, akrabalık bağlarının kopmasına mı üzülsündü? Birgün Hz. Osman’ı üzüntülü gören Resûl-i Ekrem (asm) sebebini sormuş, o da anlatmıştı. Efendimiz (asm) Hz. Osman’ı müjdeleyecek, Cenâb-ı Hakkın Ümm-ü Gülsüm’ü Hz. Osman’a nikâhlamasını emrettiğini bildirecekti. Buna Hz. Osman çok sevinmişti.

Hz. Osman’a Efendimizin (asm) iki kızıyla da evlendiği için iki nur sahibi anlamında Zinnureyn denilecekti.

Hz. Osman ikinci eşiyle de 6 yıl birlikte mesut bir hayat yaşayacak, fakat o da Hicretin 9. yılında Hakkın rahmetine kavuşacaktı. Vefatına Efendimiz de, Hz. Osman da oldukça üzülecek, fakat Kâinatın Efendisi (asm) emsâli az bulunan bir insan olan Hz. Osman’a dönüp, “Eğer on tane kızım olsaydı teker teker Osman’a nikâhlardım” buyuracaklardı.

Hiç şüphesiz Allah Resûlünün (asm) ona bunca iltifat etmesinin sebebi güzel huylarla donanmış elmas ruhlu bir insan olmasıydı. Ehl-i Sünnetin peygamberlerden sonra en faziletli insanlar olarak dört halifeyi geliş sıralarıyla zikretmesi de bundan dolayıdır. Daha dünyadayken Cennetle müjdelenmiş on Sahabîden biriydi Hz. Osman.

Hz. Osman’ın nice faziletlerinden sadece Tebuk Seferi için yaptığı bağış ve fedâkârlık sebebiyle Efendimizin (asm), “Bundan sonra Osman ne yaparsa yapsın zarar vermez” buyurması onun değişmeyen karakteri ve üstün faziletleri sebebiyle değil midir?

Bizim bu makaleyle asıl dikkat çekmek istediğimiz husus çocukları evlendirirken ilk önem verilmesi ve hiç ihmal edilmemesi gereken noktanın tercih edilecek kız veya erkeğin dinine bağlılığı ve ahlâkının ön plâna alınması. İki faziletli, ahlâklı insanın kurdukları yuvada hiç mutluluk rüzgârları esmez mi?

02.03.2007

E-Posta: [email protected]




Süleyman KÖSMENE

Risâle-i Nur'dan muhtelif konular



Kıbrıs’tan Abdullah Erdur: “Sikke-i Tasdik-i Gaybi’nin 9. sayfasında geçen ‘Ümmetin beklediği, âhirzamanda gelecek zâtın üç vazifesinden en mühimi ve en büyüğü ve en kıymettarı olan iman-ı tahkikîyi neşir ve ehl-i imanı dalâletten kurtarmak cihetiyle, o en ehemmiyetli vazifeyi aynen bitemâmihâ Risâle-i Nur’da görmüşler. İmam-ı Ali ve Gavs-ı âzam ve Osman-ı Hâlidî gibi zatlar, bu nokta içindir ki, o gelecek zatın makamını Risâle-i Nur’un şahs-ı mânevîsinde keşfen görmüşler gibi işaret etmişler. Bazan da o şahs-ı mânevîyi bir hâdimine vermişler, o hâdime mültefitane bakmışlar. Bu hakikatten anlaşılıyor ki, sonra gelecek o mübarek zat, Risâle-i Nur’u bir programı olarak neşir ve tatbik edecek’ ifadelerine göre, ‘sonra gelecek o mübarek zat’ kimdir?”

Bu cümle gayet açık ve net biçimde âhir zamanda gelecek zatın üç mühim görevi olduğunu, bu üç büyük görevin en büyüğünün imanı “tahkikî” seviyede yaymak ve kalplerde sabitleştirip yerleştirerek iman ehlini yanlış davranışlardan ve batıl fikirlerin saldırılarından kurtarmak olduğunu, bu görevi de kâmil şekilde Risâle-i Nur ve müellifinin yaptığını, Hazret-i Ali (ra) gibi, Hazret-i Abdulkadir Geylâni (ks) gibi, Hazret-i Mevlânâ Halid-i Bağdadî gibi büyük zatların bunu keşfedip gördüklerini bildiriyor.

Bu büyük zatlar, âhir zamanda gelecek zatın görevini Risâle-i Nur’un şahs-ı manevisinde görmüşler. Bediüzzaman’ın, “Sonra gelecek o mübarek zat”tan muradı, yukarıda gelen kendi ifadesinden de anlaşılıyor ki, Risâle-i Nur’un şahs-ı manevisinden ibarettir. Çünkü Risâle-i Nur’u bir program yapıp neşretmek ve onu tatbik etmek kıyamete kadar Risâle-i Nur’un şahs-ı manevîsine ait bir görevdir. Bu görev Risâle-i Nur’dan sonra gelecek bir zatta değil; Risâle-i Nur’un şahs-ı manevîsindedir. Bediüzzaman’ın “sonra gelecek” demesi, şahs-ı manevînin kıyamete kadar devam edeceğine işarettir.

Burada ayrı ve özellikle bir tek şahıs beklentisi içine girecek hiçbir işaret ve alâmet yoktur.

***

HTurnali rumuzuyla soran okuyucumuz: “Dördüncü Şuâ’da Birinci Mertebe-i Hasbiye’de: ‘..ki hayatımı ve bekamı maalmemnuniye onların (bütün dostlarımın) saadetleri için feda ediyorum’ deniyor. Bekayı feda etmeyi açıklar mısınız?”

Birinci Mertebe-i Hasbiye-i Nuriye beka aşkını işliyor. Beka aşkının nefsin gafletiyle kişinin kendi bekasına dönük yaşandığı zannedilse de, beka aşkı kişinin kendi bekasına dönük değil; sebepsiz ve bizzat sevilir konumda bulunan mutlak kemal sahibi Allah’ın bir isminin bir cilvesinin kişinin mahiyetindeki gölgesinden ibarettir. Yani kişi nefsinin gafletiyle kendi bekasına âşık olduğunu zannetse de, bu aşk, Allah’ın bekasına olan aşktan ibarettir. Kişinin fıtratında doğrudan Allah’ın varlığına, kemaline ve bekasına yönelik bulunan fıtrî muhabbet ve aşk, gaflet yüzünden yolunu şaşırmış, kişinin kendi bekasına dönmüş.

Baki olan Allah’a veya başka bir ifadeyle Allah’ın baki oluşuna olan aşk, kalbimizde yer eden ve kalbimizin varlık sebebi bulunan en yüce aşktır. Daha sonra derece derece Allah dostlarının bekasına olan aşk gelir ki, bütün bu dereceler kendi nefsimizin bekasına duyduğumuz aşktan daha önce ve daha yüksektir. Çünkü bu dostların içinde başta Resûl-i Ekrem Efendimiz (asm) yer alıyor. (Ki, Resûl-i Ekrem Efendimiz (asm) ‘Beni kendi nefsinden çok sevmedikçe gerçek iman etmiş olmazsın’ buyuruyor.) Sonra onun âl ve ashabı, sonra diğer enbiya, evliya, asfiya gibi sair Allah dostları geliyor. Bütün bu mübarek silsilenin bekasını istemek, kişinin kendi bekasını istemekten daha ulvîdir, daha yücedir. Diğer yandan zaten aynı zamanda bu mübarek silsilenin bekasını istemek, bu mübarek silsile ile birlikte kendi bekasını da istemek demektir. Çünkü zaten kendisi de bu silsiledendir. En azından duâsı bu yöndedir. Sonra, başkasını öncelemek gibi bir fazilet de ayrıca bunu gerektiriyor.

Nitekim hangi Allah dostuna baksanız, aynı mânâyı yaşıyor ve aynı diğergamlık duygusu içinde kendi nefsinden geçiyor. Allah için olmanın, Allah için yaşamanın, Allah için sevmenin, Allah için ölmenin bir gereği budur. Yani, Allah için olan, Allah için yaşayan, Allah için seven, Allah dostlarını kendi nefsinden önce sever, kendi nefsine tercih eder.

02.03.2007

E-Posta: [email protected]




Ali FERŞADOĞLU

Peygamberlerin ittifak delili



Üç beş iplik bir araya gelse, güçlü bir ip olur. Yüzlercesi birleştirilse, halat olur ve dev yükleri kaldırırlar. On yalancı kimse, arka arkaya gelip bize herhangi bir felâkete maruz kaldığımızı söylese, bu adamların hayatta bir defa dahi doğru söylediklerini duymamış olsak bile, “ihtimal” der onlara inanırız. Zirâ, ortada bir ittifak var.

İşte, bütün peygamberler (124 bin veya 224 bin) Allah’ın varlığı ve birliği hususunda ittifak etmişlerdir. Tarihin de şehadetiyle, elbette en doğru, en akıllı, en ahlâklı, en dürüst insanlar olduklarından, yalan söyleme ihtimalleri sıfırdır.

Bunların yanında yüz binlerce evliyâ ve milyonlarca da inanan insan, Allah’ın varlığı ve birliğinde ittifak ediyor. Muhtelif devirlerde, değişik mekânlarda, en zor ve en dehşetli baskılar altında, hatta, hayatî tehlikeler karşısında yine peygamlerlerin ittifak ettiği en büyük hakikat tevhiddir. Elbette, on yalancının bir yalan üzerindeki ittifakına önem verildiği halde, milyonlarca, hem de hayatlarında bir kere dahi yalan söyledikleri duyulmamış Nebîler ve velilerin bu çaptaki ittifakına yüzde yüz inanmak icap eder.

Yalanın ömrü pek kısadır. Bizim kültürümüzde, “Yalancının mumu yatsıya kadar yanar!” şeklinde ifade edilir. Allah’ın varlık ve birliğine dair peygamberlerin ittifak delilini nazara olarak şu soruyu soralım: İnsanlık tarihi—aynı zamanda peygamberler tarihini de ihtiva eder—peygamberlerin tümü ve toplumların neredeyse yüzde 99’u “Allah vardır ve birdir” dediği halde neden binlerce yıldır bu hükmün yanlışlığı ortaya konamıyor veya yalanlanmıyor?

Keşifler tarihinden buna pek çok örnek verilebilir. Meselâ, Galile—tek kişi olarak dünyanın döndüğü gerçeğini haykırdı—ve benzeri kâşifler birçok gerçeği keşfedip söylemişti. Ne var ki, zamanlarındaki toplumlar onlara karşı geldi, hatta cephe aldı. Fakat, onların yalanı ortaya çıktı, kâşiflerin haklı olduğu anlaşıldı.

Bunun tam aksi olarak, her devrin toplumlarının çoğunluğu binlerce yıldır Yaratıcının varlığını ikrar ettiği halde;—eğer yalan olsa—neden bu ortaya çıkmadı? Bu da, Allah’ın var ve tek olduğu gerçeğini ortaya koyar. Rivâyetlerde, 124 bin veya 224 bin peygamber geldiği1 ifade edilir. Kur’ân’da 25’inin ismi zikredilmiştir. İşte mutluluğun kaynağı din-peygamberler olduğu gibi, insan hak ve hürriyetlerinin kaynağı da onlardır. Peygamberlerin meşgale ve mu’cizeleri, zihin ve dimağlarda, şu çarpıcı hakikati nakşetmiştir:

En akıllı ve en fazîletli insanlar olan peygamberlerin en birinci meselesi tevhîd, yani, Allah’ın varlık ve birliğini ilândı. Madem peygamberler “Allah var ve birdir, her şeyi yaratan Allah’tır!” diyor, öyle ise, onların söylediği her şey doğrudur. Öyle ise o bir peygamberdir. Öyle ise, onlara vahyediliyor. Öyle ise, diğer peygamberler de Allah’ın elçileridir. Öyle ise, Allah birdir. Öyle ise Hz. Peygamberin (asm) ortaya koyduğu bütün meseleler doğrudur, gerçektir.

Dipnotlar:

1- Taftazanî, Şerhü’l-Akâid, s. 169; Muhittin Bahçeci, Âyet ve Hadîslerle Peygamberlik ve Peygamberler, s. 63-64.

02.03.2007

E-Posta: [email protected] [email protected]




Halil USLU

Kumluca'da hoşgörü ve eğitim



1924’te Kumluca Bucağı kurulmuş ve 7033 sayılı kanunla 1.4.1958’de Finike’den ayrılarak ilçe olmuştur. Kumluca tarihî seyir içinde, ilkçağlardan beri birçok devletin yerleşim alanı içinde yer almıştır. Bunlardan Likyalılar, Fenikeliler, Romalılar ve Selimler sırasıyla ilk yerleşip dağılan topluluklar olarak bilinir. İlk yerleşim yeri, ilçe merkezinin 5 km kadar doğusunda, tepelerin eteklerinde Sarıkavak adıyla 1830 yıllarında yapılmıştır. Eskiden karpuzları ile ün kazanmış olan Kumluca’da bugün çağın gereklerine uyularak, cam ve plastik seralarda turfanda sebzecilik yapılmakta ve Türkiye’nin sebze ve narenciye ihtiyacının önemli bir kısmı buradan karşılanmaktadır. Bir borsa hüviyetindedir.

İç ve dış piyasalarla bütünleşmiş olan Kumluca’da kaldığım kısa zaman diliminde, kendimi bir anda Avrupa’nın küçük il ve ilçelerinde hissettim. 40 bin nüfusa ulaşan Kumluca her şekliyle bir cazibe merkezi. Müteşebbis ve bir o kadar da mütevazi Belediye Başkanı Sn. Hüsameddin Çetinkaya ve yakın arkadaşlarıyla ilçe merkezindeki yaptığımız gezide ve temaşada bunları gördüm. Yüksek tepedeki hastanesiyle, görkemli belediye binasıyla, konferans salonuyla, ilçe imar planıyla, fevkalâde otogarıyla, pırıl pırıl yurt ve okullarıyla ve başkanın takdim ettiği mutasavver projeleriyle ve yemyeşil ağaç ve bitkileriyle ve Akdeniz’in mavi sularıyla gönlümde, hafızamda ayrı bir ufuk açtı.

Böyle bir mekânda 23 Şubat’ta, kıymetli kardeşim Belediye Başkanı H. Çetinkaya ve yakın arkadaşlarının dâveti üzerine Belediye kültür merkezinde “Bir değer olarak eğitim ve hoşgörü” üzerine bir konferans verdik. Takriben 924 ilçenin, 3250 belediyenin bulunduğu aziz Türkiye’mizin bir çok beldelerine defalarca gitmeme, seminer ve konferans vermeme rağmen bu şirin ilçeye uğramamışım. Ceza, ya bende ya da bugüne kadar beni oraya çağırmayanlarda. Fakat “Hoşgörü ve Eğitim” başlıklı konferansımızla bunu kapattık kanaatindeyim.

Çünkü konferansta da ifade ettim: Hafız-ı Şirâzî, Farisî beytinde şöyle diyor: “Dünya öyle nizâ edilecek, kavga edilecek bir yer değildir. Dünyayı iki harf tarif eder: Birincisi dostlarına karşı ikramlı, ikincisi ise düşmanlarına karşı sulh ve barış içinde olacaksın.” Hz. Allah hadis-i kudsisinde “Ben yere göğe sığmam, ancak mü’min kullarımın gönlüne, kalbine sığarım” diyor. Hz. Yunus Emre ise “Gönül yıkma, Kâ’beyi yıkmış olursun” diyor. Bediüzzaman Hazretleri de; “Kimin imanı varsa o cihetle kardeşimizdir” ve hatta “Allah’a inanan, ahireti tasdik eden İsevî ruhanilerle dahi medar-ı niza noktaları münakaşa yapmayın” buyurmuştur. İşte hoşgörü ve eğitimin temel taşları.

Emniyet Genel Müdürlüğünün 2006 yılı raporuna göre, her 39 saniyede bir suç işlenmiş. 73 milyonluk bir Türkiye’de, yine son 5 yıl içinde aile içi şiddetten 1300 civarında kız ve kadının öldürüldüğü bir Türkiye’de, her yıl % 34 artışın olduğu ve 2007 yılı itibarıyla 210 bin resmî boşanma dosyasının mahkemelerde bulunduğu bir Türkiye’de ve 2006 yılı Mi'raç gecesinde 15 büyükşehir stadyumunda koro halinde küfürlerin edildiği bir Türkiye’de “Bir değer olarak Hoşgörü ve Eğitime” çok muhtaç olduğumuz görülmektedir.

Çıkış olarak; hoşgörü ve eğitimin temeli din ve imandır. Bütün saydığım rakamlar ve gerçek tesbitler, ağlamakla ve belirtmekle bitmez. Bunu bilenlerin veya tesbit edenlerin, çareleri sunmaları elzem ve mülzemdir. Türkiye’deki hükümetler, 2 bin sivil toplum kuruluşları ve anne-babaların, A-B-C vitaminlarini, okuyan ve nüfusun üçte birini teşkil eden genç nesillere ve öğrencilere verdikleri gibi, iman vitamini vermeleri de hoşgörünün ve eğitimin ta kendisidir. Başka çıkış yoluda görülmedi ve görülmüyor. “Ariflere tarif gerekmez”..

Bu dâvet ve konferansımda emeği geçen herkese, başta konferansta bizlere plaket veren ilçe Kaymakamı Sn. A. Aslaner’e, Belediye başkanı Sn. H. Çetinkaya’ya, Genç İş Adamaları Derneği Başkanı Sn. İ. Aydoğan, Sn. Emin Can, Sn. M. Sezer ve Sn. A. Çam beylere ve konferansa iştirak eden bütün can dostlarına binler tebrikler, binler teşekkürler.

02.03.2007

E-Posta: [email protected]




M. Latif SALİHOĞLU

Nur ve ateş arasında yüz yıl (10)



Kurt gövdenin içinde

Bulaşıcı günahlar, mânevî hastalıklar ve ahlâkî buhranlar itibariyle, insanlık tarihinin görüp geçirmiş olduğu belki de en zor dönemlerden birini yaşıyoruz.

Öyle ki, eski çağlarda kavimleri helâke götüren günah ve isyan dalgaları, günümüzde Müslüman toplulukların içine de sirayet etmiş, hatta yaygınlık kazanmış durumda.

Öte yandan, iki zıt olan iman ile küfür, günümüzde âdeta içiçe girmiş, omuz omuza gelmiş, iş ve aile hayatında aynı havayı teneffüs eder, aynı sofradan beslenir bir duruma gelmiş.

Demek ki, şimdiki nesil eski nesillerden çok daha farklı ve o nisbette de tehlikeli bir durumla karşı karşıya gelmiş bulunuyor.

Üstad Bediüzzaman'ın tâbiriyle, "Kurt, gövdenin içine girdi."

Bu yeni durum karşısında ıztırabın en dehşetlisine düçâr olan Bediüzzaman Hazretlerinin mahz–ı hakikat tesbitleri: "Eskiden tehlikeler hariçten gelirdi; onun için mukavemet kolaydı. Şimdi tehlike içeriden geliyor. Kurt, gövdenin içine girdi. Şimdi, mukavemet güçleşti. Korkarım ki, cemiyetin bünyesi buna dayanamaz. Çünkü, düşmanı sezmez. Can damarını koparan, kanını içen en büyük hasmını dost zanneder. Cemiyetin basîret gözü böyle körleşirse, îman kalesi tehlikededir. İşte benim ıztırâbım, yegâne ıztırâbım budur." (Tarihçe–i Hayat, s. 542.)

İnsanlık buhran geçiriyor

Bir rivâyette var ki, "Âhirzamanda kimse nefsine hâkim olamıyor."

İşte, böylesine dehşetli bir zamanda yaşıyoruz.

Nur saçan İslâmiyet ise, ortalığı istilâ etmiş kimi kem nazarlara göre irticadır, kimilerine göre ise afyon gibi uyuşturucu, yahut düpedüz ateş gibi yakıcıdır: Tutarsan yanmaya, atarsan ondan mahrûm olmaya razı olmalıymışsın...

Oysa, İslâmiyet nurdur; fenâlara ise nârdır, ateştir. Bu değişmez hakikate rağmen, ortalık bulandırılmaz, zihinler karıştırılmak isteniyor.

Dahilden, hariçten, âdeta dört koldan buhran pompalanıyor.

Bu istilâcı dehşetli buhranı ve ona karşı duruşunu şöyle târif ediyor, Üstad Bediüzzaman: "Dünya, büyük bir mânevî buhran geçiriyor. Mânevî temelleri sarsılan Garb cemiyeti içinde doğan bir hastalık, bir vebâ, bir tâun felâketi, gittikçe yeryüzüne dağılıyor... Büyük kafaları gaflet içinde görüyorum... Karşımda müthiş bir yangın var. Alevleri göklere yükseliyor. İçinde evlâdım yanıyor, îmânım tutuşmuş yanıyor. O yangını söndürmeye, îmânımı kurtarmaya koşuyorum. " (Age, s. 543.)

Nihayetsiz bir fedakârlık

Cemiyetin huzurunu, kitlelerin refahını, gençliğin ıslâhını, nesillerin saadetini düşünmesi gereken "büyük kafalar" gaflet içinde debelenip dururken, Bediüzzaman Hazretleri ise, bütün kuvvetiyle bütün mesaisini insanların, bilhassa istikbâl neslinin iki cihan saadeti yolunda sarf etmeye koyulmuş.

Ne cennet sevdâsı, ne cehennem korkusu, ne sürgün cezası, ne hapis, ne zindan, ne işkence acısı, ne zehirlenme sancısı, bunların hiçbiri onu bu ulvî maksadından geri çevirmemiş, çevirememiş.

O, nefsini kurtarmayı düşünmemiş, dünyasını, gerekirse âhiretini dahi bu rızâ–i İlâhî yolunda fedâ etmeyi göze almış ve öyle çalışmıştır.

Sonunda ise, hakkını da helâl ederek, yapmış olduğu hizmetlerinden dolayı, yine Allah'a şükretmekle iktifa etmiştir. İşte, bu meyandaki sözleri: "Cemiyetin îmânı, saadet ve selâmeti yolunda nefsimi, dünyamı fedâ ettim; helâl olsun. Çünkü, bu sâyede Risâle–i Nur, hiç olmazsa birkaç yüz bin, yâhut birkaç milyon, belki daha ziyâde kişinin îmânını kurtarmaya vesîle oldu. Allah’a bin kere hamd olsun." (Age, s. 544.)

Demek ki, manevî yangınlar o derece tehlikeli ve sınır tanımaz bir hal almıştır ki, buna mukabil yapılacak olan söndürme hizmetinde de sınır tanımamak ve "nihayetsiz bir fedakârlık"ta bulunmak gerek.

İşte, Bediüzzaman Said Nursî bunu yapmış ve böyle yapılmasını talebelerine de vasiyet etmiştir. Birer muhabbet fedâisi olarak, insanlara karşı bir kin ve intikam duygusu beslemeden, bütün güç ve kuvvetiyle kendilerini "iman kurtarma hizmeti"ne adamaları tavsiyesinde bulunmuştur.

En yakın olandan başlamak

Böyle bir istikamette yol alırken, kişi evvelâ kendi nefsinden ve en yakınlarından işe başlaması gerekiyor.

Evet, aile efradı denilen "evlâd ü ıyâl", iman ve ahlâk hizmetinde bulunanlar için, yolun en başında gelir.

Bunları atlayarak, yok sayarak, yahut onları "çantada keklik" gibi sanarak, hiç kimse sıhhatli bir hizmette bulunamaz, selâmetli bir yolda gidemez. Zira, en büyük, en sahih, en makbul hizmet, en dar ve en küçük dairede olur.

Dolayısıyla, hizmet dairelerindeki seyir defteri, küçükten büyüğüne doğru kademeli bir şekilde açılmalı.

Buna göre, bilhassa anne babalar için, çocuklarıyla olan hizmet ve münasebetleri öncelik kazanıyor.

İnşaallah, yarın da bu mühim nokta üzerinde etraflıca durarak, seri yazımızı toparlamaya çalışalım.

GÜNÜN TARİHİ 02 Mart 1950

32 ölümlü Muğlalı Paşa hadisesi

Em. Org. Mustafa Muğlalı, Özalp hâdisesi (İran sınırında 1943 yılı Temmuz'unda kànuna aykırı davranmakla suçlanan 32 köylüyü kurşuna dizdirmesi olayı) sebebiyle devam eden duruşmalar sonunda idama mahkûm edildi. Ancak, cezası müebbet hapse çevrildi ve kendisi de 1951 yılı sonunda hapiste iken öldü.

Bu mahkûmiyet dâvâsı, yakın tarihimize "Muğlalı Paşa hadisesi" olarak geçti.

Kurşuna dizileceklerin sayısı başlangıçta 33 iken, son anda grubun içinde bulunan bir kadının serbest bırakılmasıyla, bu sayı 32 olarak sabitlenmiş oldu.

Muğlalı Paşa, 1930'daki Menemen hâdisesi sonrasında da, çok can yakmakla itham edilmişti.

Komisyon raporundan

Kurşuna dizme hadisesinin mahkemeye intikal etmesi safhasında, bir heyetin konu hakkında araştırma yapması ve tesbitlerini bir rapor halinde mahkemeye sunması istenir. İşte, o rapordan bir bölüm: "30 Temmuz 1943 Cuma günü sabahleyin nezarette bulunan 32 köylü dışarı çıkarılmış elleri arkalarına ve kişiler birbirlerine iplerle bağlanmak suretiyle Çilli Gediği yönünde sevkedilmişlerdir. Bu sırada, zaten öldürüleceklerini bilen elleri bağlı mağdurların yalvarıp yakarmaları, feryâd û figânları yürekler acısı bir sahnedir. Kafile Çilli Gediğine geldiğinde, iki teğmen, emirlerindeki mangalara ateş emrini vermişler. Erler, piyade tüfekleri ve hafif makinalı tüfeklerle 32 mâsum vatandaşı yaylım ateşi altına alarak katletmişlerdir."

02.03.2007

E-Posta: [email protected]




Mustafa ÖZCAN

Büyük pazarlık



Cheney’in dediği gibi bölgede her seçenek masada. Bunun içinde büyük pazarlık da var, savaş ve darbe de var. Bölgede üç ihtimal birden var. Bunlardan birisi büyük pazarlık. Diğeri nüfuz savaşı ve bunun devamı fiilî bölgesel bir savaş. Üçüncüsü de Lübnan ve Irak gibi ülkelerin bire ikiye veya üçe parçalanması ihtimali. Bütün bunlar bölgeyi bekleyen ihtimaller. Bir taraftan Henri Barkey ve Holbrooke’un gündeme getirmiş olduğu Kuzey Iraklı Kürtler ile Türkiye arasında büyük pazarlık/Grand Bargain var. Özellikle Amerika’daki bazı Yahudi çevreler bunun üzerinde titizlikle duruyorlar.

Aslında bu teklif daha önce 1991 yılında Türkiye’nin önüne koydukları seçeneklerden birisiydi. Bu proje ile Kuzey Iraklı Kürtlerin kalıcı kazanımlar dahilinde (bağımsızlık da dahil) Türkiye’ye eklemlemesini istiyorlar. Türkiye’nin kafasını karıştıran husus, bu projenin Türkiye’nin lehine mi, aleyhine mi veya Kuzey Iraklı Kürtlerin mi lehine olacağıdır? Amerikalıların İran’la veya Suriye ile münasebetleri iyi olsaydı belki aynı teklifi onlara yaparlardı. Zira, 1974 yılına kadar Mustafa Barzani’yi destekleyenlerin İran Şahı Razı Pehlevi ile Kissinger gibi aktörlerin olduğunu biliyoruz. 1991 yılından itibaren bu teklifi bize yapıyorlar. Ancak hem Kuzey Iraklı Kürtlerin, hem de Türkiye’nin yaklaşımında uzlaşmaz noktalar var. Daha doğrusu iki yapı birbirini çekmiyor, bilâkis itiyor. Bunun nedeni de milliyetçi söylemlerdir. 1991 yılında gerçekleşmeyen bu senaryo günümüzde gerçekleşme imkânına sahip mi?

Kürtlerin yeniden bölgeyle bütünleşmeleri kaçınılmaz bir seçenek. Bunun dışındaki bütün maceralar kısa vadeli olmaya mahkûmdur. Bununla .birlikte, kaynaşmayı temin edecek fizikî bir mecburiyet ve zemin olsa da fikrî bir zemin yok. Dolayısıyla bu bütünleşme ancak başka bir fikir, formül ve aktörler altında gerçekleşebilir. Bundan dolayı Holbrooke’un ve Barkey’in fikir imalatı olan bu projeler zorlamadan ibaret kalıyor. Bölgedeki siyasî ve ideolojik yapıya uymuyor. Kürtler istese bile Türkiye bunu yapamaz, zira iç yapısı buna şimdilik kaydıyla müsait değil.

***

Ancak büyük pazarlık sadece Türk-Kürt münasebetleriyle sınırlı değil. 2003 yılında İran’’ın yaptığı büyük pazarlık teklifi hâlâ masada. Amerikalılar itibar etmeseler de büyük pazarlık ihtimali masada bulunuyor. Gerçi ‘Bütün seçenekler masada’ diyen Cheney’in seçeneği savaşsa da Nejad’ın ‘bir avuç akil adam’ dediği Amerikan yönetiminde diğer isimlerin seçeneği büyük pazarlık. Brzezinski ve Gates zaten İranla ilgili pazarlığın kitabını yazdılar. Kissinger de zaman zaman ve bilhassa Suriye ile pazarlık yapılmasını istiyor.

ABD’nin bihassa Irak konusunda siyasî olarak İran’la ve askerî olarak da Suriye ile masaya oturmaya ihtiyacı var. Zira Irak’taki siyasî kart İran’ın direniş kartı da büyük ölçüde Suriye’nin elinde. Bununla birlikte 2006 sonlarında Baker-Hamilton Raporunda dile getirilen bu iki ülkeyle masaya oturma formülü Bush tarafından reddedilmişti. Ancak bu seçeneği reddettiği için Bush son sıralarda büyük bir baskı ve eleştiri yağmuru altında tutuluyor. Bunlar arasında Baker ve Kissinger gibi Amerikan dış politikasının duayenleri var. Hatta İran’a karşı saldırı fikrine sıcak bakmayan Rice ve Gates gibi isimlerin de bu seçeneği destekledikleri söylenebilir. Bu pazarlık meselesinde ABD’nin en büyük çıkmazı, zayıf bir pozisyonda masaya oturma kaygısıdır. Halbuki tam da bu nedenden yani ABD’nin elindeki kartlar bittiğinden dolayı pazarlık masada bulunuyor.

ABD ağırdan aldıkça kaybediyor. Masaya oturması veya oturmaması pragmatik nedenlere de dayanıyor. Meselâ son ana kadar dolaylı da olsa aynı masayı paylaşacağı Suriye ve İran’ın davet edildiği Bağdat’ta yapılacak bölgesel toplantıya katılma konusunda çekimser davranıyordu. Son sıralarda ise geri adım atma ve çark etme anlamına gelecek bir manevrayla İran ve Suriye’nin yanında Bağdat toplantısına katılabileceğini açıkladı. Gerçi 2004 yılında Powell, Harrazi ile Şermü’s Şeyh de dolaylı da olsa biraraya gelmişlerdi. Amerikan basınına göre ABD’nin istinkafı petrol yasasının çıkmasına ayarlı bulunuyordu. Irak hükümeti yeni petrol yasa tasarısını hazırlayınca Amerikalılar da Bağdat toplantısına hazır hale gelmişlerdi (28 Şubat, 2007, The New York Times, U:S: Set to Join Iran and Syria in Talks on Iraq)!

***

Bu ne anlama geliyor ve faydası olacak mı? Bu masa seçeneğinin kuvvet bulması ve Bush yönetiminin geri adım atması anlamana geliyor. Guardian şu ifadelere yer verdi: “Son karar, Bush yönetiminin Irak politikasını destekleyen eski dışişleri bakanlarından Henry Kissinger ve James Baker’ın eleştirilerini arttırmalarını izliyor. Bu iki isim de, yönetime, İran’ın diplomatik tecridine son verilmesi çağrısı yapıyorlardı. Amerika’nın eski Bağdat büyükelçisi Zalmay Halilzad da, İran’la doğrudan görüşmelerden yanaydı.” Hatta İranlı yetkililerle Halilzad’ın görüşmesi kararlaştırılmış, ama daha sonra izahı yapılmadan rafa kaldırılmıştı. Böyle bir toplantının faydası olabilir mi? Öncelikli olarak bunun faydalı olabilmesi için bir bölge vizyonu ve inisiyatifi olması ve bilâhare ikinci kademede bunun bölge dışı ülkelerle paylaşılması ve tartışılması gerekirdi. Katılımcı ne kadar bol olursa başarı şansı o kadar düşecektir. Sürüncemede bırakılacak işler genellikle komisyona havale edilir.

02.03.2007

E-Posta: [email protected]




Serdar MURAT

Darağacına 3 kadın



Üç kadın

Üçü de Irak’ta El Kadimiye Hapishanesinde tutuluyorlar.

Vassan Talip’in yanında çocukları da var.

Liqa Ömer Muhammed’in cezaevindeyken doğum yaptı. Çocuğu yanında ve 1 yaşına girdi.

Ve bir de Zeynep Fadıl var.

Liqa Ömer Muhammed 26 yaşında genç bir kadın.

31 yaşındaki Wassan Talip ile 25 yaşındaki Zeynep Fadıl ise iki genç anne.

Suçları, günde ortalama 40 kişinin öldüğü Irak’ta, “Kamu refahına karşı suç” işlemek.

Yani işgale karşı direnmek.

İstanbul işgal edildiğinde ilk direnişin kadınlarımızdan gelmesi gibi.

İşgalci İngilizlere karşı ilk mitingleri kadınların tertipleyip, gazetelere işgal karşıtı ilk ilânları kadınların vermesi gibi.

Onların suçu da Amerikan işgaline boyun eğmemek.

Vassan Talip ve Zeynep Fadıl, 2005 yılında Bağdat’ın Hay El Furat semtinde Iraklı güvenlik görevlilerini hedef alan saldırılarda yer almakla, Lika Ömer ise yine 2005 yılında gerçekleşen adam kaçırma olaylarının parçası olmakla suçlanıyor.

Siz bu yazıyı okurken, bu kadınlar için artık günler değil, saatler sayılı hale gelecek.

Çünkü bu üç kadın 3 Mart günü idam edilecekler.

Başbakan Erdoğan’ın 1 Mart tezkeresiyle denklem dışı kaldığımız Irak gerçeği işte bu.

İşgale karşı direnen kadınların idam edildiği Irak.

Ancak Iraklı kadınların ırzına geçen Amerikan askerlerinin bizzat Irak Başbakanı Nuri El Maliki tarafından örtbas edildiği bir ülke.

Ben bu yazıya başlarken Bağdat’taki bir saldırıda 12 kişinin öldüğü haberi geldi. Siz bu yazıyı okurken, artı 12 ya da 42 kişi ölmüş olacak.

Başbakanın “Denklem dışı kaldık” dediği Irak işte bu.

4 yılda 700 bin insanın öldüğü bir ülke.

Ebu Gureyb cezaevlerinin, işkencelerin, tecavüzlerin, mezhep çatışmalarının, asırlar geçse de silinmeyecek olan iğrençliklerin, işgalle gelen paylaşımın olduğu bir ülke.

Osmanlının misyonuna soyunmuş bir liderin, işgalci ile aynı paylaşımda olmak için can atması niye ki?

Bu Osmanlının mirasına bir ihanet değil mi?

600 yıl adaletle yönetip, bugün dahi derin bir saygınlık gördüğümüz İslâm coğrafyasında nasıl olur da biz Amerikan iğrençliğinden pay almayı denklemin içinde olmak olarak sayılırız.

Dün 1 Mart tezkeresinin yıldönümüydü.

Erdoğan’a kalsa tezkere geçecek ve biz Irak’ta olacaktık.

Irak’ı işgal eden ABD ve İngiltere’nin her gün daha büyük batağa saplandığı ve tüm bölgeyi bir kan çanağı haline getirdiği Irak’ta biz neyi paylaşacaksak?

Mezhep imamlarımızın yetiştiği ve ilmin merkezi olan Bağdat’ı 400 yıl yönetip, dört kişinin burnunu kanatmayan biz, 4 yılda 700 bin insanı öldüren zalim bir işgalci ile hangi denklem de bir olmaya öykününüz ki?

Duygusallığı bırakın, denklemin içinde olsak Kürt tehlikesi böyle olmazdı denildiğini kulaklarımla duyar gibi oluyorum.

Birinci Körfez Savaşı da baba Bush’u Irak’a müdahale etmesi için ikna edenlerden biri de Özal değil miydi? O zaman denklemin içindeydik. Ne oldu? Bu Kürt devleti diye korktuğumuz yapılanma, bizim himayemizde gelişmedi mi?

Bu millet İslâm mukadderatı üzerinde etkin olacak bir millettir. Böylesine soylu bir misyonu aşağılık bir işgalci olan Amerika ile aynı denklemde yer alma uğruna harcayabilir miyiz?

24 saat sonra sizlerin hayatında çok önemli bir gelişme olmayabilir.

Ancak Irak’ta El Kadimiye cezaevindeki Vassan Talip, Liqa Ömer Muhammed ve Zeynep Fadıl için bu 24 saat çok şey ifade edecek.

24 saat sonra onlar belki de hayatta olmayacaklar.

Liga Ömer Muhammed’in 1 yaşındaki çocuğu koynundan alınıp, darağacına götürülecek. Vassan Talip ise çocuklarının arasından idam sehpasına yürüyecek.

Karabatak kuşunun petrole bulanmış görüntüsü için Saddam’ı Kuveyt’ten çıkaran insanlık bu üç kadının sehpaya gidişini sessizce seyredecek mi?

Bosna’da Sırplar tecavüz kampları oluşturmuştu.

Irak’ta ise Ebu Gureyb’den başlayarak bir memleket tecavüz kampına döndü.

Şimdi ise Irak için mücadele ettiği için Iraklı üç kadının boynuna idamın ilmeği geçirilecek.

İnsanlığın vicdanının tam ortasına kurulan sehpada, kirletilmemiş namuslara boynuna geçirilecek, cellâdın ipleri.

Tabiî 24 saat içerisinde insanlığın sesi daha gür çıkıp, o karanlığı boğmazsa...

02.03.2007

E-Posta: [email protected]




Faruk ÇAKIR

‘Hap’ı yutalım mı?



Çağımız insanı, her şeyden önce ‘sağlık’lı yaşamak istiyor. Bu sebeple, sağlık sektörüne büyük yatırımlar yapılıyor. Peki, ‘sağlıklı’ olmak için milyarlarca dolar harcayan insanlık, bunu elde edebiliyor mu? “Ediyor” demek hayli zor. Çünkü, ilim adamlarınca bugün için ‘faydalı’ bulunan bir ilaç ya da uygulama, bir zaman sonra ‘zararlı’ denilmek sûretiyle ‘yasak’lanabiliyor.

Meselâ, son günlerde herkesin elinin altında bulundurduğu bir ilâçla ilgili tartışma yaşanıyor. Harvard Üniversitesi’nin araştırmasında, her gün kullanılması halinde erkeklerde kalp krizi riskini artırdığı iddiâ edilen ‘aspirin’ tıp dünyasında tartışma başlatmış.

Amerikan Kalp Vakfı, doktorlara çağrıda bulunarak; kalp hastalarına ilk dönemlerinde ‘ağrı kesici reçeteler’ yazmak yerine, hastalara fiziksel terapi, egzersiz, zayıflama, eklem üzerindeki baskıları azaltma ve soğuk-sıcak tedavileri uygulamalarını tavsiye etmelerini önermiş. (Vatan, 1 Mart 2007)

Aspirin tartışması bitmeden, ‘vitamin’ tartışması başladı. Bazı uzmanlar, C, A ve E vitaminlerinin ‘ölüm oranını’ artırdığı görüşünde.

Kopenhag Üniversitesi Hastanesinden Goran Bjelakovic ve ekibi tarafından yürütülen ve sonuçları Amerikan Tıp Vakfı Dergisinde yayımlanan geniş kapsamlı analizde, vitamin takviyelerine harcanan paranın aslında boşa gittiği ifade ediliyor. İngiliz Kalp Vakfı da, sentetik vitamin hapları ya da takviyeler almak yerine, sağlıklı beslenmeye ağırlık verilmesi gerektiğini ve bu vitaminlerin sebze, meyve gibi tabiî yollardan alınması gerektiğini belirtiyor. (agg.)

Elbette bu gelişmeler en başta ‘ilaç sanayii’ni yaralar. Ancak, bugün açıklanan bu bilgilerin, yarın yine uzmanlar tarafından ‘yalanlanmayacağı’ garanti edilebilir mi? Peki, bu kargaşa arasında vatandaş ne yapacak, ne yapabilir?

İstense de, istenmese de iş dönüp dolaşıp ‘fıtrî yaşama’ya dayanacak. Çünkü sadece ‘akıl feneri’yle hareket etmekle netice alınmadığı görüldü, görülüyor. Bu şekilde hareket edenler bir gün ‘ak’ dediğine, ikinci gün ‘kara’ diyebiliyor. Oysa hayata yön veren dinimiz, ne yememiz-içmemiz gerektiğine kadar hayatımızı tanzim etmiş. Bu emir ve tavsiyelere uymayarak ancak kendimize zarar verdiğimizi artık görmeliyiz.

İslâmın emir ve yasakları, Peygamberimizin sünnet-i seniyyesiyle şekillenmiş ve bize ulaşmıştır. Sünnet-i seniyyenin her bir mes’elesinde bir nur ve hikmet olduğu günümüzde daha iyi anlaşılıyor. İlim adamları ‘hap’ yutmayın; ‘vitaminleri tabiî yollarla alın’ derken bilerek ya da bilmeyerek “Sünnet-i Seniyyeye uygun yaşayın” demiş olmuyor mu?

İnsanlığın maddî ve manevî kurtuluşu, ‘Sünnet-i Seniyye’ye uygun yaşamakta gizli.

*

Hakkı teslim

İslâmın mukaddes mekânlarından biri olan Mescid-i Aksa önünde İsrail tarafından yürütülen hafriyat çalışmalarını protesto eden ultra-ortodoks ve siyonizm karşıtı bir grup Yahudi, caminin bulunduğu Haremüşşerif yakınında bir protesto eylemi yapmış.

Yahudi göstericiler, “Kudüs Filistinliler’e aittir” ve “Yahudilerin, İslâmın kutsal mekânlarına saldırması yasaklanmıştır” pankartları da açmış. (Vatan, 1 Mart 2007)

İnsaflı ‘insan’lar hakkı teslim etmek durumunda...

02.03.2007

E-Posta: [email protected]




Kazım GÜLEÇYÜZ

Darbelerle hesaplaşma



Türkiye, kendisine her bakımdan çok şey kaybettiren darbelerin hiçbiriyle hesaplaşamadı. Millet, oylarıyla iktidara getirdiği insanları darağacına çıkaran 27 Mayıs’la da, ülkeyi koalisyonların kargaşasına sürükleyen 12 Mart’la da, anarşiyi kullanarak yönetime el koyan 12 Eylül’le de yüzleşmeyi hâlâ başaramadı.

Bunda, darbeleri “iyi ve kötü” diye tasnif ederek ona göre tavır alan anlayışın da payı var.

Meselâ bir kesime göre, Yassıada ve idam utançlarına imza atan 27 Mayıs, ülkeye “özgürlükçü bir anayasa” kazandırdığı için iyi. Buna karşılık “özgürlükler”i tırpanladığı için 12 Mart ve “dincilere ödün verdiği” için 12 Eylül kötü.

27 Mayıs’ı reddederken, “Ülkeyi anarşiden kurtardı” gerekçesiyle, neler kaybettirdiğine bakmadan 12 Eylül’e minnet duyanlar da var.

Oysa bizatihî darbe veya müdahale olayına demokrasi adına karşı çıkma şuuru teşekkül etmiş olsa, böyle çelişkili yorumlar olmayacak.

Ve darbelerin tamamının, demokrasiyi kesintiye uğratıp hak ve özgürlükleri kısıtladığı için kötü olduğu ve kötü sonuçlar doğurduğu görülerek buna uygun bir tavır geliştirilebilse, demokrasinin de, Türkiye'nin de önü açılacak.

Ve daha önemlisi, evvelki darbelerin toplum nazarında yaptırımsız kaldığını, hattâ tam tersine bir kesim tarafından desteklendiğini görmenin cür’et ve cesaret verdiği yeni darbe girişimleriyle karşı karşıya gelmeyeceğiz.

Darbelerin bilumum tahripkâr sonuçlarıyla beraber kamuoyunda tartışmaya açılması ve bu tartışmanın sonuç alınıncaya kadar sürdürülmesi bu bakımdan son derece önemli bir konu.

“Millet darbelere cevabını seçim sandığında veriyor” söyleminin ötesinde, toplumda kök salacak derin bir demokrasi bilincinin mutlaka pekiştirilmesi gerekiyor.

Ve bunun için, bazı münferit örneklerde görüldüğü gibi, illâ “Darbeciler yargılansın” kampanyaları açmaya gerek yok. Çünkü böyle bir talebin yasal zemini de, tatbik şartları da yok.

Onun yerine, darbelerin ve müdahalelerin toplum ve devlet bünyesinde yol açtıkları çok yönlü tahribatı, sebep oldukları mağduriyetleri, kime ne haksızlık yapıldıysa hiçbir ayrıma gitmeden ortaya koyan tesbitler kamuoyunun gündemine getirilmeli ve zihinlerde iyice yer ettiğine kani oluncaya kadar takipçisi olunmalı.

28 Şubat’la ilgili değerlendirmelerde bu nisbeten başarılmış olmalı ki, onuncu yıldönümünde ortaya çıkan tablo, Ertuğrul Özkök gibi sürecin en sıkı ve yılmaz savunucularından birine dahi, “Galiba 28 Şubat’ı destekleyen tek ben kaldım” diye yazdırıyor (Hürriyet, 28.2.07).

Süreçte aktif rol oynayan ve “Beşli çete” olarak anılan meslek örgütlerinin o dönemde görev yapan başkanları da, esnaf örgütünün başındaki isim hariç, pişmanlık izhar ediyorlar.

Bu kamuoyu duyarlılığı ve takipçiliği, daha da geliştirilerek devam etmeli. 28 Şubat’ın her alanda yol açtığı olumsuzluklar sürekli gündemde tutularak, sorumluları toplum ve tarih önünde özeleştiri yapmaya mecbur bırakılmalı.

Ama bu takip yıkıcı bir intikam mantığıyla değil, açılan yaraları bir an önce sarmayı hedefleyen yapıcı yaklaşımlarla gerçekleştirilmeli.

Gelecek kuşaklar eski darbelerin tahribatını taşımamalı, yeni darbe utancıyla tanışmamalı.

02.03.2007

E-Posta: [email protected]


 
Sayfa Başı  Yazıcıya uyarla  Arkadaşıma gönder  Geri



 

Bütün yazılar

YAZARLAR

  Abdil YILDIRIM

  Abdurrahman ŞEN

  Ali FERŞADOĞLU

  Ali OKTAY

  Cevat ÇAKIR

  Cevher İLHAN

  Davut ŞAHİN

  Faruk ÇAKIR

  Gökçe OK

  Habib FİDAN

  Hakan YALMAN

  Halil USLU

  Hasan GÜNEŞ

  Hasan YÜKSELTEN

  Hülya KARTAL

  Hüseyin EREN

  Hüseyin GÜLTEKİN

  Hüseyin YILMAZ

  Kazım GÜLEÇYÜZ

  M. Ali KAYA

  M. Latif SALİHOĞLU

  Mahmut NEDİM

  Mehmet KARA

  Meryem TORTUK

  Metin KARABAŞOĞLU

  Mikail YAPRAK

  Murat ÇETİN

  Murat ÇİFTKAYA

  Mustafa ÖZCAN

  Nejat EREN

  Nimetullah AKAY

  Raşit YÜCEL

  S. Bahattin YAŞAR

  Saadet Bayri FİDAN

  Sami CEBECİ

  Sena DEMİR

  Serdar MURAT

  Süleyman KÖSMENE

  Vehbi HORASANLI

  Yasemin GÜLEÇYÜZ

  Yasemin Uçal ABDULLAH

  Yeni Asyadan Size

  Zafer AKGÜL

  Zeynep GÜVENÇ

  Ümit ŞİMŞEK

  İslam YAŞAR

  İsmail BERK

  Şaban DÖĞEN


 Son Dakika Haberleri
Kadın ve Aile Dergisi Çocuk Dergisi Gençlik Dergisi Fikir Dergisi
Ana Sayfa | Dünya | Haberler | Görüş | Lahika | Basından Seçmeler | Yazarlar
Copyright YeniAsya 2004