Aleviliğin üç farklı boyutu var. Bunlardan birisi, Ehl-i Beyt muhabbetidir ki genel olarak bu hususta İslâm fırkaları arasında genel bir mutabakat ve beraberlik vardır. İkinci boyut, fıkhî boyuttur ki bu özel bir alana tekabül eder. Zeydilik ve Caferilik fıkhı gibi. Üçüncüsü de, siyasî tarafgirliğin doktrin halini almış Şii veya teşeyyü boyutudur. Hakikat kişilerin hatta meşrep ve mezheplerin üzerindedir. Hakikat, kişiler zeminine veya düzlemine indirgendiğinde taassup ve tarafgirlik mânâsı kazanır. Bu durumda aynen Ahmed Bin Hanbel gibi söylemeliyiz: “Arifi’l hakka tarif ricalehu: Arifi’rricale bilhakkı ta tarifi’l hakka bir ricali’ yani hakikatı kişilerle değil kişileri hakikatle tanı. Bazen en sevdiğimiz kişiler dahi hakikatın uzağına düşebilirler. Bu durumda sevgi veya nefret değil muhakeme devreye girecektir. Müslümanlar düştükleri bitmez tükenmez ihtilaflar gayyasından ancak böyle korunabilir ve kurtulabilirler.
İran Aleviliği Lübnan ulemasının da etkisiyle teşeyyü etmiş ve başkalaşmıştır. Ehl-i Beyt muhabbetinin ötesinde teşeyyü ile fırka ve taifiyye manası kazanmıştır. Bu etkinin dışında kalan Türkiye Aleviliği ise Ehl-i Beyt muhabbeti ve bir de yer yer tasavvufun batini boyutu üzerine şekillenmiş ve bu terkibe bir de üzerlerinde yapılan Safevi-Osmanlı mücadelesinin tarihi tortusu eklenmiştir. Üzerlerindeki bu mücadelenin menfi etkilerinden dolayı Osmanlıya küsmüş ve yabancılaşmışlardır. Bununla birlikte, Anadolu Aleviliği büyük çapta ilk halini ve orjinalitesini korumuştur. İran’daki hem mezhep, hem de devlet olarak yapısal hale gelmiş ve kurumsallaşmıştır. Hareket veya akım olmaktan çıkmış ve devlet haline gelmiştir. Aslında bununla gerçek özüne de yabancılaşmıştır.
İran Aleviliği zamanla Lübnan tesiriyle Şii boyutuna geçmiş ve sosyolojik yapı olarak da evrilmiş ve köklerine yabancılaşmıştır. Başlangıçta, İran Aleviliği de Anadolu Aleviliğinin bir devamı olarak Türkmen unsuruna dayanmıştır. Süreç içinde yollar ayrılmıştır. Anadoludakilerin anlayışı aynı zamanda halk Aleviliğidir. Mektep veya medrese Aleviliği (Şiilik) değildir. Meşrep veya tekke Aleviliğidir. İran Aleviliği, sosyolojik evrim geçirmesi neticesinde kurumsallaşarak Fars etkisi altına girmiştir. Böylelikle hem dinî, hem de sosyolojik zemini ve kalıpları değişmiştir. Dolayısıyla İran Aleviliği zamanla makas değiştirmiş ve bugünkü halini almıştır.
***
Meşrep Aleviliğine aynı zamanda velayet Aleviliği de diyoruz. Sünniler ve tasavvuf erbabı bu boyutu temsil ederler. Türkiye’deki Alevilerin durumu da esasen siyasî teşeyyü aşamasına gelmemiş işraki boyutta kalmış bir Alevilik anlayıştır. Her halükârda mezhep Aleviliği değil meşrep Aleviliğidir. Bu anlamda Türkiye Aleviliği bir mezhep değil ve bir mezhebin parçası da değildir. Bundan dolayı zaman zaman tanımında sıkıntılar çekilmekte veya çekişmeler yaşanmaktadır. Nasibi ve Haricilerin hilafına Sünnilere göre de Hazreti Ali Şah-ı velayettir. Lihikmetin Cenabı Hak, Ehl-i Beyti siyaset aleminde değil de diyanet aleminde parlatmıştır. Diyanet âleminde Cafer-i Sadık ve Musa Kazım gibi fıkıh imamlarının yanında Ehl-i Beyt’in asıl parladığı alan manevi alan ve tasavvufî alandır. Bu yönleriyle Sünniler arasında parlamışlardır dersek fazla da hakikatın uzağına düşmüş olmayız. Bunu kimi Şii yazarların yanında Ebu’l Hasan en Nedevi Suretani Mütezaddani kitabında ve Bediüzzaman çeşitli eserlerinde ortaya koyar. Geylani gibi Sünni tasavvuf kutupları Ehl-i Beyt mensuplarıdır.
Kimi Şiiler kendi tarikleriyle gelmeyen hadisi kabul etmedikleri gibi kendi meşrep veya mezhepleri dışından gelen Ehl-i Beyt mensuplarının nesebini de reddetmişlerdir. Bu anlamda “Sümmehtedeytü” kitabının yazarı misal verilebilir. Ama Sünnilerde de meşrep rekabetinden dolayı Ebu’l Hüda es Sayyadi Şahı Geylani’nin Alevi nesebini reddetmiştir. Ama onun hayatını yazanlar ise asıl intihal şahsiyetin kendisi olduğunu ortaya koymuşlardır. Neyse.
Ehl-i Beyt’in futuhatı manevî dairede ve alanda olmuştur. İşte bu meselenin zorlanması ve kurcalanması yüzyılların kavgasını beraberinde getirmiştir. En son Safeviler bu anlamdaki teşeyyüü iktidarlarına siyasî dayanak ve meşruiyet aracı yapmışlardır. Musa Kâzım ve Cafer-i Sadık’ın da gördükleri ve öngördükleri gibi siyaset dairesi Ehl-i Beyt için kapalıdır. Onlar namına siyaset dairesini zorlamak felaketlere yol açmaktadır ve eşyanın tabiatına aykırıdır.
***
Mehdi meselesi ayrı mütalaa edilmeli ve o mesele de müteşabihattandır. Allahu a’lem...
12.01.2007
E-Posta:
[email protected]
|