|
|
ÂYET-İ KERİME MEÂLİ
Sonra nüfusu yüz bini bulan, hatta bunu da aşan bir kavme onu (Yunus'u) peygamber gönderdik. Onlar iman ettiler; Biz de onları belli bir vakte kadar nimetlerimizden nasiplendirdik.
Sâffât Sûresi: 147-148
|
12.01.2007
|
|
HADİS-İ ŞERİF MEÂLİ
Kadın, yanında mahremi olmadan yolculuk yapmasın. Erkek, yanında mahremi bulunmayan bir kadının yanına girmesin.
Câmi'ü's-Sağîr, c: 3, 3861
|
12.01.2007
|
|
Dünya için din feda olunmaz
5 Mart 1325 (18 Mart 1909)
Dinî Ceride, No: 77
Yaşasın Şeriat-ı Ahmedî (asm)
Şeriat-ı garrâ, kelâm-ı ezelîden geldiğinden, ebede gidecektir. Nefs-i emmarenin istibdad-ı rezilesinden selâmetimiz, İslâmiyete istinad iledir; o hablü’l-metine temessük iledir. Ve haklı hürriyetten hakkıyla istifade etmek, imandan istimdad iledir. Zira, Sâni-i Âleme hakkıyla abd ve hizmetkâr olanın, halka ubudiyete tenezzül etmemesi gerektir. Herkes kendi âleminde bir kumandan olduğundan, âlem-i asgarında cihad-ı ekber ile mükelleftir. Ve ahlâk-ı Ahmediye (aleyhissalâtü vesselâm) ile tahallûk ve sünnet-i Nebeviyeyi ihyâ ile muvazzaftır.
Ey evliya-i umûr! Tevfik isterseniz, kavânin-i âdetullaha tevfik-i hareket ediniz. Yoksa tevfiksizlik ile cevab-ı red alacaksınız. Zira, mâruf umum enbiyanın memâlik-i İslâmiye ve Osmaniyeden zuhuru, kader-i İlâhînin bir işaret ve remzidir ki; bu memleket insanlarının makine-i tekemmülâtının buharı diyanettir. Ve bu Asya ve Afrika tarlasının ve Rumeli bostanının çiçekleri ziya-yı İslâmiyet ile neşv ü nema bulacaktır.
Dünya için din feda olunmaz. Gebermiş istibdadı muhafaza için, vaktiyle mesâil-i şeriat rüşvet verilirdi. Dinin meseleleri terk ve feda edilmesinden, zarardan başka ne faydası görüldü? Milletin kalb hastalığı zaaf-ı diyanettir. Bunu takviye ile sıhhat bulabilir.
Bizim cemaatimizin meşrebi, muhabbete muhabbet ve husumete husumettir. Yani, beyne’l-İslâm muhabbete imdat; ve husumet askerini bozmaktır.
Mesleğimiz ise, ahlâk-ı Ahmediye (aleyhissalâtü vesselâm) ile tahallûk ve sünnet-i Peygamberîyi ihyâ etmektir. Ve rehberimiz Şeriat-ı garrâ ve kılıcımız da berahin-i kàtıa ve maksadımız i’lâ-yı kelimetullahtır. Cemaatimize herbir mü’min mânen müntesiptir. Sureten intisap ise, sünnet-i Nebeviyeyi kendi âleminde ihyâya azm-i kat’î iledir. En evvel mürşid-i umumî olan ulemâ ve meşâyih ve talebeyi, şeriat namına ittihada davet ederiz.
Said Nursî
(Divân-ı Harb-i Örfî, s. 62;
Hutbe-i Şâmiye, s. 89; Y.A.N.)
Lügatçe:
cihad-ı ekber: En büyük cihad; nefis ile olan cihad.
Şeriat-ı garrâ: Parlak Şeriat.
kelâm-ı ezelî: Allah’ın ezelî kelâmı, konuşması.
hablü’l-metin: Sağlam ip, İslâmiyet.
temessük: Sarılma, yapışma.
ihyâ: Diriltme, canlandırma.
evliya-i umûr: İş başında bulunan kimseler.
tevfik: Allahın yardımı, muvaffakiyet.
kavânin-i âdetullah: Allah’ın kâinata koymuş olduğu kanunları.
tevfik-i hareket: Uygun, muvafık hareket.
memâlik-i İslâmiye: İslâm memleketleri.
ziya-yı İslâmiyet: İslâmiyet ışığı
berahin-i kâtıa: Kesin deliller.
|
12.01.2007
|
|
Bediüzzaman'ın talebelerinden Hakkı Yavuztürk'ün hatıraları-2
Risâle-i Nur’u dinlemeyi iple çekerdik
Risâle-i Nur’u tek başıma okumakla pek bir şeyler anlayamamıştım, âdeta her Nur Talebesiyle tanışmak, o eserleri anlamama bir anahtar oluyordu. İşte tam bu sıralar Ahmed Aytimur, Mehmed Fırıncı, Mehmed Emin Birinci, Marangoz Hüseyin gibi ağabey ve kardeşlerle de tanışıyor ve onlarla alâkamı daha da sıklaştırıyordum... Artık haftanın muayyen günlerinde toplanıp ders okumayı ve dinlemeyi kâfî görmüyor, her sabah oturduğumuz Aksaray Yenikapı’daki evimize yakın olan Valide Camiine sabah namazlarında gidiyor, orada o zaman Aksaray parkı denilen yerde arkadaşlarla sabah namazlarından sonra bir-iki saat, broşür büyüklüğündeki (daktilo ile yazılmış) bir kısım Nur Risâlelerini hayretle ve merakla okuyup dinliyorduk. Çok defa Muhsin Alev Ağabeyimiz okur, izah eder, biz de dinlerdik.
Meselâ, bir gün Onuncu Söz adlı Haşir bahsine âit bir meseleyi okuyorduk. O teşbihli ve fevkalâde mantıklı ve güzel izahlı Risâleyi okurken, o kadar tesiri altında kalarak dinliyorduk ki, âdeta Roma’yı istilâ ederek, Arşimed’i çalışma yerinde yakalayıp öldürmek veya tevkif etmek isteyen askerlere, onun, ‘Dairemi bozmayın’ dediği meşhur tarihî olay misâli, etrafımızda olup bitenlerden habersiz, bütün benliğimizi veriyorduk desem mübalâğa etmiş sayılmam.
Evet, o Haşir bahsinin o zaman o Aksaray parkında, âdeta tefrika edilen bir heyecanlı eserin, ‘devamı yarın’ der gibi, her gün parça parça okunması artık her sabahı iple çeker gibi beklememize sebep oluyordu. O zaman daktilo ile yazılmış broşür halindeki Onuncu Söz risâlesinden sadece bir nüsha olduğu için mecburî bekliyorduk. Mecburi bekliyorduk, Muhsin Ağabeyimiz gelsin ve o Risâleyi getirsin, okusunlar dinleyelim diye. (...) İslâmiyeti artık bambaşka görmeye, onun sadece namaz kılıp, oruç tutmaktan ibaret olmayıp, yepyeni bir hayat görüşü olduğunu anlamaya başlıyordum.
O tarihlerde Büyük Doğu ve Serdengeçti gibi dinî ve millî mecmualar çıkıyordu. Çok defa alır okurdum. Bilhassa, Bediüzzaman, Risâle-i Nur ve Nurculuk bahislerini her gördüğümde heyecanla bir nefeste içer gibi okurdum. Ancak o mecmualar, Risâle-i Nur’dan az bahsetmekle beraber, lehte yazılar olduğundan son derece memnuniyetle karşılıyor; benim gizli gizli daktilo sayfaları halinde ve acaip şekildeki broşürvârî okuduğum risâleciklerin başkaları tarafından da takdir edilmesine, makaleler halinde gazetelerde çıkmasına çok seviniyordum.
Hiç unutmadığım bir hâdise
Risâle-i Nurları vermeyi çekindiğimiz kimselere veya mübtedi olanlara, önce bu gazete ve mecmuâları verirdik. Şayet iyi karşılarlarsa, sonra Nurları vermek cihetine giderdik. Ama yukarıda da dediğim gibi, bu mecmualar Risâle-i Nurlardan çok az bahsediyorlardı. Ayrıca yine o tarihlerde Milliyetçiler Derneği, Millet Partisi gibi İslâmiyetten bahseden dernek ve teşkilâtların sempati duyanlarıyla da tanıştıklarım oluyordu. Onlardan birini burada anlatmadan geçemeyeceğim:
Hiç unutmam, Milliyetçiler Derneğine üye, sık sık toplantılarına giden okul arkadaşım Orhan’la Çemberlitaş yakınlarında karşılaştığımız, aynen kendisi gibi derneğe üye, üniversiteli bir arkadaşına beni, “Bu arkadaş Said Nursi’ni kitaplarını okuyor ve onların okunduğu toplantılara gidiyor” diyerek takdim etmişti. Benden beş-altı yaş büyük, üstelik İktisat Fakülteli bir kişinin kanaatlerinin ne olacağı ve bu takdim edilmemi nasıl bir mukabele ile karşılayacağı hususunda merak ederek, onu dikkatle takip etmeye ve dinlemeye başlamıştım. O şahıs, “Said Nursî, çok kıymetli ve büyük bir İslâm âlimidir. Çeşitli mücadeleleri vardır. Takdir ederim, fakat o tamamen ilmî ve âdeta hedefine bir kaplumbağa gibi yavaş yavaş giden bir ıslahatçı. İlmî toplantılar, kitap okutmalar sûretiyle, fertlerin imanını kurtarmakla, cemiyetin değişmesine çaba göstermek istiyor. Biz ise, (Milliyetçiler Derneğini kasdederek) çok hızlı gitmek, bir tavşan hızı ile hedefimize varmak istiyoruz. (Yüzüme bakıp, kelimelere bastırarak) Bak, bir kaç ay içinde, her hafta yüzden fazla dernek şubelerimiz oldu. Neşriyat ve mecmuâlarımız var. Çok kısa zamanda bilmem şu kadar olduk...” gibi izahlarla kendi görüşünü anlatıyor, ben de bu vesile ile, Risâle-i Nur ve Said Nursî hakkında ‘aydın kesim’ dediklerimizin mütalaâlarını o tarihlerde ilk olarak dinliyordum. Sonra bu çeşit kimseleri çok görecek ve dinleyecektim. Hattâ günümüzde dahi, büyüklü küçüklü, partili dernekli, pek çok misallerini, hep birlikte ibretle görecektik. Risâle-i Nur’un devamlı parlaklığı, artan ışığına rağmen, bu gibiler bir an parlayıp gözlere görünecek, sonra da sönüp gideceklerdi.
(Son Şahitler, 4. Cild, s. 429-30)
|
12.01.2007
|
|
Günlük (12 Ocak 1960)
Bediüzzaman’ın son mektubu
Siyasiler tarafından yapılan hakkındaki tartışmanın, yanlış bir mecrâya doğru gelişmesi, Bediüzzaman’ı rahatsız etmişti. Milliyet gazetesi Ankara’dan dönüşünü, “Said-i Nursi Emirdağ’a bitkin döndü” şeklinde verdi.
Ankara’da Ağır Ceza Mahkemesinde ise, Tarihçe-i Hayat’ı bastırdıkları için DP Isparta eski milletvekili Tahsin Tola, Bediüzzaman’ın talebeleri Mustafa Sungur ve Said Özdemir tutuklu olarak yargılanıyorlardı. Savcı Kemalettin Ersan, sanıkların 12.5 yıl ağır hapislerini talep etmiş, Avukat Bekir Berk savunma yapmıştı. Savunmadan bir bölüm:
“Bugün Türkiye siyasî bakımdan, maalesef karışık bir durumdadır. Muhalefet lideri İsmet İnönü bu işi eline sardı. Savcının iddiaları yersiz olup, Türkiye’de kitap yazmak ve satmak serbesttir.”
Ankara davası, avukatların mehil talebi üzerine başka bir güne ertelenir.
Bediüzzaman ise, Emirdağ’da mecburi ikamete tabi tutulmasıyla meydana gelen burukluğu giderme çabası içindedir. Hem gazetelere, hem de talebelerine bir mektup yayınlar. Bu, onun son mektubudur.
12 Ocak tarihli gazeteler, birinci sayfadan bu mektuba da yer veriyordu. Mektup gazetelerde yorumsuz olarak yer aldı. Mektubun ilk bölümü mecburi ikametle ilgiliydi:
“Beni altı vilayetten davet etmeleri üzerine giderken, önümüze gelen ve Risâle-i Nur’un ve mesleğimin hakikatını anlayan dost memurlar, Emirdağ’da istirahat etmemi ve şimdilik Emirdağ’da kalmamı hükümetin rica ettiğini bildirdiler. Zaten görüşmeye ve konuşmaya tahammül edemediğimden hakkımdaki bu dostane teklif ve vaziyet bir inayet oldu.”
Üstad olayın kader cihetine bakıyor, güzel sonuçlar çıkarıyor ve talebelerinden gücenmemelerini istiyordu. Hayatı boyunca maruz kaldığı bir ithamı, son mektubunda da açıklamak zorunda kalıyordu: Dini siyasete alet etme iddiası. Mektubun ikinci bölümü bu iddiaya ayrılmıştı:
“Benim bu seyahatlerimde kat’iyyen siyasetle alâkamın olmadığına bir delil; kırk seneden beri siyaseti terk ettiğimden yalnız ve yalnız Kur’ân’ın bu zamana tam muvafık bir tefsiri olan Risâle-i Nur, küfr-ü mutlakı kırdığı için, anarşistliğe ve tahribatçı cereyanlara karşı sed çektiği gibi, Kur’ân’ın, Risâle-i Nur’a verdiği dersinde bir kanun-i esasi olan, ‘Asayişe ilişmek, beş cani yüzünden doksan masuma zulmetmektir’ diye olan uhrevî hizmetimiz, vatan, millet ve asayişe de büyük bir faidesi olması ciheti ile beni tecessüs eden veyahut zahmet veren polis ve inzibatlara da helâl ediyorum.”
Bediüzzaman siyasetin çok ötesinde, siyasetin de üstünde olan esasları nazara verdikten sonra, tek bir istekte bulunuyordu, hükümetten: Havası iyi geldiği için bir ay Isparta’da, bir ay Emirdağ’da kalmak istiyordu.
(Serdar Murat, Ankara Siyaseti ve
Said Nursî, Yeni Asya Neş., s. 69-70)
|
12.01.2007
|
|
|
|