Hayli zamandır tamamen durmuş gibi görünen AB reformları çerçevesinde TCK ile beraber Ceza İnfaz Kanununda da bazı değişiklikler yapıldı, ama devletin cezaevleri politikasında hâlâ bir düzelme yok.
Cezaevlerindeki son durum, tefritten ifrata savrulmanın tipik bir örneğini sergilemekte.
Geçtiğimiz yıllarda cezaevleri terör örgütlerinin ve mafya çetelerinin, dışarıdaki faaliyetlerini içeriden yönettikleri merkezler haline gelmişti. Bu durum, devletin cezaevlerine giremediği yönündeki resmî itiraflarla sabitti.
Bunun üzerine, cezaevi isyanlarını bahane ederek gerçekleştirilen “hayata dönüş” operasyonları ciddî can kayıplarıyla sonuçlandı.
Daha sonra da, örgüt şefleri ve mensupları F tipi cezaevlerine nakledilerek sorun “çözüldü.”
Bu cezaevlerinin özelliği, her bir hükümlü veya tutuklunun tek başına ayrı hücrelerde tutulması.
Koğuş sisteminde kalabalık gruplar halinde aynı mekânda bulunan örgüt veya mafya mensupları, kendi aralarında dayanışma içine girerek diğer mahkûmlar üzerinde tam bir tahakküm tesis ediyor ve orayı, gardiyanların ve hapishane yönetiminin dahi sokulmadığı “kurtarılmış bölgeler” haline getirebiliyorlardı. Dahası, beyin yıkıyor, rahatlıkla içeri sokabildikleri silâhlarla terör estiriyor, gardiyan ve müdürleri rehin alıyor, cep telefonlarıyla dışarıdaki eylemlerini organize ediyor, firar planlarını gerçekleştirebiliyorlardı.
İşin bu noktaya gelmesi, devletin ayıbıydı.
Ancak bu durumu “düzeltmek” için yapılan kanlı operasyonlar ve sonrasında ağırlık verilen F tipi tecrit uygulaması da, bir başka insanlık ve hukuk ayıbının tipik örneği oldu.
Evvelki tablo, Bediüzzaman’ın “rüşvet-i mutlaka” olarak nitelediği tavrı ifade ederken, son durum “istibdad-ı mutlaka” değerlendirmesinin karşılığı olarak ortaya çıkmıştı.
(Yeri gelmişken, iki tavrı da eleştiren bir yazımızın eski 159’dan açılan dâvâda önce mahkûm edildiğini, ama sonra temyiz aşamasında bu kararın bozulduğunu belirtelim.)
Bilindiği gibi, hayli zamandır F tipi tecrit uygulamasına yönelik eleştiri ve tepkiler gündemde. Ancak bunlar daha ziyade terör örgütü mensuplarıyla bağlantılı olarak dile getirildiği için toplumda pek mâkes bulmuyor.
Ama bu olaya da insanî ve hukukî boyutuyla bakmak lâzım ve böyle bakıldığında, F tipi tecritin mevcut uygulanış şekliyle savunulmasının asla mümkün olmadığı görülüyor.
Hapis cezasının en ağır şekli olan “hücre hapsi”ne tekabül eden bu uygulama, muhataplarını koyu bir yalnızlık ve karanlık içinde her türlü sosyal temastan mahrum bırakıyor.
Bundan dolayı bunalıma girip intihar eden veya uygulamaya tepkisini açlık greviyle dile getiren mahkûmların sayısı yüzleri buluyor.
Bunlara son olarak dışarıdan bir isim de dahil oldu. 260 gündür su, meyve çayları, vitamin, şeker, tuz dışında gıda almadan açlık grevine devam eden Avukat Behiç Aşçı.
Ve gelinen noktada bir çözüm bekleniyor:
Eski kaosa dönülmesine meydan vermeden F tipi tecriti ve hücre hapsini yumuşatacak insanî, vicdanî ve hukukî bir ara çözüm.
20.12.2006
E-Posta:
[email protected]
|